Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Plastik Sanatlar » “Ara Güler arşivi İstanbul'un hafızasıdır”

“Ara Güler arşivi İstanbul'un hafızasıdır”

“Ara Güler arşivi İstanbul'un hafızasıdır”02 Temmuz 2014 - 09:07 | Fotoğraf: Hüseyin Özdemir
Boğaziçi Üniversitesi dün Ara Güler'e fahri doktora unvanı verdi. Törende Güler üzerine konuşan Orhan Pamuk, Güler'in fotoğraflarının İstanbul'un ruhunu yakalayıp koruduğunu vurguladı
ÖZGE KARA
 
Boğaziçi Üniversitesi, Türkiye’nin en ünlü fotoğraf sanatçılarından Ara Güler’e dün düzenlediği bir törenle fahri doktora unvanı verdi. Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu, unvanın gerekçesini sanatçının “Toplumu, en yalın halleriyle etkileyici bir biçimde anlatmadaki başarısı” ifadeleriyle özetledi. Ara Güler, cübbesini giydikten sonra "Şimdi doktor oldum" diyerek törene katılanları gülümsetti.
 
Unvan takdiminin sonrasında Orhan Pamuk, Güler üzerine uzun bir konuşma yaptı. Pamuk, Güler’in 50’yi aşkın yıldır büyük bir titizlikle oluşturduğu arşivini şu sözlerle dile getirdi: “Ara Güler’in arşivi Türkiye’nin, İstanbul’un hafızasıdır. Hepimiz biliriz, herkesin birbirini boğazladığı kimlik dediğimiz şey için hafızanın, arşivin ne kadar önemli olduğunu. Bir noktadan sonra İstanbul gözümüzde Ara Güler'in fotoğraflarına benzemeye başlar. Ara Güler, İstanbul'un sokaklarının gelişigüzel görünümünün değil ruhunun fotoğrafını çeker. Ara Güler'in başarısı, bir gazeteci gibi davranarak şehrin ruhunu tespit etmesi ve 750 bin fotoğraftan oluşan bir arşivle önümüze sunmasıdır. O arşivi korumak hepimizin görevidir.” Tören, Orhan Pamuk'un konuşmasının ardından Aydın Karlıbel'in piyano dinletisiyle devam etti.
 
Fotoğraf: Hüseyin Özdemir
 
Orhan Pamuk'un konuşmasının tam metni:
 
Ara Güler’in İstanbulu, benim İstanbulumdur. Benim yaşadığım, bildiğim, bildiğimi sandığım, inandığım, tek bir dünya olarak gördüğüm ve kendimi de ayrılmaz bir parçası olarak hissettiğim şehir. 1950 ve 1960’ların İstanbulu’nun sokaklarının, kaldırımlarının, dükkânlarının, bakımsız, kirli fabrikalarının, gemilerinin, at arabalarının, otobüslerinin, bulutlarının, taksi ve dolmuşlarının, binalarının, köprülerinin, bacalarının, dumanlarının, insanlarının görüntüsü ve bütün bu şeylerin ilk bakışta fark edilmeyen ruhu, en iyi Ara Güler’in fotoğraflarında yakalanmış, belgelenmiş, saklanmış, korunmuştur.
 
Ara Güler de inanılmayacak kadar geniş, kapsayıcı eserinin ya da kendisinin basit deyişiyle “arşivinin” sanat yanını değil, belgeci ve gazeteci yanını ortaya çıkarmaktan hoşlanır. Pek çok parlak sanatçıda gördüğüm bir alçakgönüllülük yüzünden belki: Sanat özentisinin ima ettiği yapmacıklıktan ve ciladan uzak durma isteği de diyebiliriz buna. Arada bir, fotoğrafın sanat olmadığını söylerken de “eserinin” bu hayretler uyandıracak kadar geniş ve güçlü “belge” değerini alçakgönüllülükle hatırlatır bize. Haklıdır.
 
Ama bu haklılık Ara Güler’de ve eserinde, sanat ile, doğuştan sanatçı dediğimiz kişinin özellikleri ile ilişkilendirdiğimiz her şeyin fazlasıyla olduğunu unutturmaz. Ara Güler’in İstanbul fotoğrafları, onlarla ilk kez karşılaşan birine, kişisel üslup, imza-üslup tutarlılığı gibi şeyleri hatırlatır önce. Yıllarca bu fotoğraflara her bakışımda ne kadarı şehrin kendinden geliyor, ne kadarı fotoğrafçının şaşmaz gözünün ürünüdür diye hep düşündüm. Şehir bana tıpkı bu fotoğraflardaki gibi göründüğünden mi acaba? Buna cevap vermek zordur. Belki de Ara Güler, İstanbul sokaklarının gelişigüzel görünümünün değil, ruhunun fotoğrafını çektiği ve bunu bize sıradan gazeteci fotoğrafı gibi sunduğu için.
 
