Erkeksiz bir dünyanın tek erkeği olmak
20 Nisan 2018 - 01:04UĞUR UGAN
150 yıl boyunca siyasete de ekonomiye de kültüre de sadece kadın eli değince eski dünyanın tüm kuralları değişiyor.
Ve tam böyle bir dünyaya bir gün bir erkek çocuk doğuyor; Constantine. Yalnızca kadınların olduğu dünyanın yapayalnız tek erkeği. Kimselerin bilmediği bu yeni türü herkesten gizlemek zorunda kalan ise sadece iki kadın var.
Cem Akaş yine onu takip eden okurlarını kendi dünyasına davet ediyor. 90'lı yıllarda yakaladığı kendine has okur kitlesini bu kez kadın ve erkek olmanın sorgulamaları üzerine çağırıyor ve "Y" romanı ile yine koskoca bir yalnızlık hikayesi anlatıyor.
Cem Akaş ile son romanı "Y"yi ve Can Yayınları'ndaki yayın yönetmenliği görevinin yaratacağı değişiklikleri konuştuk.
Uğur Ugan: Yeni romanınız “Y”de, sizi takip eden okurlarınıza yine tabiri caizse size özgü bir 'Cem Akaş fantezisi' sunup bu kez dünya üzerinde erkek türünün olmadığı bir dünya kurdunuz. Sadece kadınlardan kurulu bir dünya mevcut dünyadan farklı ne vaat ediyor? Huzurun sağlanması; siyasete, ekonomiye, kültüre, mimariye yalnızca kadın eli değmesi ile mi mümkün?
Cem Akaş: Nüfusun yarısının ortadan kaybolmuş olduğu bir dünya bu, dolayısıyla şehirler çok daha ferah, işgücü çok daha düşük, üretim ve tüketim dengeleri yepyeni bir seviyede baştan kurulmuş, üremek için cinsel ilişki gerekmiyor, doğum kontrol diye bir şey kalmamış, penisin tahakkümü ortadan kalkmış. Bu veriler çok belirleyici görünüyorsa da bunlardan hareketle bile çok farklı dünyalar kurulabilir; benim “Y”de kurduğum da bunlardan sadece biri.
Romanda yer verdiğimden çok daha fazlasını kendim için kurdum aslında, o dünyanın içinde rahat hareket edebilmek için. Huzur konusunda o kadar emin değilim; huzursuzluk insana özgü bence, yalnızca erkeğe değil. Bu dünyada da çeşitli huzursuzluk kaynakları var, ama bunların önemli bir kısmı yine erkeklerin mirasıyla ilgili. Bu yeni dünya, erkeklerin dünyasının toptan reddi üzerine kurulmuş; yok olan erkek soyunun arkasından ağıt yakılan, erkeklerin özlemle anıldığı bir yer değil, tam tersine, toplumsal bazda olsun, kültürel bazda olsun erkeklerin mirasını yok etmeye, yok saymaya, unutturmaya adanmış bir toplum düzeni söz konusu. On binlerce yıllık baskı ve zulmün arkasından bu da çok normal sayılabilir. Yine de bazı kadınlar, yeni kuşak kadınlar diyelim, bu konuda artık gevşeme zamanının geldiğini düşünüyor, “militan cumhuriyetçi” değiller bir anlamda, bu da toplumda dinamik bir “huzursuzluk” yaratıyor.
-Bu dünyayı yine bir erkek bozuyor; Constantine. Bu atmosferin yaratılması bir erkek yazar olarak hemcinsinize yönelik bir sorgulama diyebilir miyiz? Böyle bir temanın bir kadın yazar tarafından değil de bir erkek gözüyle kurulması ne derecede önemli? Kadın bir yazar tarafından böyle bir izlek oluşturulsaydı etkisi azalır mıydı?
Kuşkusuz diyebiliriz. Erkeksiz bir dünyayı bir erkeğin hayal etmesinin avantaj ve dezavantajları var elbette. Bir tür özeleştiri barındırdığı için bazı kusur ve eksiklikler daha kolay hoşgörülebilir belki, ama erkek dediğiniz şey kadından çok daha sınırlı bir model, kendisinin yokluğunu ancak bir yere kadar hayal edebiliyor. Bir kadın yazarın elinde aynı tema eminim çok daha özgürleştirici, kafa açıcı bir metne dönüşür.
- Sizi bu romanı yazmaya ilham veren şey son yıllarda erkek egemen dünyanın ve erkek şiddetinin daha önce hiç olmadığı kadar kendini hissettirmesi miydi?
Sosyal medya gerçekliği çok tuhaf bir şey. Erkek şiddetinin tarih içindeki boyutlarını bilmiyor değildik, günlük yaşamda neler yapabileceğinden habersiz değildik, ama bizzat bu şiddetin kurbanı olanlar bile bunun ne kadar yaygın olduğunu, tüm dünyada toplumsal dokuya nasıl sirayet ettiğini bilmiyordu bence. Sosyal medya bu şiddetin görünürlüğünü çok artırdı, hatta çok yankı yapan bir yer olduğu için, gösterdiğinden daha da fazlasını gördüğümüzü hissettik. İnsanda “yetti bu erkeklerden çektiğimiz” tepkisini yaratmaması çok tuhaf olurdu.
-Edebiyatımızda fantastik bir ütopya ya da distopya eksikliği olduğuna katılır mısınız?
