Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Diğer » “Utanç duyma, ahlâk duygusuna aittir”

“Utanç duyma, ahlâk duygusuna aittir”

 “Utanç duyma, ahlâk duygusuna aittir”05 Haziran 2023 - 11:06
Sosyolog Ali Akay’ın “Savaş Ontolojisi” üzerine verdiği dersleri, Ayrıntı Yayınları tarafından kitaplaştırıldı. Karadeniz’deki tansiyonu Ortadoğu’nun savaş hafızasıyla, mitolojiyi uzayın parsellenmesi ile kesiştiren çalışmada Akay, hepimizi 21’nci Yüzyıl’ın artık bir ‘Savaşlar Çağı’ olduğu gerçeğiyle yüzleştirirken, ‘Haydut Devlet’lerle ‘Haklı Savaş’ önermesinin geldiğini, soykırımın adeta bir gelenek halini aldığını ve gerçeğin, esasen teknolojinin yıkımında saklı durduğunu vurgulayıp, ekliyor: “Utanç duyma, ahlâk duygusuna aittir.”
EVRİM ALTUĞ 
 
Sosyolog, yazar, eleştirmen ve küratör Ali Akay’ın Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü kürsüsünde on yıllardır kaydı tutulan derslerinin yakın zamanlı büyük dilimi, Ayrıntı Yayınları’nın Schola serisiyle, ‘Savaş Ontolojisi’ başlığında kitaplaştı. Akay, kitabında, bilhassa yakın zaman önce Karadeniz’de patlak veren gerilimi eksen alarak, ‘haklı savaş’ ve ‘haksız savaş’ gibi terimlerin aktüel karşılıklarına ilişkin, eleştirel ve kavramsal bir kazıya başkanlık ediyor. Dünyanın Kore, Berlin, Kudüs, Vietnam ve İrlanda ile Kıbrıs gibi kültürel ve siyasal fay hatlarında gezinen Akay, çalışmasında 21’nci yüzyıl burjuvazisinin varlığı ve etkisini, paralı askerlik, sığınmacılık, Demokrasi ve diğer pek çok aktüel hali de kimi zaman mitologya, kimi zaman ise çağdaş sanat ve gazete manşetlerinden hareketle art arda büyüteç altına alıyor. 
 
Eserinde 11 Eylül, eski Yugoslavya, Napolyon savaşları, derken Wagner paralı asker birimine dek sıçrayan Akay’la, Milliyet Sanat okurları adına biz de özel bir söyleşide bulunduk. Söyleşimizin, hocanın kitabının vesile olduğu gibi, yeni bir Dünya Savaşı, yeni bir atom faciası ve insanlık suçuna maruz kalınmadan (!) ibretle okunacağını umuyoruz.  
 
Kitabınızı inşa eden, aslen 20 yıla yakındır kaydını tutup verdiğiniz derslerinizde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı askeri operasyona / müdahaleye, kaçınılmaz olarak yer verdiniz. Dünya tarihinde, böylesi 'yumuşak karın'lar da çok gördük, görmekteyiz. 
 
Ezelden beri İstanbul, Saraybosna, Berlin’in, Kudüs’ün, Vietnam ve Kore ile İrlanda ve Kıbrıs’ın ‘siyasal fay hatlarına’ baktığımızda, bu alanların ister diplomasi (BM), ister akademi, ister tarih kurumu üzerinden, geleceğe dönük olarak nasıl tasarlandığı ve bunların, hangi yönlerden tutarlı, hangi yönlerden tutarsız ve yapay olduklarını söyleyebilirsiniz ?
 
Ali Akay: Evet Evrim, 1990 yılından beri MSGSÜ Sosyoloji Bölümünde dersler vermekteyim. Bu yıllar boyunca her sene ayrı bir ders yaptım ve konular her sene değişti. Ancak; ilk olarak 1999 yılında (1998-99 öğretim yılında) Marcel Mauss üzerine yaptığım “Armağan” dersinin kayıtlarının çözümünün, bir öğrenci tarafından yapıldığını gördüğümde, kitap olarak yayınlanmasına karar verdim. 1999 yılında ilk olarak bu kitapla başlayan macera daha sonra başka derslerin yayınlanmasıyla birlikte bir kitap formu haline girmiş oldu. Şimdiye kadar 8-9 ders, bu şekilde yayınlandı. Elimde bu şekilde bir sürü (ondan da fazla sanırım) ders daha var. Zamanla yayınlanacaklardır. 
 