Bu fotoğrafların bazılarını o kadar çok görmüşümdür ki, onları kendi İstanbul hatıralarımla karıştırırım. Tıpkı bazılarının bazı rüyalarını, yıllar sonra, yaşadıkları bir şey zannetmeleri, öyle hatırlamaları gibi. Bu fotoğraflara bakarken, kendi kendime “Ben buralardan geçtim, bu şeyleri gördüm; ben oradaydım; evet, tam böyleydi,” derim sık sık. Bu duyguda Ara Güler’in İstanbulu’nun geçmişte kalmasından çok, gördüğüm şeyin fotoğrafçının “sanatı” değil, yaşadığımız hayatın kendisi olduğunu kendime kanıtlama, hatırlatma çabası da vardır. Ara Güler’in İstanbul fotoğrafları, bana İstanbul’un hem ne çok değiştiğini hem de ne kadar aynı kaldığını hatırlatır.
 
Ara Güler’in bol bol fotoğrafladığı balıkçıları ele alalım: Evet, denizin üzerindeki eski balıkçı rıhtımları, balıkçı mahalleleri, şehrin hemen yanı başında, içinde yaşayan, ağlarını denize atan balıkçılar eskisi kadar günlük hayatımızın içinde değiller artık. Yeni büyük tekneler, balıkçılığın bir büyük sermaye işine dönüşmesi, denizin kirlenmesi ve İstanbul’un bütün sahillerini birer kalın yasal çizgi gibi kuşatan yeni büyük beton yollar, balıkçıyla denizin, İstanbulluyla da balıkçıların sıradan, rahat, günlük hayat ilişkisini zedeledi. Boğaz kahvelerinde otururken ağlarını rıhtıma (kaldırıma) yayan balıkçıları seyretmiyoruz artık. Ama kışları, sonbaharları Boğaz’a gene balık akınları oluyor ve gene, tıpkı Ara Güler’in fotoğraflarındaki gibi, bir anda Boğaz’ın girişi ya da Haliç’in başlangıcı yüzlerce, binlerce sandalla kaplanıyor. Çocukluğumda amcamın arabasının penceresinden ya da kıyıdan seyrettiğim bu manzarayı şimdi daha uzaktan, roman yazdığım Cihangir’deki dairenin penceresinden seyrediyorum. O zaman aklımın bir yanı, tuhaf bir örgü kalıbı ya da sürekli şekil değiştiren bir bulut gibi denize yayılan balıkçı sandallarının tıpkı Ara Güler’in fotoğraflarında, yani çocukluğumda olduğu gibi kaldığını söylerken, bir başka mantık da bana, sandalların biraz büyüdüğünü, çoğuna bir kapalı bölme eklendiğini, balıkçıların çalışma koşullarının şimdi daha iyi, daha rahat olduğunu söylüyor. Ama manzaranın verdiği duygu, binlerce balıkçı sandalını Boğaz’ın, Haliç’in girişinde görmenin bende bıraktığı etki aynı.
 
Bu duyguyu İstanbul adlı kitabımda ele aldığım hüzün duygusundan ayırarak anlatmaya çalışayım: Modernliğin hemen yanı başında saflığı ve doğallığı görmenin duygusu bu; hüzün değil. Ara Güler’in fotoğraflarında İstanbul hüznünden, siyah-beyaz kederden elbette çok şey vardır. Bu yüzden İstanbul adlı kitabımda, şehrin bende uyandırdığı hüznü anlatırken, onun pek çok fotoğrafından yararlandım. Ama balıkçı sandallarının Boğaz’ın, Haliç’in girişine sihirli bir mantıkla dağıldığını görmek, hüzünden başka bir duygu verir bize: Apartmanların, kamyonların, eski fabrikaların, büyük camilerin, depo binalarının ve bacalarının, minarelerin, yani tarihin ve modernliğin anıtları ve yıkıntıları arasında, doğanın çocuksuluğunu görmenin heyecanını da hissederiz.
 
