Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Edebiyat » Yel, kayadan ne alır?

Yel, kayadan ne alır?

Yel, kayadan ne alır?30 Kasım 2015 - 01:11
27 Mart 1932'de dünyaya gelen, "Dünya Tiyatrolar Günü'nde doğmuşum," diyen gazeteci yazar, Milliyet gazetesi köşe yazarı Hasan Pulur, dün aramızdan ayrıldı. Geride 50 senesi Babıali'de geçmiş, dürüstlüğe adanmış bir gazetecinin hayat öyküsünü bıraktı
FİSUN YALÇINKAYA
 
"Orhan Veli öldü ve Varlık dergisi, Aşiyan’da Orhan Veli'nin mezarını yaptırmak için bir kampanya başlattı. Ben de sınıfta para topladım ve gönderdim. İki gün sonra beni Disiplin Kurulu'na çağırdılar. Disiplin Kurulu Başkanı da Galip Vardar. Tarihçi Galip Baba... 'Bre melun sen ne yapmışsın! Bana söyleseydin ben de para verseydim,' dedi." Lise yıllarında hocalarından izinsiz bir şair mezarı için para toplayan bu duygulu çocuk, ömrünü 'Olaylar ve İnsanlar' başlıklı köşesinde anlattığı bin bir türlü sosyal meseleye adamış, gazetecilikte en çok dürüstlüğe önem vermiş bir kalem: Hasan Pulur. 1954'te Son Saat'te başladığı gazetecilik hayatında son olarak Milliyet gazetesinde uzun yıllardır devam eden köşesi 'Olaylar ve İnsanlar' kapsamında 28 Mayıs 2015'te ‘Gidişat’ başlıklı son yazısını yayımlayan Hasan Pulur dün saat 12.30'da çoklu organ yetmezliği sebebiyle hayatını kaybetti. Cenazesi 1 Aralık 2015 Salı günü düzenlenecek törenin ardından Levent Camii'nden camiinden Aşiyan Mezarlığı'na aile kabristanına kaldırılacak.
 
Dürüstlüğe, duyarlılığa verdiği önemle tanınan, siyasal meseleler kadar gündelik sosyal konular, futbol, şiir, sinema ve edebiyat gibi alanlarda da yazan Pulur, tüccar burjuva bir aile olan Nemlizadelerin kızı Hamiye Hanım ile Erzurum'un Pulur köyünden, asker bir aileden gelen subay Tevfik Bey'in tek oğullarıydı. Kendi deyişiyle, "1932 eski hesapla 1348" doğumlu. Doğum günü olan 27 Mart'ı "Dünya Tiyatrolar Günü'nde doğmuşum," tanımıyla bu sanata göndermede bulunarak anmayı seviyordu. Annesi Hamiye Hanım, Trabzonlu yörenin insanlarının şöhretine uygun sert mizaçlı, kararlı, güçlü bir kadın... İstiklâl Savaşı bitiminde, pek çok genç kadın gibi o da bir subayla evlenmek istiyor. Hamiye Hanım gibi iyi bir ailenin kızına uygun bir kısmet bulmak zor değil... Usulünce ayarlanan bir 'karşılaşma'da subay Tevfik Bey'in Hamiye Hanım'ı yeşil çarşafının ardından bir kez görmesi yetiyor ve 1931'de evleniyorlar.
 
Bebekken ayrılan aile
 
Fakat Hamiye Hanım, Fransız okullarında eğitim görmüş, askeri düzenin gerektirdiklerini, kocasının kurallarını takmayan, özgür ruhlu, haydi bugünden bakarak cesaretle söyleyelim; tam anlamıyla feminist bir kadın. Evlilikte çıkan sorunlar, henüz Hasan Pulur 11 buçuk aylık bir bebekken doruğa ulaşıyor: Tevfik Bey, Hamiye Hanım'a el kaldırıyor fakat vurmuyor. Hamiye Hanım “O kalkan el bir gün iner,” diyor ve ayrılıyorlar. Hasan Pulur babasında, daha doğrusu üç yaşına dek babaannesinde kalıyor. Ardından henüz boşanma tamamlanmamasına rağmen annesi onu mahkeme kararıyla alıyor. Böylece daha bir bebekken hayatı ikili bir düzen arasında geçmeye başlıyor. Hamiye Hanım'ın kendi ailesiyle de arası hoş değil. Tek başına Kadıköy'de büyütecek oğlunu, kafasına koymuş. Ailesinin yanına gelip gitse de illa yalnız olmak istiyor. Bu da Hasan Pulur'un ilkokul yıllarında sıkça okul değiştirmesine sebep oluyor. Üstelik Hamiye Hanım, tek başına büyütmeye kararlı olduğu biricik oğlunu sokağa oynamaya da neredeyse hiç salmıyor. Baskıdan usanan Hasan, babasıyla bir olup onun yanına Nişantaşı'na kaçıyor. Pulur'un "Nişantaşı'ndaki eve kaçtım. Resmen kaçtım. Büyük bir evdi orası geniş bir bahçesi, ağaçları ve havuzu vardı. Sokakta çocuklarla oynamama da kimse ses çıkarmıyordu. Yani Nişantaşı'nda özgürlük vardı benim için," diye anlattığı bu kaçış mağrur annesiyle arasının bozulmasına sebep oluyor.
 