“21. Yüzyıl: Savaşlar Çağı”
 
“Savaş Ontolojisi” üzerine yaptığım ders, aslında, 21. Yüzyıl’ın ‘savaşlar çağı’ olmaya başladığı saptaması üzerine ele almış olduğum bir konu. Aslında, İbn Rüşd üzerine yaptığım ve daha yayınlanmamış, Ayrıntı Yayınları’nın da yayın programına aldığı bu ders, ‘Arap Baharı’ sonrasında bilhassa Irak-Suriye üzerinden başlayan ve İslamî bir devlet olma potansiyeli ve adını taşıyan (DAEŞ) bir savaşçı grubunun ortaya çıkmasıyla başladı diye düşünebiliriz. 
 
Irak’ın Saddam sonrası durumundan yola çıkarak kurulan gayrı resmi bir ordu ile, 21. Yüzyıl, ‘iman savaşı’nı ön plana çıkarmaya başladı. 1978-79 İran devrimiyle, İslamî hareketlenmenin, daha sonra şimdiki zamanda mezhep savaşı olarak bugüne doğru gelen hali insanın içini karartmaya zaten yetiyor. 
 
1990’larda Yugoslavya’nın parçalanması sonra küçük yeni devletler haline gelen coğrafyada iç savaş olarak da nitelendirilebilecek olan bu silahlı mücadele, aslında daha fazla 19’ncu Yüzyıl içindeki millî bağımsızlık mücadelelerine benzemekteydi sanırım. Milliyetçi bir etnik hareket, soykırım olarak adlandırılan Sırpların Boşnaklar ve Kosovalı Arnavutlar üzerine başlattığı savaş, bütün tarafların birbirleriyle savaşa girmesine neden olmuştu. 
 
“Millî hareketler, dinî altyapılarla kesişiyor.”
 
Bugün daha fazla, millî hareketlerin dini alt-yapılarıyla kesişmesinden doğan savaşlara tanık olmaya başladık. Aynı zamanda, Afrika’da sömürge sonrası bir vaziyet (Önce Fransa’nın da göz yummuş olduğu) Ruanda’da, Burundi’de askeri bir darbeyle başlayan, Hutu ve Tutsis’lerin etnik merkezli iç savaşı ve bir soykırımı girişimiyle (Tutsiler katledidiler,) ve bugün Sudan’ın durumu, vahim. Bu savaşlar kabile savaşları (iç savaş) olarak kabul edilir. Daha 1972 yılında, ilk olarak Tutsi ordusunun katlettiği Hutu’lardı.
 
Bunun intikamı yıllar sonra alınmak istendiğinde, ‘ikili soykırım’ ortaya çıktı. Birleşmiş Milletler, Ruanda da barış için iki tarafı barıştırmaya çalışmıştı 1994 yılında. Ancak, bu sefer bir darbeyle, iktidarı Tutsiler ele geçirdi. Böylece bir o bir bu derken, şiddet sarmalı tırmandı, durdu.  
 
“Soykırım bir ‘gelenek’ halini aldı!”
 
20’nci Yüzyıl’ın daha hemen ikinci yarısında “soykırım” bir gelenek haline gelmeye başladı ve uygarlığın dizginlemeye çalıştığı askeri şiddet sivil şiddet haline büründüğünde vahşet politikaları söz konusu olmaya başladı. Mezhepler ve kabileler üzerine odaklanmaya başlayan savaşlar, bizi “uygar ve modern” devletler olmaktan uzaklaştırmakta. 
 