Ara Güler’in fotoğrafları denizi, Boğaz’ı görerek yaşamanın mutluluğunu bilen İstanbullulara diğer büyük bir zevki de hatırlatır: Boğaz gemilerini seyretmek! Biçimlerinden, bacalarından ve duruşlarından Şehir Hattı vapurlarını tanımanın, bacalarından çıkan iri kurum taneli kömür dumanlarının göğe karışırken çektiği çizgilere ve şehrin silueti üzerinde bıraktığı kurşuni sise bir resme bakar gibi bakmanın zevkinden söz ediyorum. Galata Köprüsü’nün 1950’lerde çekilmiş bir büyük fotoğrafına bakarken, kafam Şehir Hatları’nın Paşabahçe ile mesela Kuzguncuk gemilerinin yan yana bağlandığını tuhaf bir simetri duygusuyla not ederken, şehrin pek çok ayrıntısının hiç değişmediğini fark eder ve şehrin bana o zamanlar ve bugün hissettirdiği temel duygunun hep aynı kaldığını bir an düşünürüm. Ama bu fotoğraflardan aldığım büyük zevk bu yüzden midir, çıkaramam; aklım karışır. İstanbul’un bana verdiği temel duyguları çok iyi ortaya çıkardığı için mi Ara Güler’in şehir fotoğraflarını o kadar seviyorum, yoksa zaten İstanbul’a nasıl bakılacağını, onda görülecek temel şeyin ne olduğunu biraz da bu fotoğraflardan öğrendiğim için mi Ara Güler İstanbulu’na bakmak beni mutlu ediyor, anlayamam.
 
Mesela kar altındaki bir at arabasıyla sürücüsünün, parke taşı kaplı yoldan çekilmesini bekleyen 26 numaralı Edirnekapı-Bahçekapı tramvayını gösteren ve İstanbulluların çok iyi bildiği şu ünlü fotoğrafı ele alalım. Bu fotoğraf, onu her görüşümde, çocukluğumun İstanbulu’nun tam tamına bu olduğu duygusunu uyandırır bende. Arabacının kafasındaki takke, at arabasının tekerlekleri, kenardaki "Durmak Yasaktır" levhası, tramvayın görünüşü, atın gözlükleri gibi, İstanbulluların, peki, 1950’lerin, 60’ların İstanbullularının hemen tanıyacağı ayrıntılardan söz etmiyorum. (Her şehrin, içinde yaşarken fark etmediğimiz ve ancak yıllarca ondan uzak kaldıktan sonra geri dönünce ya da yıllar sonra eski fotoğraflara bakarken fark ettiğimiz bu tür ayrıntıları vardır.) Bu ayrıntılar, arkadaki son dönem “milli mimari” görüntüleri, iki katlı, cumbalı taş yapıların sokağa bakan ve her zaman karanlık gözüken yan pencereleri, elbette çok tanıdık bildik İstanbul imgeleridir; ama bu fotoğrafı bu kadar değerli ve temsilî yapan bu ayrıntılar değil, onda şehrin ruhundan pek çok şey olmasıdır.
 
Arabacının başının önüne eğik oluşu, atın da onun bu hareketiyle uyumlu duruşundaki eziklik, kırılganlık, at arabasının tramvay yoluna yandan beceriksizce girişi ve arkadaki tramvayın sabırla ya da sabırsızlıkla bekliyor olmasının ima ettiği modernlik ile gelenek; düzen, disiplin, otorite fikriyle, yoksulluğun ve teknik yetersizliğin hatırlattığı çaresizlik, düzensizlik... Bunlar Ara Güler’in diğer pek çok İstanbul fotoğrafının da kalbinde yatan, onların içindeki hoş gerilimi kuran unsurlardır. Bir yandan modernleşme azmiyle dikilmiş son dönem Osmanlı yapılarını, çürümekte olan büyük eski devlet binalarını, anıtsal camilerin, kubbelerin gölgelerini, şehrin etkileyici siluetini görür, öte yandan da bu gösteriş ve tantanayla ilk bakışta hiç de uyumlu olmayan, yıpranmış, yorgun ve yoksulların insanlığı ile karşılaşırız. Ara Güler’in İstanbul fotoğraflarının sırrı, bir büyük imparatorluğun merkezi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin en zengin şehrini, sokaklarında, çayhanelerinde, döküntü atölyelerindeki insanlarının kırılganlığı ve yoksulluğuyla birlikte görebilmektir. Bu aynı zamanda 1950-80’ler arasında İstanbul’u bir bütün olarak kavramak, geçmişin yüküyle geleceğin umuduna boş verip o sırada şehirde ne olduğunu fark etmek, gözlerini ona açmak demektir.
 
