Cankurtaran sandalı cebindeki kalemden ibaretti
23 Ekim 2015 - 10:10 | Fotoğraf: Ercan ArslanGözaltılar, hapisler, linç girişimleri gibi zorluklara karşı mücadelesinde cankurtaran sandalı cebindeki kalem olan Çetin Altan 88 yaşında hayata gözlerini yumdu
NİL KURAL
Türkiye’nin yetiştirdiği en güçlü kalemlerden, üretkenliği ve ülkenin sorunlarıyla ilgili tespitlerindeki ileri görüşlülüğüyle uzun meslek hayatında hem övgülere boğulan hem davalarla kuşatılan Çetin Altan, tedavi gördüğü Fatih Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde zatürreye bağlı solunum yetmezliği ve septik şok nedeniyle dün 88 yaşında hayatını kaybetti. Yazı yazmayı bir yaşam aracı değil, bir yaşam amacı olarak gören; köşe yazısı, deneme, roman, şiir, tiyatro oyunu gibi edebiyatın her alanında eser veren Altan, okuyucularına 20 bini aşkın köşe yazısı, 44 cilt kitaplık bir miras bıraktı. Elbette bir de sosyalist görüşlerinden ödün verilmeden yaşanan, gözaltılar, hapisler, linç girişimleri gibi zorluklara rağmen dimdik, dürüst sürdürülen bir hayatın anılarını. Çok sevdiği sözcüklerle 'enseyi karartmadan' geçen bir hayatın edebi bir görkemle kaleme alınmış izlerini de. Altan için bugün 11:30'da Milliyet gazetesi binasının önünde bir anma töreni düzenlenecek, Çetin Altan'ın cenazesi daha sonra öğle namazına müteakip Teşvikiye Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığı’nda defnedilecek.
İlhan Selçuk’un cümleleriyle “Ve Çetin daktilosunun tuşlarında gece sabahlara kadar yazarlığın çilesine hazırlanıyordu. Madem ki gerçek bir yazardı Çetin... İftiralar bekliyordu kendisini. Jurnaller bekliyordu. Tehditler bekliyordu. Küfürler bekliyordu... Tüm karanlık kuvvetler, onu ezmek, sesini kısmak için pusu kurmuşlardı...” şeklinde anlatılan güçlüklerle sınanan yaşamı 1927’de İstanbul’da başladı. Dedelerinden biri Altan’ın anılarında yer eden Göztepe’deki büyük bahçeli ahşap köşkte yaşayan, Atatürk’ün arkadaşı Kırım göçmeni Tatar Hasan Paşa’ydı. Babası da kendisi gibi Galatasaray Lisesi’nden mezun, hukuk, felsefe ve edebiyat okumuş, 1. Dünya Savaşı’nda Romanya’da savaştıktan sonra Cumhuriyet'in ilk yıllarında yabancı şirketlerle ilişkileri düzenlemekle görevli Şirketler Komiseri olmuş Çamlıcalı Hamit Bey.
Çetin Altan babasının tayini nedeniyle yaşadığı Edirne'deki çocukluk günlerinde.
İlk cümlesi: "Canım sıkılıyor"
Ailenin ilk çocuğu Çetin Altan 2,5 yaşındayken babasının tayini Umur-i Hukukiye Müdürü olarak Edirne’ye çıkar. Edirne’deki ilk çocukluk anılarında baskın duygu sıkıntıdır. “1932 taşrasının kendi durgun ve sönük dengesi içinde dört yaş çocuğuna verebileceği üç şey vardı: Korku, dayak ve kapı önü sokağı...” diyen Altan, sokaktan mahrum büyür. Konuşmaya başladığında en sık tekrarladığı cümle “Canım sıkılıyor” olur, aile bunu yadırgamaz. Altan ailesini “Kartvizit olarak ailenin hem maddi, hem manevi durumu bir hayli göz alıcıydı. Ama yaşamı, bilip öğrendiklerinin dışında, bir kez daha yoğurup değerlendirme açısından köklü bir Osmanlılığın değişmezliği ve kıpırtısızlığı içindeydiler,” diye tarif edecektir.
