Bienali nasıl bilirdiniz?
15 Ekim 2015 - 10:10Alışılmışın dışında, tanıdık kuralları yıkan, izleyiciyi keşiflere, yürüyüşlere, uzun sohbetlere sürükleyen bir bienal var karşımızda. Biz de bu bienali hem sanat profesyonellerine hem de sanat profesyoneli olmayanlara sorduk
14. İstanbul Bienali, alışık olduğumuz söylemlerin karşısına hafızamızdan çıkmayacak bir dirayetle geçti ve oturdu. 1990’lardan beri süren ‘küratörlü sergi/ küratör sanatçı ilişkisi’ meselelerine bizzat küratör Carolyn Christov- Bakargiev’in ‘küratör değil şekillendiren’ demesiyle yeni bir boyut getirdi. Keza kendini sanatçı olarak tanımlamak/ bienal sanatçısı olmak meselelerine de bienale eserleri ya da yaptıklarıyla dâhil ettiği isimlere kısaca ‘katılımcılar’ deyip geçerek farklı bir yerden baktı. Bienal kataloğunda alışık olduğumuz üzere, sanatçıların eserleri hakkında metinler yerine sanatçıların seçtiği bir görsel ve alakalı alakasız cümleler yer aldı. Bienalin tanıtım filmi dikkat çekici eserlerin yapım süreçlerini gösterdi, basın toplantısında sanatçıların mini konseri gerçekleşti dahası koskoca William Kentridge, Orhan Pamuk ve Christov-Bakargiev oturup balıkçılık üzerine uzun bir söyleşi yaptılar. Yani karşımızda çok sayıda eser ve mekan olmasından da öte alışıldığın çok dışlarında bir bienal var. Eserlerin ele aldığı meseleler arasında ise şu an Türkiye’de duyarlılıkları olan herkesin umursadığı pek çok konu var. En önemlisi de tüm bu meseleler ve duruşla bağlantılı olarak bienal hakkında Christov-Bakargiev, “Sadece sanat profesyonellerine değil herkese hitap eden bir bienal,” diyor. Biz de bu vesileyle hem sanat profesyonellerine hem de sanat profesyoneli olmayan isimlere bienalden onlara kalanları sorduk.
İstanbul'a birçok armağan verdi
Ali Akay (sanat eleştirmeni, küratör): Kendi kişisel bakışma göre, İstanbul Bienali’nin bu yılki ‘Tuzlu Su’’ kavramı, sanat sosyal bilimler ve pozitif bilimler olarak adlandırılan bilim dünyasıyla ilişkisi ve de bütün bunları 19. yüzyılın sonu ve 20.yüzyılın başına bağlaması çok ilginç bir şekilde Bienal'den bağımsız olarak duran Seza Paker’in Galerist’teki ‘’Absinthe’’ sergisiyle kesişmesi bana büyük bir rastlantı gibi gözüktü. İki sergi de su altı arkeolojisi, bilim dünyası, duyumlar ve akışkanlıklar ve mekânların ruhunu oluşturan bir tarihi geçmişin bugün ile ilişkisini öne çıkarması bakımından güncelliği geçmişle ilişkili bir şekilde el almakta. Ve sonunda her şey sular altında kalmakta. Birçok eser dünyamızın felaketleriyle ilgili bir şekilde ortaya konulmakta. Ve gelecek bu anlamda suların altına gömülen Platon’un bir mitindeki Atlantis gibi durmakta. Milli devletlerin kuruluşunda, her ülkenin kendine mal ettiği, mitolojik bir yer edinmiş olan bu mit geleceğimiz mi olacak bir gün? Gelecek bir umut mu yoksa felaketlerle dolu olarak mı gelecek nesillere miras kalacak? Bu soru sergilerin genel çizgisini oluşturur gibi durmakta. William Kentridge’in Troçki ile ilgili video yerleştirmesi de sular altında kalan bir geçmişi bize gösteriyor. Adrian Vilar Rojas da Toçki’nin evinin önünde denizde yok olmayı bekleyen fosilleşmeye başlayan hayvanlar, günün birinde gelecekte denizin dibinde kalacaklar. Çok değerli bulduğum Liam Gillick’i yıllar evvel İstanbul’da gösterdiğim gibi, bu sefer, Gillick İstanbul Modern Müzesi’nin denize bakan duvarlarına yazdığı formül ile 1738 yılında Daniel Bernoullli’ye bir göz kırpıyor: Hidrodinamik (Uygulamalı). Basınç ve akış... Sular ve sular altına taşınan bir bilimsel düşünce. Carolyn Christov-Bakargiev İstanbul’a birçok eser armağan verdi bu Bienal’de: Walid Raad’ın Kasa Galeri’deki kurgu dokümanteri olsun, Kentridge’in videosu olsun, Lawrence Weiner’in ‘’Ramak Kala’’ adlı eseri olsun ve daha birçoğu buraya birer armağan olarak durmakta, bana kalırsa.