Ara Güler 1947’de İstanbul sokaklarına çıkıp fotoğraf çekmeye başladığında, ben daha doğmamıştım. Adını ilk 1960’larda Hayat dergisinde çıkan fotoğrafları sayesinde fark ettim. Bol fotoğrafa dayanan ve döneminin en çok okunan yayınlarından biri olan bu haftalık haber ve magazin dergisinin yönetmeni, Türkân Teyzemin kocası şair Şevket Rado olduğu için de adını duyuyordum. 1970’lerde gazete ve dergiler, dönemin havasıyla, çalışanlarla ilgili gerçekçi bir fotoğraf yayınlamak istediklerinde, en iyi şeylerin Ara Güler’den geleceğini bilirlerdi. 1970’lerden sonra, kitapları önce Türkiye dışında, sonra da Türkiye’de yayınlanmaya başladı. Ünlü yazarların, sanatçıların fotoğrafçısı olarak da tanındığı için, 1994’te benim fotoğrafımı ilk defa çektiğinde, artık yazar olarak tanındığımı düşünmüştüm.
 
Ama kişisel olarak ben Ara Güler’i asıl 2003 yılında İstanbul adlı kitabım için arşivinde çalışır, araştırma yaparken tanıdım. Beyoğlu’nun orta yerinde, Galatasaray’da Ermeni bir eczacı olan babasından kalma üç katlı büyük aile evi, Ara Güler’in yıllarca atölye olarak kullandığı bina, şimdi basit bir müzeye ve sekiz yüz bin fotoğraflık sarsıcı bir arşive dönüşmüştü. Kitabım için, herkesin bildiği ünlü Ara Güler fotoğraflarını değil, anlattığım hüzne, çocukluğumun siyah-beyaz havasına uygun arka sokak görüntüleri arıyordum ve steril, temiz, turistik İstanbul görüntülerinden hiç hoşlanmayan Ara Güler’de bu cins fotoğraflardan tahmin ettiğimden çok daha fazla vardı. Ara Güler’in inanılmayacak kadar geniş ve kapsamlı arşivi, son yarım yüzyılın İstanbulu’nun görsel hafızasıdır ve onu korumak hepimize düşer.
 
Arşivde çalışırken, malzemenin zenginliğinden sersemlediğimi ve hem büyük bir coşkuya hem de bir hayal kırıklığına kapıldığımı hatırlıyorum. İstanbul adlı kitabımın büyük bir çoğunluğunu yazmıştım. Keşke arşivde görüp hatırladığım küçük pek çok ayrıntıyı da kitaba koyabilseydim diyordum kendi kendime. (Bunlardan pek çoğunu Güler’in fotoğraflarıyla hatırladıktan sonra İstanbul’da yazdım.) Ama bir yandan da hatıra kitabı yazmanın bütün hatıraları tek tek gözden geçirip saklamak değil, büyük bir kısmını unutup en vazgeçilmezleriyle bir hikâye kurmak olduğunu da, kitabı yazarken kalbim kırılarak zaten anlamıştım.
 
Evet, at arabaları, çocukluğumda caddenin ortasında işte tam böyle durur, trafiği tıkarlardı, diyordum kendi kendime. Fabrikaların, atölyelerin yakınlarındaki boş arsalarda, evet böyle amele pazarları kurulur, şehrin işsizleri bir inşaatçı gelsin de kendilerini bir günlük işe götürsün diye başlarında takke, elleri ceplerinde beklerlerdi. Balıkçılar o zamanlar sandallarını evet aynen böyle, şehrin merkezine kadar sokar, işe giden memurların yürüdüğü kaldırımları palamutlar kaplardı. Evet, çocukluğumda İstanbul boş arsalar, çamurlu sokaklar, kazılıp bir türlü kapatılamayan inşaat çukurları ve yıkılmakta olan eski ahşap konaklarla doluydu. Parke taşı kaplı sokakları, Arnavut kaldırımlarını ve onların üzerinde sağa sola seken toplarla futbol oynayan hünerli çocukları da kederle hatırlar, kitabımın bir yerinde onlardan da söz etmeyi planlar, derken gözüm yüklerini sırtlarındaki sırığın iki ucundan sarkan iplere asıp taşıyan satıcılara, eşeklerin iki yanına yüklenmiş küfelere, fırınlardan bakkallara ekmek götüren dağıtıcılara, sokaklara asılmış çamaşırlar arasında bilye oynayan çocuklara takılır, bunlardan da kitabımdan söz etmem gerektiğini telaşla düşünür, sabırsızlığa kapılırdım.
 