İleride Osmanlılığı, Osmanlı mirasını köşe yazılarında sık sık irdeleyecek; aileden başlayan bu sorgulama süreci Altan’ın Cumhuriyet Türkiyesi'nin aksaklıklarını, geri kalmışlıklarını, habisleşmiş yönlerini anlama ve anlatmadaki anahtarlarından biri olacaktır. İlkokulun ilk sınıfını okuduğu Edirne’yi tayinlerle birlikte, Göztepe, Ankara’da okunan birer yıl, sonra da Galatasaray Lisesi takip eder.
Annesi Nurhayat Hanım ile.
Galatasaray Lisesi 835 numaralı öğrenci
Babası onu bir pazar gecesi Galatasaray’a yazdırır. Numarası babasıyla aynıdır, 835. İlk yılların sıkıntısının yerini ailenin ilgisizliğinden kaynaklanan bir mutsuzluk alır: “Galatasaray’a da o yıl (1936) girdim. Bundan böyle uzun yıllar, ne kız arkadaşım; ne başkaları gibi aile özlemi sıcaklığında geçecek cümbüşlü hafta sonu ve bayram tatillerim; ne de babamın müdür muavinine toptan bıraktığı yirmibeş kuruşluk haftalıklarımdan başka bir harçlığım olacaktı.”
Göztepe’deki köşkte hafta sonlarını geçirir, onu okuldan bahçıvan alır, pazar geceleri köpek ulumalarının tek ses olduğu bomboş okula bırakılır. “Şen şakrak bir yaşam sevinciyle sarmalanamamıştım,” diye tarif eder, 'yuvasız kuş yalnızlıkları' tamlamasını kullanır. Kendini okumaya vurur, çok erken yaşta şiirler yazmaya başlar. Üzerinde büyük etkisi olan döneminin ünlü isimlerinden eğitim alır. Okuduğu kitaplar ve siyaset yıllarında mükemmelleştireceği hitabet yeteneği onu çocukluğunda bile iyi bir hikaye anlatıcısı yapar, sınıfta polisiye hikayeleri anlatırken arkadaşları sus pus dinler.
12 Mart'ın ünlü avukatlarından, daha sonra Altan ailesinin üç kuşağının avukatlığını üstlenmiş, iki sene önce hayatını kaybeden Gülçin Çaylıgil ile.
İlk kitabı 19 yaşında
1942 yılında Foto Süreyya’nın yayınladığı Foto Magazin dergisinde Genç İstidatlar köşesinde ilk şiiri platonik aşkı Şükran’a ithafla yayımlanır, Altan uzun kariyerin bu ilk adımı için “İlk tattığım en büyük mutluluk...” diyecektir. Devamı gelir: Falih Rıfkı Atay'ın kardeşinin yayımladığı İstanbul, Sedat Simavi’nin Yedigün’ünde yayımlanan şiirler… İlk gazetecilik adımını ise Yeşil Giresunlu adlı yerel gazetede yazmasıyla atar. Çok önemli bir yayın olan Yeni Adam’da yazmaya başlar. Okul yıllarında yazdıklarını bir araya getirdiği ilk kitabı ‘Üçüncü Mevki’ de köşkteki yalnız hafta sonlarında ona eşlik eden babaannesinin verdiği parayla basılır. Galatasaray Lisesi’nde okuduğu dönem 1946’da “Babacığım Galatasaray’ı bitirdim” telgrafıyla sonlanır. Altan için kalemiyle geçinmek en önemli mevzulardan biri olur. Galatasaray’ın dergisinde yayımlanan bir şiirindeki iki mısra “Bilinmez ufuklara demir alan şu gemi, ne yazık dönmeyecek bir daha bu sahile”dir. Otobiyografisinde, “Gemi rıhtımdan ayrılmıştı, Hangi kasırgalara doğru gittiğinden habersizdim. Batarken tutunmaya çalışacağım cankurtaran sandalının da, ne kırılınca kullanılacak yedek ıskarmozları vardı, ne de kopan ıskarmoz kayışları yerine kravatla bağlanacak kürekleri. O cankurtaran sandalı cebimdeki kalemden ibaretti,” yazacaktır. Öyle de olur.