Demir Özlü, Güngör Uras ve Hasan Pulur Beşiktaş Balık Lokantası'nda.
 
"Hiçbir şeyden nefret etmedim atmacadan ettiğim kadar"
 
Derken babasının yanında geçen orta okul yılları başlıyor. Burada, Nişantaşı Ortaokulu'nda hocası Salah Birsel'in öğretisiyle önce Panait Istrati'yi seviyor ve şiir merakı filizleniyor. Derslerde başarılı, gayet neşeli geçiyor günleri... Hamiye Hanım oğluyla az görüşse de ona hayal gücü gelişsin diye Jules Verne okutmayı eksik etmiyor. Ancak ortaokul ikinci sınıfta fen hocası Atıfet Hanım'ın çizmesini istediği atmacanın kafa kesiti resmini çizemiyor. "Ben hayatımda atmacadan nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret etmedim," dediği kadar hakkı var bu nefrette. Zira o çizimi yapamadığı için okuldan belge veriliyor ve uzaklaştırılıyor.
 
Böylece üç yıllık bir çalışma süreci başlıyor. "Dünya kadar tuhaf adam tanırdı," dediği babasının arkadaşları arasında türlü işe giriyor. Sırasıyla buzcuda, matbaada, terzi yanında çalıştıktan sonra orta okulu dışarıdan bitiriyor ve "Hayatımın en mutlu yılları," diyerek anacağı Kabataş Lisesi yılları başlıyor. Burada da edebiyat hocası Behçet Necatigil... İşte bu yıllarda daha çok sosyal içerikliydi dediği şiirler yazıyor. Edebiyat sevgisi yaşamı boyunca sürüyor. "Duruyorlar bakalım, dursunlar bir yerde belki bir gün bastırırız," dediği şiirlerini hiç bastırmasa da, gazeteciliğe başladığı yıllar Yeditepe dergisinde birkaçı yayımlanıyor.
 
Spor muhabirliğiyle başladı
 
Liseyi bitirdikten sonra Hukuk Fakültesi’ne yazılıyor fakat maddi durumu iyi olmadığı için kara kara düşünüyor nasıl okuyacağım diye… Son Saat’te çalışmaya başlıyor böylece. Spor servisinde, kürek ve yüzme yarışlarını takip ediyor, arada sırada fotoğraf da çekiyor. Kendi deyişiyle, ‘iyi yazıyor, çok beğeniyorlar’. Sonra Şişhane’de merkezi bulunan Yeni İstanbul’a geçiyor, bu kez polis muhabiri olarak. Hem çalışıp hem okuduğu bu dönemde Hilmi Yavuz ve Demir Özlü de Hukuk Fakültesi’nde öğrenci ama Hasan Pulur onlara kantin çocukları kendine ise, “Biz Şişhane çocuğuyuz,” diyor. Ardından bu kez maaşlardaki kesintinin hesabını sorup cevap alamayınca sinirlenip, Yeni İstanbul’dan istifa ediyor. Ve aynı yıl içinde 1955’te Vatan’a geçiyor bu kez yine polis muhabiri olarak. Hürriyet, Milliyet, Vatan ve Akşam’ın polis muhabirleri ortak çalışıyorlar o dönemde. Haberleri kendi aralarında takas ediyorlar. Bu yıl aynı zamanda “Hükümetin tertibiydi (…) Günlerce Rum arkadaşlarımın yüzüne bakamadım. 6-7 Eylül’ün affedilecek, mazur gösterilecek en ufak bir yanı yoktur,” diyeceği 6-7 Eylül olaylarına polis muhabiri olarak şahit oluyor. 1956’da Havadis gazetesinde çalışmaya başlıyor. O yıl hayat arkadaşı, çok sevdiği Meral Hanım’la evleniyor. 1957’de büyük oğlu Korkut doğuyor ve aynı yıl Akşam’a geçiyor. 1958’de ise adının birlikte anılacağı Milliyet gazetesine geçerek Abdi İpekçi’yle çalışmaya başlıyor.
 