Eksiklik olduğuna katılmıyorum. Az olabilir, ama bu bir eksiklik değil. Demek ki Türkiye’nin insanları her şeyin güllük gülistanlık olmasını istemediği gibi, her şeyin bir karabasan gibi bunaltıcı olmasını da istemiyor, buna kafa yormak da istemiyor. Televizyon dizisi ya da sinema filmi olarak da görmüyoruz ütopya ve distopya üretimini. Sosyolojik bir durum bu bence. Geçen gün bir yapım şirketinin yöneticisi bunun cümlesini kurdu bana: “Türk izleyicisine distopya izlettiremiyoruz tabii.” Öte yandan, “Y” için ütopya ya da distopya diyebilir miyiz emin değilim.
-Her şeye rağmen Orhan Kemal'in 1968 tarihli Tersine Dünya romanının olduğu bir edebiyatımız var. Tarih boyunca edebiyatımızda kadının konumu nasıl oldu? Edebiyatımızda kadın edilgen miydi?
Kadın karakterlerin çok güçlü olduğu çok sayıda yapıt var edebiyatımızda, bazılarını kadın yazarlar yaratmış, bazılarını erkekler. Halide Edib’in Handan’ı, Reşat Nuri’nin Feride’si, Leyla Erbil’in Nermin’i, Sevgi Soysal’ın Tante Rosa’sı ilk aklıma gelenler.
- Sizi insanlar 90'lı yıllarda "7" romanı ile sevdiler. Orada öncü ve peygambervari bir kahramanı işlemiştiniz. "Y"de de yine yalnız bir ilk adam var. Kahramanlarınız bu dünyada yeniden doğuşu sağlamaya yönelik bir nevi 'kurtarıcı-mesihyen' bu çağın peygamberleri mi? Cem Akaş'ın çağına söylediği bir mesaj olarak algılayabilir miyiz? Yazarın da bir nevi tanrı rolüne soyunduğunu düşünürsek, bu çağa gönderilen yeni peygamberler mi bunlar?
İlginç bir yerden bakıyorsunuz. “7”nin peygamber adayı Hakan, kendi peygamberliğini reddediyordu, bu da çağ için çok olumlu bir mesaj olmayabilir. Constantine’in durumu daha karışık, ama kendi bireysel kimliğinin ötesinde, erkekliğin peygamberi olduğunu söyleyemeyiz aslında. Şunu belki daha rahat söyleyebiliriz: romanlarımda karakterlerimi kendilerinden büyük bir sistemin karşısına çıkarmayı seviyorum; o yüzden verdikleri mücadele de kişiselin ötesinde bir mücadele haline gelebiliyor.
-Can Yayınları'ndaki yeni göreviniz hayırlı olsun. Sizin yeni görevinizle birlikte Can Yayınları'nda yeni dönemde gözle görülür değişiklikler olacak mı?
Can Yayınları Türkiye’nin köklü ve etkili yayınevlerinden biri, ciddi bir geleneği var. Ben yayınevinin etkinliğini daha kurumsal bir yapıya oturtmak ve alanını genişletmek konusunda katkıda bulunabileceğimi düşünüyorum. İyi edebiyatın görünürlüğünü artırmak istiyorum.
-Can Yayınları denince akla hep meşhur kitap kapakları geliyor. Yeni kapak tasarımları okurlar tarafından nasıl karşılanıyor? Halen eski kapakları isteyen okuyucuların tepkileri var mı?
Ben her kitabın kendine özgü bir kapak tasarımı olmasını seviyorum, ama yayınevlerinin kurumsal bir tasarım benimsediği bazı örnekleri de seviyorum. Birinden birini seçmek zorunda değiliz aslında, yayınevi olarak da okuyucu olarak da. Aynı kitabın farklı farklı tasarımlarla okuyucuya sunulması mümkün ve bu bana okuyucunun beğenisine saygının bir gereği gibi geliyor.
- Can Yayınları önümüzdeki dönem kurgu dışı kitaplara ağırlık verecek mi?
Can’ın kurgu dışı kitapları zaten var; bunları daha iyi tanımlı ve daha geniş çerçeveli bir biçimde ele alacağız.
- Mini kitaplar serisi okurlardan ilgi gördü mü yoksa kitabın formunu bozduğunu düşünenler var mı? Kitaplarla ilgili materyaller hazırlamak (t-shirt, çanta, kupa gibi) yeni nesil okurlarda kitaba olan ilgiyi artıracağını düşünüyor musunuz?
Mini kitaplar beklenenin üstünde bir ilgi gördü gözlemleyebildiğim kadarıyla; bu kitapların sayısını, çeşitliliğini artıracağız. “Merchandise” adı verilen ürünlerin okuyucuyu kitaba çekmesi benim için sürpriz olur, kitap okuyan insanların ürünlere ilgi duymasını beklemek daha normal. Ben şahsen kitaptan bağımsız birer nesne olarak bakıyorum bu ürünlere; diyelim ki kupa alacağım, düzü var, çiçeklisi var, grafik desenlisi var, bir de “Yaptım, ama bi sor niye yaptım?” diyen Raskolnikov’lusu var, hangisini seçerim? Ama kitabın ve edebiyatın yansımalarının günlük yaşamda daha çok olmasını, daha görünür olmasını sağladığı doğru, bunu da kendi adıma sevindirici bir gelişme olarak görüyorum.