“Bütün derdim tüketim toplumuydu”
12 Kasım 2017 - 12:11Bu yıl 'Ütopya' temasıyla sanatseverleri karşılayan ARTİST 2017 / 27. İstanbul Sanat Fuarı Onur Sanatçısı Ödülü'nü alan sanatçı Nur Koçak’la sanat yaşamını ve çalışmalarını konuştuk
FİSUN YALÇINKAYA
1970'li yıllardan bugüne sanat yaşamında belli konuları gündeme taşımış, hiperrealist resimleriyle, özgün bakış açısıyla öncü olmuş bir isim Nur Koçak. 'Fetiş Nesneleri', 'Aile Albümleri', 'Cahide'nin Öyküsü' serileri sanatla ilgilenen pek çok ismi etkilemiş biri. Bu yıl ARTİST 2017 / 27. İstanbul Sanat Fuarı'nda Onur Sanatçısı Ödülü'nü alan sanatçıyla bu vesileyle atölyesinde buluştuk. Koçak hem sanat yaşamını hem de çalışmalarını anlattı.
ARTİST’te bu yıl Onur Sanatçısı Ödülü almak sizin için neler ifade ediyor?
Ödül almak insanı yüreklendiriyor, çok mutlu ediyor, daha fazla ve daha iyi işler üretmeye heveslendiriyor. Ödül töreni konuşmamda sabır kavramı üzerine çeşitli özdeyişler ve atasözleri dile getirdim. Bu ödül için değil ama tüm ödüller için şunu söylemek isterim: Keşke zamanında ilk sergilerimi yaptığımda buna benzer yüreklendirici şeyler olsaydı. İlla ki ödül almak gerekmiyor ama hiç değilse basında yer alabilseydim.
Nur Koçak fuarda. Fotoğraf: Yahşi Baraz
Tam da gençliğinizden bahsetmişken başladığınız yıllarla şimdiki günlere değinmek istiyorum. 1969’da Milli Eğitim Bakanlığı’yla Akademi tarafından yapılan Avrupa konkuruyla seçilerek Avrupa’ya gönderildiniz. Bu dönem kadın sanatçılar pek gönderilmek istenmezmiş. Nasıldı o süreç?
Benden önce kadın sanatçı olarak sadece Neş’e Erdok gidiyor Avrupa’ya ama onun arkasında hocası Neşet Günal var. Ben ne yaptıysam iftiharla söyleyebilirim ki, tırnaklarımla kazıyarak kendim yaptım, arkamda kimse durmadı. Hem Avrupa konkuru sırasında da hem de yurda döndüğümde beni destekleyecek kimse yoktu. Gerçekten de akademi çevresi kadın öğretim görevlisi istemiyordu. Sınavda sanat notları üzerinde istedikleri gibi oynama yapabiliyorlar, ama yabancı dil, sanat tarihi gibi konularda bunu yapmaları mümkün değil. Ben de yabancı dil ve sanat tarihinden en yüksek notları alarak ortalamayı kıl payı tutturdum.
Peki, Paris yıllarınız nasıldı, sizi nasıl besledi?
Ben okumayı çok seven bir insanım. Kendimi ebedi öğrenci olarak görebilirim. Dolayısıyla Paris yılları çok mutlu olduğum yıllardı. Sorbonne Üniversitesi’nde Fransız Medeniyeti ve Dili kurslarına beşinci yılından dâhil oldum. Felsefeden politikaya tarihten edebiyata çeşitli konularda dersler gördük. Örneğin 13. Yüzyıl’dan başlayarak Fransız Edebiyatı okuduk. Bir yıl sonra Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’na yazıldım. Bir yandan da sinema, tiyatro, konser, gezi benzeri çeşitli etkinlikleri kaçırmamaya çalışıyordum. Sinema çocuklarıyız hepimiz, bizim kuşağımız öyle. İki tane Sinematek’i vardı Paris’in ben bunlardan çıkmaz olmuştum. Kendimi müthiş bir açlıkla doyuruyordum. Kısacası çok mutlu oldum bu dört yılda. Salon sergilerine katıldım. Hatta 1973’te Paris’te yaptığım ‘Makine’ dizisi de ARTİST’te sergileniyor. Bunlar daha önce Türkiye’de hiç sergilenmemişti.