Ancak ilk planı babası gibi hukukçu olmaktır, bu sebeple Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kayıt olur. 19 yaşında Ulus Gazetesi’nde para almadan çalışmaya başlar. İmzalı ilk haberi iki satırdır: “Vilayetin elindeki aygır miktarının çokluğu nedeniyle bu sene alım yapılmayacaktır.” 40 gün sonra Ulus gazetesinden maaş alır, muhabir basın kartına kavuşur. Bu arada edebiyat çevrelerine dahil olur. Aziz Nesin’le Yeni Adam’da tanışmıştır, Ulus’un baş röportajcısı Şinasi Nihat Berker’in onu götürdüğü Kürdün Meyhanesi’nde ise Cahit Sıtkı, Orhan Veli, Melih Cevdet’ın aralarında olduğu edebiyatçılarla tanışır. İşte o meyhanede Cahit Sıtkı, genç Altan’a sence şair nedir diye sorar. Cevabı zekasını ve genç yaştaki olgunluğunu yansıtır: “Herkes evin bir penceresinden bakar dünyaya. Şair, ise damdan, her tarafa birden bakan adamdır.”
Halit Kıvanç, Abdi İpekçi, Hasan Yılmaer, Çetin Altan ve Şefik İnan, Milliyet gazetesinde bir toplantıda.
Gazetede kavga
Bir yandan Shakespeare ve Maupassant’dan çeviriler yapar. Yazar olmasını hiç istemeyen, ilk yazılarında tashih edilecek hatalar bulan, yazarlığına ise “Şöhret afettir oğlum. Yazar çizer takımı serseri olur. En iyisi yine memuriyettir,” diyen babasıyla ilişkileri gerilir. Kavga edip, Ulus gazetesinde kalmaya başlar. Bu yüzden İstihbarat şefi İlhan Paniç’le kavga ederler. Ona şişe fırlatan Paniç’e sandalye fırlatan Altan, gazeteciyi öldü zanneder. Onu bir bankta bulup, gazeteye gidip gerekirse polise teslim olmaya teşvik eden Orhan Veli’dir. Paniç’in sağlığı iyidir ancak Altan bu kavgadan sonra gece servisine geçer. Gece servisindeki iş arkadaşlarından biri de dış haberlerde çalışan Bülent Ecevit’tir. Hukukta üçüncü sınıftayken Kerime hanımla evlenir, 1950’de Ahmet Altan, 1953’te ise Mehmet Altan doğar. Bir yandan Ulus’ta çalışırken, Varlık’ta şiirleri, Seçilmiş Hikayeler’de yazıları yayımlanır. Bütün bunlar edebiyatın her alanında kalemine hakim olduğunun işaretidir. 1950’de hukuk fakültesini bitirir. Bir yandan Akşam’da da çalışmaya başlar, diğer yandan 1952’de Hürses’e fıkra yazar. Basın tarihinin efsane köşe adlarından birini dönemin genel yayın yönetmeni Turan Aytun, Hürses’te koyar: ‘Şeytanın Gör Dediği’.
Çocukları Mehmet Altan, Zeynep Bakan ve Ahmet Altan ile.