Titizlikle koruduğu, sınıfladığı arşivinde çalışırken, Ara Güler’in gazeteciliğe ilk başladığı yıllarda, 1940’ların sonu 1950’lerin başında, “Şehir uyanıyor...”, “İstanbul’un akşamcı kahveleri...” vs. gibi konularda yoksullar, işsizler, şehre yeni göç edenler arasında gazeteler için “şehir röportajları” yaptığını gördüm. Kahvelerde ağlarını onaran balıkçılardan meyhanelerde kafa çeken işsizlere, yıkıntı halindeki surların önünde araba lastiği yamayan çocuklardan çöpçülere, hamallara, inşaat işçilerine, derici ustalarına, çocuk yaşta ağır işlere sokulan çıraklara, demiryolu işçilerine, kürek çekip İstanbulluları Haliç’in bir yakasından diğerine taşıyan sandalcılara, el arabasını iterek meyvelerine müşteri arayan satıcılara, gün ağarırken Galata Köprüsü’nün açılışını bekleyenlere, günün ilk dolmuşlarının sürücülerine gösterdiği dikkat, Ara Güler’in şehre bağlılığını hep insanlar üzerinden ifade ettiğini bana bir kere daha göstermişti.
 
“Evet, İstanbul’da güzel manzara hiç tükenmez,” der gibiydi bu fotoğraflar: “Ama insanlardan sonra!” Manzara resminin uyandırdığı duygu, Ara Güler’in fotoğraflarında manzaranın içindeki insanın verdiği duyguyla tamamlanır. Bazan şehrin insanlarının, şehrin etkileyici, sarsıcı görüntüsünün yanında çok daha kırılgan olduğunu görürüz. Anıtsal Osmanlı yapıları, camiler, Galata Köprüsü’nün modern kalabalığı, Amerikan arabaları vs.'nin yanı başında dertli, yoksul insanın hüznünü hissederiz. Bazan da manzaranın verdiği hüzün ile, sabah işe koşanların, Sirkeci Garı’nda tren bekleyenlerin, çalışanların gücü ve enerjisi birbiriyle çelişir. Ara Güler’in İstanbul fotoğraflarında manzara, fotoğrafa bakan bizlerin duygularını değil, resmin içindeki “insanların” duygularını ve ruh halini ortaya çıkarmaya ya da onunla çelişmeye yöneliktir. Ara Güler’e göre önce İstanbul’un insanları vardır, sonra da şehrin kendisi.
 
Ama şehir bu insanlara eklenmiş bir arka plan, egzotik, tuhaf ya da şiirsel bir manzara resmi değil, resimdeki insanın ayrılmaz bir parçasıdır da. Bu duygu yoksul kenar mahallelerde, at arabalarının ilerlemeye çalıştığı çamurlu yollarda, çatlayan duvarların, tahta tahta dökülen ahşap evlerin ve yıkıntı halindeki eski binaların arasında daha da belirginleşir. 1950’ler, 60’lar İstanbulu’nun kat kat tarihten yapılmış ve hafifçe çürüyerek birbirinin içine geçen ayrıntılardan oluşan dokusu; şehrin o yıllardaki yoksulluğu, kenarda köşede kalmışlığı ve taşralılığını ortaya çıkardığı kadar insanlarının temel derdi “hayat mücadelesi”nin de zeminini oluşturur. Ara Güler’in fotoğrafları insan ile manzaranın, geçmişin gücü ile günün rastlantısallığının aynı siyah-beyaz doku ve aynı karmaşık bütünün bir parçası olduğunu gösteren mükemmel şiirsel belgelerdir.
 