‘Fetiş Nesneler’ seriniz nasıl ortaya çıktı?
Geriye dönüp baktığımda hep şunu görüyorum: Bakmayı sevdiğim şeylerden konularımı çıkartmışım. Kadın dergilerini karıştırmayı çok seviyorum. Ve ilk parfüm şişesi resmim böylece ortaya çıktı, bir dergide yayımlanan reklam fotoğrafıydı. Kadın bedeninin neredeyse alınıp satılabilir bir meta haline gelmesi, tüm o reklam sloganları, beni çok düşündürdü. İnsanların, özellikle kadınların erkeklerin tüketimine sunulması olgusu yani kapitalist düzende her şeyin tüketilebilir olması başlıca sorunumdu. Feminizmin f’sini bilmiyordum diyorum, bana inanmıyorlar ama bu doğru. Bilmeden oraya yönelmiştim. Aslında bütün derdim tüketim toplumuydu, makineleşmiş, mekanikleşmiş ilişkilerdi.
ARTİST’teki sergide aile fotoğraflarınızı resmettiğiniz seri de vardı. O seri nasıl çıktı?
Paris’ten Türkiye’ye döndüğümde çok politize olmuş bir ortamda buldum kendimi. Resim yapmayı da bu çerçevede düşünüyordu herkes. Bana da sürekli ‘Bu parfüm şişeleri, rujlar, ojeler, iç çamaşırlarının yaşadığımız gerçeklikle ne ilgisi var, bunlar Batı hikâyeleri, diyor, sen küçük burjuva sanatı yapıyorsun diye sataşıyorlardı. Ben de pekâlâ öyleyse dedim, bakışımı Türkiye’ye çevireyim. Aile albümlerini, eski fotoğrafları karıştırmayı çok seviyordum. Böylece kendi ailemin fotoğraflarını resmetmeye başladım. O dönemden bir de asker- sivil kartpostallarım var. Kelebek gazetesinin ‘Mutluluk Resimleriniz’ köşesinde yayımlanan fotoğraflardan yola çıkarak bir dizi kartpostal ürettim. Bunlar 1980’li yıllardaki süreçti. Derken hep başkalarının çektiği fotoğraflarla ilerliyorum kendi fotoğraflarımı çekeyim, dedim. 1989’da başladığım ‘Vitrinler’ dizisinde kendi çektiğim fotoğrafları kullandım. Bugüne kadar ‘Aile Albümü’ ve ‘Vitrinler’ dizileri de devam ediyor.
Cahide Sonku nasıl sanatınızda yer buldu?
Daha önce de biz sinema çocuklarıyız, demiştim. ‘50’li yıllar Hollywood sinemasını iyi bilirim, küçük bir imzalı artist fotoğrafları koleksiyonum bile var. Hatta Natalie Wood yazdığım bir mektuba son oynadığı filmi anlatan bir mektupla cevap vermişti. Ve mektubuna kocaman bir imzalı fotoğrafını da eklemişti. Cahide Sonku’ya gelecek olursak… 1996 yılında Tomur Atagök, Yıldız Üniversitesi’nde 8 Mart vesilesiyle kadınlara ithaf edilecek bir sergi projesiyle bana geldi. Sergi kapsamında bir grup kadın sanatçı, tarihten önemsedikleri kadınlara ithafen çalışmalar yapacaklardı. Büyük boyutlu ilk Cahide Sonku resmim de böylece ortaya çıktı. Diziye daha sonra ‘Cahide’nin Öyküsü’ adıyla devam ettim.
Cahide Sonku’yu nasıl görüyorsunuz sizin gözünüzde nasıl bir figür?
Kendisi çok küçük yaşta sahneye çıkıyor. Oyunculuğu fazla yeterli olmasa da öyle bir güzelliği var ki Fransızların deyimiyle ‘kutsal canavar’. Sahnede o varken kimse ondan başkasına bakamıyor. Ve güzelliğiyle öne çıkmak bir yerden sonra onu zorluyor.
Şimdi neler üzerine çalışıyorsunuz?
Aklımda yeni heykeller var. Aile albümüne dizisine de bir iki yeni resim ekleyebilirim.