İçeriği zayıf ve karmaşık
Necmi Sönmez (küratör, sanat eleştirmeni): Carolyn Christov-Bakargiev’in sorumluluğunda gerçekleştirilen 14. İstanbul Bienali, hem içeriğindeki zayıflık, hem de geliştirdiği sergileme biçimlerindeki karmaşıklıkla, dağınık bir grup sergisinden öteye geçemiyor. Christov-Bakargiev’in anlaşılması mümkün olmayacak denli soyut, esoterik, kavramları birbiri ardına ekleyerek oluşturduğu görsel çerçeve, ne yazık ki, uluslararası çağdaş sanatın nabzını tutamayacak kadar zayıf. Şiirsel kalitesini edebiyat uzmanlarının değerlendirebileceği ama anlamsızlığıyla ‘dam üstünde saksağan vur beline kazmayı’ dedirten metinler, kelimenin tam anlamıyla bir ‘kavram sefaletini’ de ortaya çıkıyorlar. Unutmayalım ki, İstanbul Bienali’nin ülkemizdeki sanat ortamına karşı farklı bir sorumluluğu var. Çağdaş imge üretimindeki farklı güncel yönelimleri İstanbul’a taşımakla görevli olan bienalin etik sorumluluklarından en önemlisi, İstanbul için üretilmiş yeni çalışmalarla bir tartışma ortamı oluşturmasıdır. 14. Bienalde emeklilik sınırını aşmış bir sergi yapımcısının ‘post, post, post modernist’ yaklaşımla, tarihi malzemelerden yola çıkıp ‘anlam üretmeye’ çalışması, ‘farklı görsel deneylerin’, sürdürebilir sosyal ve politik odaklı tartışmaların da önünü kapatıyor. Bu yüzden ilgilenenleri doğru bilgilendirilmeyen bienal rehberinde Fahrelnissa Zeid’in “Op Art“ı bulduğunu okuduğumuzda şaşırmıyoruz artık! Lafı uzatmaya gerek yok, İstanbul Bienali artık Avrupa’da yazıldığı gibi, İstanbul’u ziyaret etmenin en kabul edilebilir nedeni olmaktan öteye geçemiyor.
Gündemden rol çalamayacak
Esra Aliçavuşoğlu (sanat tarihçisi): Bir önceki bienal Gezi olaylarının hemen ertesinde gerçekleşmişti. Bu yıl da son derece zor bir süreçten geçtiğimiz bir döneme denk geldi bienal. Anlaşılan o ki, gittikçe hiçbir ülkeyle karşılaştırılamayacak şekilde kendine benzeyen bu ülkede İstanbul Bienali ne yaparsa yapsın gündemden bundan fazla rol çalamayacak. 14. Uluslararası İstanbul Bienali’nin 30 küsur mekândan oluşması nedeniyle genellikle büyük müzeler için kullanılan ‘yorgun ayak sendromu’nu yaşatacağını baştan söylemek gerek sanırım. İstanbul gibi bir metropolde iki saatte Rumeli Feneri'ne gidip iki saatte dönebilmeniz için, gerçekçi olmak gerekirse ciddi sanatsal motivasyona ihtiyaç duymanız gerekiyor. Mekân listesinde olan hayali mekânlara giden izleyiciler olduğunu duysak da, Bienal gitmesek de görmesek de "Tuzlu Sular"ın felsefi arka planını düşünmeye zorluyor. Bu açıdan oldukça farklı olduğunu itiraf etmeliyim. Uluslararası sanat piyasasının klişelerinin dışında daha yapıt odaklı işler olması da bu bienalin bir diğer artısı. Ancak 2012’deki 13. dOCUMENTA ile büyük ses getiren Carolyn Christov-Bakargiev’in aynı başarıyı burada gösterdiği konusunda kimi endişelerim var. Bakargiev her ne kadar bu kez denizi ön plana koymuş olsa da hemen her İstanbul bienali küratörünün düştüğü tuzağa “İstanbul” sarmalına bu kez de başka açıdan dolandığını düşünüyorum. Evet, artık Doğu-Batı denmiyor; evet, artık tarihi mekânlar kullanılmıyor, işler bu ‘müze’lerde sergilenmiyor ama İstanbul yine bir biçimde rol çalıyor, çalmaya devam ediyor. İstediğimiz kadar okyanus bilimi tarihi, çevre incelemeleri, fizik, teozofi vs. diyelim; rotayı Boğaziçi’ne çevirelim yine bir biçimde bu tuzağa takılıyoruz. Bienalin kavramsal olarak hayli yoğun, metaforlarla örülü olmasına karşın, bu bağlamda seçilen kimi işlerin bu metaforları gayet yalın ve başarılı, kimilerinin ise oldukça yüzeysel, tekdüze ve anlamsız kıldığını söylemeliyim. Bu Bienal kavramsal metninin son derece teorik ve zor bir metin olmasıyla da anılacak sanırım... Oldukça sofistike cümlelerin açıkçası Bienal ve çağdaş sanata her zaman mesafeli duran kitlelerin daha da sarkastik olmaları açısından önemli bir koz yaratacağı kesin.