Ara Güler’in özel dikkat gösterdiği sokak satıcılarını ele alalım: Taşıdığı güğümlerin ağırlığıyla, çinko su tenekelerinin yüküyle, el arabasını ittikleri için zorlanan bu insanlar, tıpkı şehir gibi yorgun ve yıpranmış görünür. Ama yürüdükleri sokaklar, kenar mahallelerin kaldırımları ve eski evleri gibi bu satıcılar da bize şehrin hareketliliğini, enerjisini, kendi içindeki canlılığını hissettirir. Şehrin ve insanların üzerinde beklenmeden gelen bir yenilginin, erken yaşlanmanın, yıpranmanın, yoksulluğun halesi hep vardır, ama köşebaşlarında oturup gevezelik eden insanlardan, sabah balığa çıkan balıkçıların yüzlerinden, kahvelerde kâğıt oynayanlardan, yarı açık kapı önünde dikilip sokağı seyreden kadınların bakışlarından ve Ara Güler’in görmekten hep hoşlandığı koşuşturan çocuklardan anlayacağımız gibi, bu şehirde, bu sokaklarda pek çok şeyin olup bittiği duygusu da fazlasıyla hissedilir. Ara Güler’in arşivinde çalışırken fazlasıyla hissettiğim bu hareket, bu zenginlik, bana kendi gövdem gibi yakın ve bazan da tuhaf gelen bu hava, bu çok özel doku, İstanbul’un enerjisiyle hüznünü birleştiren bütün bu görüntüler, benim de hatıralarımdır.
 
Ara Güler’in büyük başarısı, yalnız benim değil, milyonlarca insanın görsel hatıralarını bütün şiirselliği ve zenginliğiyle yakalayıp saklamasıdır. Ara’nın İstanbul fotoğraflarının ayrıntılarına her bakışımda, masama koşup şehir hakkında yazmak gelir içimden.
 
“Sen benim resimlerimi çocukluğunun İstanbulu’nu hatırlattığı için seviyorsun” der bazan bana Ara Güler tuhaf bir alınganlıkla. “Hayır” derim ben de bu büyük fotoğrafçıya. “Ben sizin fotoğraflarınızı güzel oldukları için seviyorum.”
 
Ama güzellik ile hatıra birbirlerinden ayrı mıdır? Güzel olan şey, biraz da aşina olduğumuz ve hatıralarımıza benzediği için öyle değil midir? 16. yüzyılda hem bugünkü İran’da hem de İstanbul’da resmetmiş nakkaşlardan Velican, “Güzellik, aklın kendiliğinden bildiği şeyi, gözün dünyada yeniden keşfetmesidir” demişti.
 
Bir şehirde benim gibi elli yıl –bazan on beş-yirmi yıl hiç dışına çıkmadan– yaşayanlar için aklın kendiliğinden bildiği şehir güzelliği iki türlüdür: Bir, şehirde yaşadığımız duygularla ilişkilendirdiğimiz güzel manzaralar. Aslında içinden hiç çıkmadığımız bir şehrin sokakları, bir süre sonra duygusal hayatımızın bir çeşit dizini olur. Bir sokak işten atılma acısını hatırlatır, bir başka sokaktan bir köprünün görünüşü ise bir aşk mutluluğunu... İki, aklın derinden bildiği ama eşyalar, fotoğraflar, kokular olmasa bir daha hiç hatırlayamayacağı, yaşanmış şeyler. Ara Güler’in yedi yüz bin fotoğraflık arşivinde, İstanbul fotoğrafları arasında çalışırken, unuttuğum ve bana güzel gelen derin şeyi, tıpkı kayıp bir annenin yüzünü arar gibi ararım ve sürekli kendime, bana güzel gözükenin acaba başkasına da öyle gözüküp gözükmeyeceğini sorarım. Karar vermek zor, fotoğraflara bakıp altmış yıldır yaşadığım şehrin ayrıntılarını, kapı tokmaklarını, eski otobüs duraklarını, sisli köprülerden geçen satıcıları, ağaçların gölgelerini ve insanların yüzlerini, duvarları seyretmek baş döndürücüdür. Yalnızca kendi seçtiği en güzel, efsanevi fotoğraflara bakmamı ve “ötekilerle” ilgilenmememi isteyen Ara Güler, bir süre sonra beni bu sınırsız arşivde hoşgörüyle yalnız bırakır. Saatler sonra, baktığım fotoğraflardan sarhoş olarak Ara ile yeniden buluştuğumuzda, 1950 - 2000 arası İstanbul’un bir çeşit görsel hafızası olan bu büyük, inanılmaz arşivin geleceği için ne düşündüğünü sorarım hep.