“Asıl belkemiği tiyatro olsaydı…”
Geçinmek için her zaman çok çalışmak zorunda olan Altan, Dünya Gazetesi’nde de muhabirlik yapmaya başlar. İlk davası da Kore’deki Türkiye birliğiyle ilgili bir haberinde milli menfaatler aleyhinde faaliyette bulunduğu gerekçesiyle açılır. Araştırmaları güçlü ve sözünü sakınmayan kalemiyle birleştiğinde iktidar sahipleri için kabuslar yaratmaktadır. Bu, fikir suçlarıyla yargılanacağı yüzlerce davanın ilkidir. Bir gece gözaltında kalır. Bu dönemde ‘Balkabağı’ adlı mizah dergisini çıkarır. Tan Gazetesi’nde çalışır. Radyoda “Çetin Altan diyor ki...” adlı programı yapar. Askere gider. Tiyatro oyunlarının ilkini Muhsin Ertuğrul’un da teşvikiyle yazar ve 1957’de ‘Çemberler’ Devlet Tiyatroları’nda sahnelenir. Aslında geçim derdi olmasa tiyatro oyununu merkeze alacağını, yıllar sonra yazdığı “Ne olurdu kalem ve kağıtla yürüttüğüm onca serüvenin asıl bel kemiği tiyatro olsaydı,” cümlesiyle anlatır. “Hayat roldür, tiyatro gerçektir. Hayatta rol yapan insanların gerçek yüzünü tiyatroda gösterebilirsin,” diyen Altan, 1960’da en sevdiğim piyesim dediği ‘Beybaba’, 1961’de ise ‘Mor Defter’, ‘Yedinci Köpek’ gibi nice oyunlar kaleme alacak, edebiyatın bu alanından hiç kopmasa da, bel kemiği haline getiremeyecektir.
Altan, 12 Mart darbesi sonrası yazıları nedeniyle iki kez tutuklandı, bir yıl Sağmalcılar Cezaevi'nde kaldı.
Selimiye'de 15 gün, Sağmalcılar'da bir sene
Şeytanın Gör Dediği’nin dışındaki diğer efsane köşesi ‘Taş’, 1958’de Akşam gazetesinde başlar. Bu ismin çıkış hikayesi Altan’ın böbrek taşı ağrılarına bağlıdır: Ağrı çekerken köşenin ismi ne olsun diye sıkıştıran gazete çalışanlarına cevaben bir anda ağzından ‘taş’ kelimesi çıkar. Taş sertliğinde yazılarına dava üstüne dava açılır. Yurtdışı gezilerine çıkar; Romanya'ya, İran'a ve Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann’ın davasını izlemek üzere İsrail’e gider. Açılan davalardan kurtulmak istemesinin etkisiyle milletvekili seçilmeyi düşünür. Tam da bu dönemde Mehmet Ali Aybar’ın teklifiyle Türkiye İşçi Partisi’nden (TİP) bağımsız aday olur. TİP’in meclisteki 14 milletvekilinden biridir, kendini “İstanbul’un ilk sosyalist milletvekili” diye tanımlar. Meclise girdiği yıl dört kitabı yayımlanır, ‘Bir Uçtan Bir Uca’, Ara Güler’in fotoğraflarıyla, ‘Al İşte İstanbul’, ‘Atatürk’ün Sosyal Görüşleri’ ve ‘Sömürücülerle Savaş’.
1969’da milletvekilliği dönemi bittikten sonra 1971’de 12 Mart darbesi sonrası yazıları nedeniyle gözaltına alınır. Selimiye Kışlası’na götürülür. Gözaltı süresi olan 24 saat değil, 15 gün gözaltında tutulur. Yakınları onla ilgili bilgi alamaz. Bir gün tahliye kağıdı imzalatılır ama serbest bırakılmaz. Öldürülebileceğini düşünür. Üç ay Maltepe Askeri Cezaevinde kalır. Çıktığında ilk romanı ‘Büyük Gözaltı’yı yazar. Kitap basılmadan bir yazısına açılmış davadan yeniden tutuklanır. Bu kez Sağmalcılar Ceazevi’nde tutsaklık günleri başlar. İlk romanı 'Büyük Gözaltı' Orhan Kemal Ödülü alır. Seçiciler kurulu başkanı Vedat Günyol’a yazdığı teşekkür mektubunda “Ödül verildiğini bildiren telgrafınızı bir cezaevi gecesinde aldım,” diye yazacaktır.
Altan, Milliyet yazarı olmadığı dönemde Abdi İpekçi ile söyleşirken.