Ayrıca, Bakargiev’in röportajlarında vurgu yaparak dile getirdiği “şu anda dünyanın oldukça sorunlu bir bölgesinde yer alan bienali kabul etmek” üzerine kurulu misyonu maalesef yerine getirmediğini düşünüyorum. Ama bienallerin zaten böyle bir misyonu var mı ki?
Eserler oldukça politik
Ekin Dikmelik (avukat): Sergiyi yaklaşık bir buçuk saatte gezdim. Genel olarak eserlerin kolayca anlaşıldığını, tuzlu su fikriyle ziyaretçilerin hemen bağ kurabildiğini sanmıyorum. Ama tuzlu su, bana şunu düşündürdü: tek bir damla halinde basit ve zararsız iken, form değiştirip bir dalga ya da tayfun olduğunda öldürücü olabiliyor. İşlerin tüm İstanbul’da, Boğaz hattı boyunca birçok mekânda sergileniyor oluşu da, su ile çevrili olduğumuz hatta içimizin suyla dolu olduğu hissini kuvvetlendirdi. Eserleri oldukça politik buldum, dünyanın birçok köşesinden ayrımcılık, hak mücadeleleri ve kayıplar ile ilişkilendirdim.
Burnumuzu açan bir mucize tuzlu su
Nil Merdan (Reklam yazarı): Bienalde Kadıköy-Tunca Subaşı&Çağrı Saray Atölyesi ve Büyükada'da Kaptan Paşa Deniz Otobüsü hariç tüm eserleri gördüm. Toplumsal yaralarınızdan nefes alamaz hale gelmişken burnunuzu açan mucize su gibi tuzlu su. Bunu "iyi" şeyler gösterdiği için değil, beraber yaşadığımız için hissediyoruz. Bienale dair genel hissim Troçki Evi'ndeki esere hissettiklerimle aynı aslında. Sırtımızda bunca yük var, dalgalara direniyoruz ama gözümüzü dikme vakti geldi bir şeylere, dikelim ve alalım artık insanlığımızı geri.
Tuzlu suyun içinde
Yağmur Yıldırım (mimar): Dokuz bin yıldır -öncesinde bir fay hattıydı- sızdığı, parçaladığı, çevirdiği, doldurduğu şehre bienalle karışma vaadindeki TUZLU SU, hem hafızaları, hem de akılları karıştırıyor; adeta “çomak sokuyor”. Şehirden topluyor, içinde düğümlüyor ve geri püskürüyor. Vapurlara, Osmanlı hamamlarına, sarnıçlara, yetimhanelere, okullara, kumsallara, otoparklara, atölyelere, evlere ve eser miktarda tuzlu suyun içine doluyor; fay hatlarının bir kere daha üzerinde yürüyor.
Altın Post’u arayan İason ve Argonotlar’ın ayak izlerinde Üçüncü Köprü’nün gölgesindeki Rumelifeneri’nden, Pierre Huyghe’nin “yapım aşamasındaki” sualtı beton iskelesi ile henüz imara açılmış Sivriada’ya uzanıyor TUZLU SU. En kuzeyden, içinden geçtiği şehirle karşılaştığı bir uçtan diğer uca, en güneye kadar kat ediyor ve karışıyor.