“Beni yazar yapan Abdi İpekçi'dir”
 
Tüm bu dönem edebiyat sevgisi devam ediyor. Edebiyat matinelerini kaçırmadan takip ediyor. 1960’ta Abdi İpekçi Milliyet’te Söz Sırası diye bir köşe açıyor. “İsteyen buraya yazsın ben ve Halit Kıvanç eleyeceğiz ve iyi olanlar yayımlanacak,” diyor. İşte pek çok arkadaşı gibi oraya yazan Hasan Pulur böylece köşe yazılarına başlıyor. İki sene sonra ‘Olaylar ve İnsanlar’ köşesindeki ilk yazısı çıkıyor. 1968’de küçük oğlu Bülent doğuyor. 1979’da 22 sene beraber çalıştığı, sosyal demokrat, çalışkan ve inatçı olarak tanımladığı “Beni yazar yapan odur,” diyerek anlattığı Abdi İpekçi’nin öldürülmesinden birkaç ay sonra Hürriyet’e geçiyor.
 
Ardından yeniden bir değişim. 1986’da Güneş’e geçip 1988’de yeniden Milliyet’e dönüyor. Gazetecilik yaşamı boyunca Türkiye’nin tarihini değiştiren önemli olaylara şahitlik ediyor ve onları yazıyor. Siyasi olarak Milliyet’in ilk yıllarındaki sosyal demokrat tutumunu yaşamı boyu benimsiyor. Polis muhabirliğinden geldiği için pusulası çok soru sormak ve doğru olanı aktarmaya çalışmak. Yazı işleri müdürü olduğu dönemde aynı zamanda Türkiye’nin hareketli yıllarında, haberleri nasıl seçtiğine dair bir sorulan soruya bu tutumunu gösteren bir şekilde yanıt veriyor: “En büyük kriterlerimizden biri şuydu: Bizim için bir düşünce suçu veya bir basın kavgası, sağcı-solcu diye ayrılmazdı. Biz bir haber değeri varsa eğer, asla ideolojik tutum almazdık. Bence bu çok önemli bir kriterdi. Bunun dışında, tabii biz gazete olarak sosyal demokrat bir gazeteydik. Ama bu demek değildi ki biz diğer görüşlere yer vermeyeceğiz. Verirdik elbette ama sosyal demokrat ağırlıklı haberlere daha geniş yer ayırırdık. Buradaki kriterimiz de buydu.”
 
Gazetecilik bir meslek midir?
 
Yaşamı boyunca çok sayıda gazeteci yetiştirdi, tümüyle de gazetecilikten kazandığıyla yaşamını sürdürdü çocuklarını okuttu. Ancak mesleğin nasıl olması, nasıl işlemesi gerektiğine dair pek çok yanıtlanmamış sorusu vardı Hasan Pulur’un. Bunları Sefa Kaplan’a verdiği söyleşide şöyle özetliyordu: “Gazetecilik meslek midir? Benim de yıllardır cevabını aradığım soru bu aslında. Ben 50 senedir bu işi yapıyorum, senin de en az 20 yıl olmuştur herhalde. İkimiz de yıllardır bu işten ekmek parası kazanıyoruz, çoluk çocuğumuzu bu işten kazandığımız parayla okutuyoruz. Böyle değerlendirdiğimiz zaman, gazeteciliğin ilk bakışta meslek olması gerekir gibi görünüyor. Oysa bir mesleği meslek yapan kurallardır. Herhangi bir konuda kural koymak demek, o kurallara aykırı davrananlara da müeyyideler getirmek demektir. Oysa bizim yaptığımız işin hiçbir müeyyidesi yok. Biz bugün yalan haber yazsak, herhangi bir cezası var mı bunun? Gazetecilik eğer bir meslekse ve yalan haber de bu mesleğin reddettiği bir şeyse, cezasının olması gerekir. Öte yandan, meslek dediğin zaman, kendi mesleğinin tarihini bilmeyen insan, o meslekten olamaz. (…) Birisi geliyor, bir yazı yazıyor, altına imzasını koyuyor ve arkasından, “Bu iş benimle başladı” diyor. Bu da son derece normal karşılanıyor. Onun için gazeteciliğin bir meslek olduğundan şüpheliyim diyorum ben.”
 