Ya taşraya ya mizaha
27 Aralık 1973’te cezasının bitmesine dört gün kala Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk af hakkını kullanır. Hapisten çıksa da baskılarla imtihanı hiç bitmeyecektir, “Cezaevinden çıktıktan sonra yani iki yıldır, çeşitli nedenlerden büyük basında günlük yazılara devam olanağını pek bulamadım,” diyecektir. Edebiyatın başka alanlarına ağırlık verir. 1974 yılında yazdığı ‘Bir Avuç Gökyüzü’ adlı romanı ise dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın talimatıyla müstehcenlik suçlamasıyla toplatılır. Sonra yasak kaldırılır. Bu arada ‘Büyük Gözaltı’ Fransa’da basılır, aynı yıl ‘Viski’ de yayınlanır. Altan, dönemin mizah dergisi Çarşaf’ta yazmaya başlar: “Bizde değişmeyen bir formül vardır. Solcu bir yazar, komünistliği tescillenince iki yere doğru itilir; ya taşra basınına, ya mizah dergilerine...”
1980 yılında, daha önce 1959'da ilk kez girdiği Milliyet Gazetesi’nde köşe yazılarına başlar. 1982’de Milliyet’ten ayrıldığında yorgun geçen yılların ardından bir hayalini gerçekleştirir, bir süre Paris’te yaşar. 1987’de edebiyatın farklı türlerindeki tükenmeyen yeteneğini bir kez daha sergiler, polisiye türündeki ‘Rıza Bey’in Polisiye Öyküleri’ni kaleme alır. 1986’da kısa bir süre Hürriyet’te çalıştıktan sonra 1998’de tekrar Milliyet gazetesine döner. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi köşe yazarlarından olan Çetin Altan, hayatı boyunca demokrasinin, insanca yaşanabilecek bir Türkiye’nin mücadelesini tek güvencesi olan kalemiyle verir. Altan, 25 Haziran 2015’de Cumhuriyet’te yayımlanan yazısında “Torunlarımıza bırakmayı hayal ettiğimiz ülke bu değildi. Artık anlaşılıyor ki ülkeme demokrasinin geldiğini göremeden ayrılacağım bu dünyadan,” diyecekti. Çetin Altan, vicdanın sesini tek kıstas alan bir yazardı, hep öyle kaldı: “İnsanlar acı çekerken, ezilirken, yoksul kalırken ben daha keyifli bir hayat yaşasaydım, hiç sesimi çıkarmasaydım, bu yaşa geldiğimde asıl o zaman ‘Değdi mi’ diye sormak gerekirdi. ‘Değdi mi insanların acısına arkanı döndüğüne’ diye sormak gerekirdi. Yaptıklarım, yazdıklarım bir işe yaradı mı bilmem ama bir daha yaşasam gene aynı şekilde yaşardım.” Çetin Altan, kimsenin değdi mi diye sormayacağı onurlu bir hayat yaşadı, yarım asırı aşkın meslek hayatında edindiği yüzbinlerce okuru şahididir.
Peyami Safa'nın yerine Milliyet'e
1959’da Milliyet’in Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi, Çetin Altan'a sorar: “Peyami Safa’nın yerine Milliyet’e gelir misin?”. ‘Taş’ Milliyet’e taşınır. O noktada Çetin Altan o kadar güçlü bir kalemdir ki, ‘Taş’, Milliyet’in tirajını 75 binden 215 bine çıkarır. Milliyet'le özdeşleşen kalemlerden Altan, gazetenin okurları için binlerce yazı yazar.
"Canım yazı yazmak istemiyor…”
Çetin Altan’ın Türkiye basın tarihine geçmiş ve sık sık hatırlanan yazılarından biri tek cümleden oluşur: “Bugün canım yazı yazmak istemiyor.” Altan, bu yazısını Türkiye’nin en çalkantılı döneminden sonra yazar. 28-29 Nisan’da Ankara’da çıkan öğrenci olayları şiddetle bastırılmış, İstanbul'da çıkan olaylarda yaklaşık 40 öğrenci yaralanmış ve İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz polisin kurşunuyla öldürülmüştür. Emeksiz’in yasını tutan bu cümle, Altan gibi üretken ve yazıya âşık bir yazarın kısa ve gücünü hiç kaybetmemiş isyanıdır.