Neoklasik sınıflarının, yıllar boyu merdivenlerden aşağı yukarı konuştuğu Rum Okulu yine en zor, ve en vurucu mekânlardan. Okulun girişine vurmuş Anna Boghiguian’ın “Tuz Tacirleri”gemisi, taşıdığı geçmişin hikâyelerini merdivenlerden yukarı, çatıya açılan bir kapıdan da şimdinin gerçeğine salıyor. Michael Rakowitz’in “Eti Sizin, Kemiği Bizimi”nde terk edilmiş Ermeni çiftliklerinden bulunmuş hayvan kemikleri ve neoklasik yapı süslemeleri, pencereden sessizce karşısındaki Surp Grigor Lusaroviç kilisesine bakıyor.
Geçmişin ve şimdinin, efsanenin ve hafızanın, tahayyülün ve gerçeğin bir aradalığında bienalin en çarpıcı işlerinden birisi, bu fikirle belki de özütü, tuzlu suyun üzerinde. Füsun Onur’un “Ulyssesi”ni söyleyerek Boğaz’da dolanıp duran ufak balıkçı teknesi, tüm anlatıları, zamanları ve mekânları kendininkilerle birleştiriyor. Önünden geçtiği, İstanbul Modern’in üzerine Liam Gillick’in işlediği Bernoulli Denklemi sözü “basınç düştüğünde hız artar”, tekneye -ve şehre- bir telkin belki de.
Tuzlu su, ihtiyacımız olan bugünlerde, içinde “yas tutmaya, hatırlamaya, kınamaya, iyileşmeye çalışmaya ve formdan yeşeren yaşama sıçramaya” çağırıyor. (Bienalin kavramsal çerçeve metninden, Carolyn Christov-Bakargiev.)
Mesafeler tamamını gezmeyi imkânsız kılıyor
Ozan Demirci (Reklamcı): Bienal'in konusu Tuzlu Su açıkçası bana biraz herşeyi kapsasın diye seçilmiş entelektüel safsata gibi geldi. Boğaz'la kurulmaya çalışılan ilişkiyi biraz zorlama ve turistik buldum. Bu kadar mekâna yayılmış olması ve mekânlar arası mesafeler, Bienal'in tamamını gezmeyi davetliler dışındakiler için imkânsızlaştırıyor. Ben de ancak Beyoğlu'ndaki mekânları gezebildim. Değerlendirmem bununla sınırlı.
En beğendiğim; beni en çok şaşırtan, güldüren, düşündüren iş Ibghy ve Lemmens'in her gün gördüğümüz istatistiklerin grafiklerin aksisedası olarak global ekonominin sahte peygamberlerini teşhir ettikleri işleriydi. Genel olaraksa 11. Bienal'den beri en iyi kotarılmış Bienal olduğunu düşünüyorum.
İçindekileri susturamayanların rehberi
Zeynep Hazal Yıldız, (Galatasaray Üniversitesi, İktisat Bölümü): ‘Nedir bu Tuzlu Su,’ diye bir göz attığınızda okuyacağınız ilk satır, Düşünce Biçimleri Üzerine bir Teori olacak. Düşünüp yaratmak sanatın işi, düşündürmek de bu seneki bienalin. Tuzlu Su sizi İstanbul’da turist olmaya davet ediyor. Satın alacağınız bienal rehberinde İstanbul’un değişik yerlerine dağılmış gösterimler için bir rota çizilmiş durumda. Benim için bu seneki bienalin en keyifli yanı bu oldu. Pera’ya inerken eski bir otelin altında bulunan sarnıca iniyorsunuz. Birçok kez önünden geçmenize rağmen Tuzlu Su fark edemediklerinizi hatırlatıyor size. Büyükada’dan Boğazın Kuzeyine oradan Şişli’ye, Beyoğlu’na; Boğaz’dan Tarihi Yarımada’ya ve hatta Balat’a. Bir günde gezilip sindirilecek gibi değil. Geçen zamanın farkına zor varabiliyorsunuz.
Eserlerin birçoğunu çok beğendim. Bende en çok etki yaratanlardan biri Vernon Ah Kee’nin İstanbul Modern’de sergilenen Vahşetler tabloları oldu. Bu tablolara uzaktan hatta bir fotoğraf karesinden bakmayı ihmal etmeyin derim ben. Kaçırdığınız detaylar ancak bu şekilde gün yüzüne çıkıyor. Vernon Ah Kee vahşetleri akriliklerle kumaşların üzerine yansıtsa da bu tablolara, eski çekimlerden derlenmiş dört kanallı bir video projeksiyonuyla eşlik etmeyi çok iyi akıl etmiş. Video Avustralya’daki Aborjinlerin maruz kaldığı ırkçılığı gözler önüne seriyor. Videoyu izlerken birçok kez gerçekten mi? diye soruyorsunuz kendinize. Neticede Tuzlu Su bu, düşündürüyor. Mutlaka görülmesi gereken bir diğer eser ise Beyoğlu’ndaki Adahan Otel’de sergilenen Meriç Algün Ringborg’un “Have you ever seen a fig tree blossom?” adlı eseri. Algün bu sefer Galata’daki incir ağaçlarını sayarken tuttuğu günlükleriyle düşündürüyor sizi. Pera’ya bakan bir otel odasında günlüklerin çarpıcı satırlarını okurken buluyorsunuz kendinizi. İncir ağaçlarıyla anlatılan yozlaşmışlık aynı zamanda bu ağaçların ne için ortadan kaybolduklarını da sorgulatıyor. Düşünmek, sorgulamak ve derinden hissetmek için sanatın önünde bir kez daha eğileceğiniz bir bienal. İçindekileri susturamayanların gerçek rehberi de diyebiliriz.