Eşi Meral Hanımla.
“Evlat acısı yaşanıyor, kurşun gibi delip geçmiyor”
 
 
Ona yoldaş olan karısı Meral Pulur’u 2007’de kaybetti. Beraber genç ve parasız günlerinde “Şu parayla kestane mi yesek, yoksa sinemaya mı gitsek?” diye hesap yaptığı, iki evlat yetiştirdiği, hep ve her yerde yan yana olduğu karısını. Ardından verdiği bir röportajda, “En çok can yoldaşımı, hayat arkadaşımı kaybettim. Babandan, annenden, çocuğundan daha yakın kocan ya da karın sana. Kimse babasının, annesinin yanında çamaşır filan değiştirmez, onun yanında yapıyorsun. Meral benim en yakınımdı. Şimdi yok. Kaldık mı bir başımıza. E koyuyor tabii. Pantolon askısı takarım yıllardır. Arkadaki klipsleri o sıkardı. Sabahları ilaçlarımı o verirdi, ben bilmezdim, hangisini almam lazım. İş başa düşünce öğreniyorsun tabii. Ama zor, çok zor,” dedi.
 
Hayatında yaşadığı en büyük acı ise belki de 2010’da oğlu Korkut Pulur’u kaybetmesi oldu. Oğlunun ardından ilk kez bu denli kişisel bir yazı kaleme aldı ve dedi ki, “Önce babamız, sonra anamız, sonra elli yıllık eşimiz ve sonunda da elli üç yıllık oğlumuz... Fethi Naci isyan eder: “Acıyı yaşadım ben, yalnızlığı ve sevgisizliği... Bir ölüm kaldı, o da umurumda değil, ölüm yaşanmıyor ki!” Ama evlat acısı yaşanıyor, kurşun gibi delip geçmiyor, yüreğinizde yerleşik, tek çare ölüm.” Bu iki acının ardından yine de son günlerine kadar hayata tutundu Hasan Pulur, köşe yazılarına 28 Mayıs 2015'e dek devam etti.
 
Peki, ‘yel, kayadan ne alır’... Hasan Pulur'un yazılarında anlatımlarında geçen, ondan öğrendiğimiz bir deyim bu... Bir ömür elbette bitiyor, çare yok, doğa bu, fakat ardında ne kalır? Kaç yazılmamış yazı, basılmamış şiirler, vakit bulunamadığı için bitirilemeyen birkaç senaryo ve hiç tükenmeyen bir merak 'olaylara ve insanlara' karşı... Oğul, torun, akraba, arkadaş, dost, basında çalışan yetiştirdiği sayısız meslektaş... Ama tüm yarımlıklara rağmen biliriz ki bir ömür kaya gibi ağırlığınca yerinde kalır. Hasan Pulur da yerine yellerin yıpratamayacağı bir kaya bırakır. 
 
Bizim Fenerbahçeliliğimiz
 
Hasan Pulur'un Milliyet'te yayımlanan son yazılarından biri Fenerbahçe üzerine. Hayatı boyunca tutkunu olduğu takımın geçmişini ve güncel durumunu değerlendiren yazar, anılarını anlattığı Sefa Kaplan tarafından hazırlanan ‘Olaylar ve İnsanlar’ın Peşinde bir Ömür’ adlı nehir söyleşi kitabında, takıma olan tutkusunu şöyle anlatıyor: "Benim Fenerbahçeliliğim babamdan gelir. Babam neden Fenerbahçeliydi? Kurtuluş Savaşı sırasında, İstanbul'dan gelen tek hayırlı haber Fenerbahçe'nin galibiyetiymiş. İşgal yıllarında İngilizleri yendiği maç var ya, işte ondan söz ediyorlar. Bunun için askerlerin çoğu bugün bile Fenerbahçelidir. Babam hiç öyle şeyler yapmazdı ama bir kez beni alıp Kadıköy'de Fenerbahçe - Galatasaray maçına götürmüştü. Hiç unutmuyorum, ‘Taka’ namıyla maruf Naci Bostancı daha üçüncü dakikada bir gol atmıştı ve maç Fenerbahçe'nin 1 - 0 galibiyetiyle bitmişti. O takımı bugün bile ezbere sayabilirim."