Altan, ileride aynı davada yargılanacağı oğlu Ahmet ile.
Yazarlık, tanımadıklarının sevgisine sığınmak için
Çocukluğunda karşılaştığı ilgisizlik ve sevgisizliğin kendisini yazarlığa yönelttiğini yazacaktır: “O yaşlarda yokluğunu çok çektiğim sevgiyi, sonradan kimbilir ne kadar aradım. Ama bir kez yüreğimin içi, daha parmak kadarken özlediği sıcaklığı bulamamanın ürküntüsüne uğramıştı. Çok genç yaşta kendimi yazıya vurmakta o ürküntünün rolü büyük olsa gerek. Hani madem tanıdıklarınca sevilmeme acısı zor, öyleyse tanımadıklarının sevgisine sığınmaya çalışmaktan başka çare yok gibi.”
“Tabutunu taşırlar oğlum”
Sözünü hiç sakınmayan ve sert yazılar kaleme alan Altan, Yeni Ulus’ta çalıştığı dönemde Bülent Ecevit’in kayınpederi Namık Zeki sert bir yazısı üzerine der ki, “Diyorum ki Çetin, hiç olmazsa dört kişi bırak...”. Çetin Altan, “Affedersiniz efendim, anlayamadım...” deyince Zeki’nin yanıtı şu olur: “Tabutunu taşırlar oğlum...”
"Karanlıkta Uyananlar" filmi üzerine İstanbul'da düzenlenen bir açık oturumda İlhan Selçuk, Beklan Algan, Ayperi Akalın ve Doğan Özgüden ile (1964).
“Yaşamasını becerememişlerden biri demesinler”
Çocukluk anılarını güçlü kalemiyle anlattığı “Kavak Yelleri ve Kasırgalar”da onu Prusya disipliniyle eğitmeye çalışan dedesinden bahsettikten sonra şöyle yazar: “Kim bilir onlar (torunlar) da ilerde, beni nasıl görüp anlatacaklar? ‘O da yaşamasını becerememişlerden biriydi,’ demelerini istemem. Bu sır, okuyucuyla benim aramda, tüllerle kat kat örülmüş bir gizlilikle kalmalı.”
Yaşar Kemal: “Allahtan romanı ciddiye almadı”
Orhan Pamuk, katıldığı bir programda “Geçmiş yüzyılın en parlak köşe yazarı Çetin Altan’dır, hiç şüphem yok bundan,” diye tarif eder Altan’ı ve Yaşar Kemal’le aralarında geçen şu konuşmayı aktarır: “Bir kere Yaşar Kemal’le Divan Oteli’nde buluşmuştuk. Çetin Altan’a da rastladık. 4-5 saat hep birlikte konuştuk… Ertesi gün Yaşar Kemal telefon etti dedi ki, “Nasıl Çetin? Ne kadar cin gibi değil mi? Orhan, Allah'tan romanı ciddiye almadı.”
Pamuk, Milliyet’te Filiz Aygündüz’ün söyleşisinde ‘Kara Kitap’ın köşe yazarı karakteri Celal Salik’le ilgili bir sorusuna cevaben “Celal Salik’de Çetin Altan’dan biraz etki vardır. Çünkü Çetin Altan köşe yazarlarımızın en hümanistidir; insani bilgilerinin hepsiyle ilgilenir. İşte sosyoloji, edebiyat… Bütün bunlara sırf insanla ilgili bilgi olduğu için saygı duyar, hatıralara meraklıdır. Alaycılığını dengeleyen ciddi bir merakı vardır” diyecektir.
Etiketler: Çetin Altan milliyet Nil Kural Galatasaray Lisesi ankara hukuk gazete köşe yazarı vefat ilhan selçuk Yaşar Kemal Orhan Pamuk Cahit Sıtkı Tarancı Vedat Günyol