Savaşın bir insanlık suçuna dönüşmekte olduğu 20.yüzyılın ilk yarısında, savaş kendisini “Totalitarizm” olarak göstermişti. Bu siyasi durum, sömürgeleştirme ve emperyalizm siyasetiyle birlikte ele alındı. Bilhassa da, Hannah Arendt tarafından. Fakat hemen ardından Müttefiklerin kurduğu, Alman Nazi Partisi’ne karşı açılan Nürnberg Uluslararası Askeri Mahkemesi davası, Nazilerin yargılanması için kurulmuştu. Ve Adolf Eichmann’ın yakalanarak İsrail’de insanlık suçuyla yargılanmasının ardından, “Bir daha asla,” olarak adlandırılan ve ‘68 hareketinin sloganlarından, “Hepimiz Alman Yahudi’siyiz” duyarlılığının bugün arkada kaldığını, ne yazık ki, gözlemlemekteyiz. 
 
Birleşmiş Milletler ’in uluslararası evrensel meşruiyeti post-modern çağda krize girmeye başlamıştı. Jean-François Lyotard “ayrışma” üzerine kurulu olmaya başlayan merkezi meşru mercilerin krizinden söz etmişti (Le Différend /(Türkçeye “Ayrışma” olarak çevrildi, bkz. İnka yay., Fransızcası 1984). Bu krizi yaşamaya devam etmekteyiz bugün hâlâ, hatta daha korkunç ve şiddetli boyutlarda. Hatta o kadar ki, demokrasinin seçim anlamının içinde bile, sözlü ve fiziki şiddeti, “derin devlet” ve “kozmik oda” gibi kavramlar, havalarda uçuşuyor. Bu durum, demokrasilere ve uluslararası barışa ciddi yaralar açmakta ve ‘Sofizm’ üzerine kurulu, palavra atılıp komploların kurulduğu, Platon’a göre en çirkin insanlardan kaynaklanan bir söylemle de hâlâ devam ediyor.  
 
Din temelli savaşlar, yerlerini doğal kaynakların azlığından doğan sınır ve ulus savaşlarına bırakır oldular. Buna karşılık Sezar, İskender, Putin, Bush veya Stalin, Hitler, Saddam ya da Mao gibi önderlerin vaat ve akıbetleri de dünya savaş hafızasına birbirinden başka emsaller ve dersler bıraktılar. Derslerinizde de işlediğiniz gibi, “Haklı Savaş” ve “Haksız Savaş” ayrımını günümüz hızlı tarih veri tabanında hangi mekanizma veya otoriteler tayin etmekteler? Bunların avantaj ve sakıncaları neler?
 
Ali Akay: ‘Haklı savaş’ kavramı eski, dinî bir kavram aslında. Bunun üzerinde epey durmuştum derslerde. Hıristiyan bir kökeni var ve Avrupa’da Ortaçağda “Haçlı Seferleri” üzerinden Papalığın geliştirdiği bir kavram, bugün yeniden “hortlatılmış vaziyette”: 
 
Sezar’ın Pompei’ye karşı açmış olduğu, M.Ö. 49’daki savaş bir “iç savaş” olarak adlandırılmaktadır. Roma İmparatorluğu’nun iç savaşı. Leibniz'in kullandığı bir örnek olarak felsefe tarihine geçmiştir: İçinde yaşadığımız mümkün dünyaların en iyisinde Sezar Rubicon’u aşmıştır. 
 
Bunun yanında, 21. Yüzyıl’a girdiğimizde, umutlarla dolu bir dünya vardı önümüzde. Özgürlüklerin kısıtlanmadığı, herkesin sesini duyurabildiğini düşündüğü ortamlar, özel medyalarla birlikte, açıyordu yollarını herkese. Siyaset duygusu arka plandaydı. Daha çok güncel yaşamın içinde hayattan zevk alma ve seyahat özgürlüğünü kullanma, aç kalmadan yaşayanların umutla hayata tutundukları bir dönem başlamaktaydı. Neo-liberal ekonomiden beklenenler çoktu. Şehirler büyümekteydi, insanları eğlendiren mekânlar çoğalmaktaydı, simülakr bir dünyaya girilmeye başlanmıştı. Metalaşan hayat içinde her şeyin değeri para ile ölçüldüğünden, post-modern olarak adlandırılan bilginin para ettiği bir çağ başlamıştı. 
 