Yavaşlatması katmanları görmeyi kolaylaştırdı
Macide Yalçınkaya (resim öğretmeni): Küratör Carolyn Christov Bakargiev, bu seneki bienalin yeni ve farklı deneyimler sunacağını ilk basın toplantısında gazetecilerle bienal ekibinin yer değiştirmesinden itibaren göstermiş oldu. ‘Tuzlu Su’yun şehrin her tarafına yayılabileceğini tahmin ediyordum ama 30 dan dan fazla mekân olması, mekânların dağınıklığı ben dâhil bienali merak eden herkesin gözünü korkuttu. Tavsiye edilen rotalara bakıp kendimi Tuzlu Su’yun akışına bırakınca bienal için yapılmış işleri diğer yandan da şehri keşfe çıkmış oldum.
Beyoğlu Karaköy civarındaki mekânların yürüyerek gezdiğim inişli yokuşlu güzergâhı ve Tuzlu Su’ya daha yakından baktığım Büyükada yolculuğu küratörün de dediği gibi ‘sanatı deneyimleme’ sürecini yavaşlatmış oldu. Bu yavaşlatma çalışmaların sürprizlerle dolu daha derinde olan katmanlarını görmeyi kolaylaştırdı.
Anna Boghiguian’ın çalışması tuz taşıyan bir geminin ‘içinde’ dolaşıp yeniden keşfetmeye çalışmak, Tuz’un damıttığı kalanlarla yeniden yüzleşmek heyecan verici başlangıçlardan biriydi. Rum Okulunda el feneriyle karanlık bir odaya girip madencilerin rüyalarını Prabhakar Pachpute ‘nin bakış açısından görmüş oldum. Sonrasında en fazla bienal çalışmasının olduğu mekana İstanbul Modern’e gidince ilk dikkat çeken işlerden biri Marwan Rechmaoui ‘nin ayakta kalmayı başarmış “Sütunlar”ıydı. Taner Ceylan aracılığıyla Volpedo’nun “Dördüncü Kuvvet” adlı çalışmasını hem biz Bienal izleyicileri hem de Volpedo’nun kendisi izlemiş oldu. Aslı Çavuşoğlu’nun Ararat böceğinden elde edilen uçucu boyayla normal boyayı kullandığı defterlerinde geçici olan ile kalıcı olanın çatışmasını yeniden düşünüyoruz. Yine aynı mekandaki doldurulmuş geyik, çimento ve lastiklerden oluşan Nikita Kadan’ın enstalasyon çalışmasında barikatlarda sebze yetiştirilmesi meselesi her durumda yaşamak için filizlenecek yeni umutlar da olabileceğini düşündürüyor. Hayvan figürlerinin en etkili kullanıldığı çalışmalardan biri de Adrian Villar Rojas’ın enstalasyonu. Troçki Evinin viran olmuş ama her haliyle etkileyici binasının bahçesindeki patikadan aşağı inip Tuzlu Su’dan çıkan, bütün heybetiyle Troçki evine doğru bakan, polyester hayvan heykelleri en görkemli çalışmalardan biriydi.
Aslında bienal hakkında genel bir değerlendirme yapmak, Tuzlu Su’nun akışına uymaya çalışmak durumunda bile çok zor. Bienalin bütün mekânlarını görmekte çok ısrarcı davranmayanların tamamını göreceğini düşünmüyorum. Tıpkı İtalyan Lisesinde yer alan Cheng Ran’ın dokuz saatlik filminin tamamını izleyememek gibi.
Etiketler: Fisun Yalçınkaya istanbul bienal Carolyn Christov-Bakargiev Ali Akay Necmi Sönmez görüş zayıf bienal Esra Aliçavuşoğlu