Hemen ardından, 11 Eylül 2001 ile ‘demokratik’ diye adlandırılan rejimlerle, ‘totaliter’ olarak tarif edilen Orta Doğu ülkelerinin siyasî yapısı arasında bir ayrım, “Medeniyetler Çatışması” olarak adlandırıldığında, karşımızda artık ‘uygarlar’ (Batı kültürü) ve barbarlar (İslamî kültür) arasında bölünmeye başlayan dünya ortaya konuldu. Bir tarafta Batının demokratik değerleri vardı (ama kültürel olarak Batının dinî ve seküler değerleriyle birlikte anılmaktaydı), diğer tarafta ise, despotik rejimler (Müslüman kültürü). 
 
Bu iki hayata bakış ve yaşam ve kıyafet biçimleri arasında kurulu dengeyi, 2001 sonrasında Amerikalı Cumhuriyetçi politikalar yaratmaya başlamıştı. Baba Bush, Irak’a saldırısını oğul Bush saldırıyı neticelendirerek (Saddam’ın sonu ve Suni ve Şii arasındaki mezhep savaşları olarak bir iç savaş) sonlandırmıştı. Saddam ile birlikte, böylece Irak’ın mezhepsel bölünmesi ortaya çıktı. Sömürge İmparatorlukları’nda veya devletlerinde olduğu gibi, bir dinî görüşe yaslanan ABD, diğerini saf dışı bırakmayı seçtiğinde, Irak’ın Saddam dönemi Suni eski askeri kadrosunun bir tarafa bırakıldığını ve başıboş bir şekilde gelecekte oluşacak olan İslamî Devlet’in kurmayları ve şahinleri olacağını, bize gösterdi. ‘Arap Baharı’ sonrasında şekillenen bu siyasi coğrafya, dünyamızı belirlemeye başladı. 
 
Aslında bakıldığında kültürler arası savaşlar olarak adlandırılan bu dönemde, ABD kültürün içine hem millî, hem de dinî değerleri birlikte sokmuştu. ‘İslâm’ denildiğinde bir yandan kapalı kadınlar, diğer yandan Şeriat ile yürüyen bir hukukî durum ve de aynı zamanda, Arap milliyetçiliğinin despotik idaresi yan yana kabul edilmekteydi ve bu durum, Batılı evrensel normların karşısında, yerellik olarak kalmaktaydı. 
 
“Haydut Devlet” ile “Haklı Savaş” önermesi geldi
 
“Haydut devlet” kavramıyla da Orta çağ papalığının öne sürmüş olduğu İslâm’a karşı Haçlı seferlerini öne çıkarak, “haklı savaş” normu önerildi, yani “ahlâki olarak şiddet dolu olan savaş kavramı,” savaşa bir hoşgörü katmaktaydı. Bu kavram etrafında pasifik, haklı savaş ve “Aziz Savaş” veya “Haçlı Savaşı”. Aslında “Haklı Savaş” saldırı değil, ama müdafaa üzerine kurulu bir anlamı içermesi gerekmekte değil midir? 
 
Haklı ve haçlı bir savaş önermesi, ABD’nin kurduğu ve evrensel değerler üzerine yerleştirdiği saldırının ne kadar haksız savaş olduğu, sonradan Saddam’ın “nükleer”e sahip olmadığı anlaşıldığında ortaya çıktı belki, ama iş işten geçmiş oldu böylece.   
 
Versailles Antlaşması (1919) sırasında Georges Clemenceau’ya göre, saldıran ülkeler savaştan sonraki antlaşmalarda aynı şekilde cezalandırılmamaktadırlar. Bu anlaşmanın intikamını almaya kalkan Hitler’in Nazi Almanya’sı, Versailles Antlaşması’nın imzalandığı aynı tren vagonunda 22 Haziran 1940’ta Fransa’nın yenik düştüğünü ve teslim olduğunu imzalatmıştı.  
 
21.yüzyılda ise ABD, yalan söylemiş olduğu ortaya çıktığında, böyle bir ceza almadı.  “Korkunç bir despotu” alt etmekten memnun ABD’nin dünyaya açtığı bu yara sonrasında kültürler arası olan mücadele “Medeniyetler Çatışması”ndan, medenîler ve barbarlar (despotlar) arasında oluşmaya başlayan, gerçek bir savaşa dönüştü. Halbuki İkiz Kulelere (Dünya Ticaret Merkezi’ne) saldıran teröristler arasında, hiçbir Iraklı yoktu. Amerikan gizli servisinin oyununa kurban gidildi. Savaş ortaya atıldı bir kere. Pandora’nın kutusu, kötülükleri saçmaya başlamıştı. 
 
Burada, yarayı alan göç sonrası Batı Avrupa dünyası oldu. Zaten Amerika’nın sesi olarak The Wall Street Journal, iki türlü dünya işlerini halletme yolu var diye yazmıştı: 
 
“Biri, eski kıta olan Avrupa’nın bürokratik bir diplomasi yoluyla işleri yola koymaya çalışması, diğeri yeni kıta Amerika’nın hızlı yollardan işi bitirmesiydi.” 
 
Ocak 2005: ABD İslâm’a savaşını başlatıyor
 
Ocak 2005’te Georges W. Bush ABD’nin dünyadaki ülkelerin demokratik değerlerin korunacağına dair bir siyasi tutumu açıklamıştı. ABD bir anlamda, hem İslâm’a karşı bir savaş başlatmış oldu; hem de Avrupa’yı zora sokacak olan göç sonrası toplum içinde dışlanmış Müslüman banliyö halkını İslamî değerlere (isteyerek veya istemeyerek?) yönlendirecek dinamiklere yol açmış oldu. 
 
2014 yılında ise, bunun cevabını İslami Devlet Örgütü verdi.  ABD, ‘Jus in bello’ olarak adlandırılan, “Savaştaki kurallara riayet eden haklı savaş” durumunu öne sürdü. Ancak tabii, Abu Ghraib Ceza ve Tutukevi, bu durumu bozan bir misâl olarak kalmakta akıllarda. 
 
“Abu Ghraib fotoğrafları ‘sanat eseri’ yapılır mı?”
 
Örneğin, Jean-Jacques Lebel adlı sanatçının önce Palais de Tokyo’da Kader Attia ile yaptıkları sergide (Abu Ghraib fotoğraflarından bir yerleştirme) ve daha sonra da yine Attia’nın küratörlüğünü yapmış olduğu Berlin Bienali’nde gösterildi- ve bu ikincisinde, Iraklı sanatçıları rencide ettiği bahanesiyle, çalışmanın kaldırılması istendi, kaldırılmayınca da sanatçılar sergiden çekildi. Bu durum, olaylı sanat dünyasının içine türbülanslarla girilmekte olduğunu da bize göstermekte. Sanat, artık bu anlamda, siyasetin sanatsal yollarla devamı olarak ortaya konulmaya başlandı. Bakalım siyaset sanatsal yollarla ele alınmaya ne zaman başlayacak? 
 
Kitabınız ve derslerinizde, 18’nci Yüzyıl içindeki “Yedi Yıl Savaşları” için, ‘aslen gözden kaçan ilk dünya savaşı’ demektesiniz. G7/G8 oluşumu da , olası bir yeni dünya savaşı için böylesi bir ‘lig’ midir ?
 
Ali Akay: 18 Yüzyıl içinde (1756-1763) Avrupa devletleri arasında oluşan savaş, ilk dünya savaşı olarak adlandırılmaktadır. Coğrafya olarak, bir sömürge savaşıdır. Amerika’da İngiltere ve Fransa arasında gerçekleşen ve yerlilerin de bir o tarafa bir diğer tarafa katıldığı bu savaş sonucunda, Fransa başta galip gelmeye başlamasına rağmen sonuçta mağlup olarak İngiltere’ye Kanada’yı teslim etmek zorunda kaldı.
 
Bugün Charles III’ün taç giyme töreninde de anıldığı gibi, Kanada’nın hâlâ İngiltere’ye bağlı olduğunu duyduk. Karayipler’de, Guadolup’u Fransa’nın elinden alan, yine İngiltere oldu. G7 ile G8 (Çin ile birliktelik) başka bir konu, bence. 
 
En son Mayıs sonuna doğru Japonya’da Hiroşima gibi sembolik bir şehirde yapılan toplantının, daha çok ekonomik bir “savaşa” dahil olduğunu söylemek, yanlış olmayacaktır, bence. Çin ile ilişkilerde yapılacak teknolojik ithal ve ihraç malları ve yatırımlar üzerine olan bir anlaşmayı içermekte. 
 
Bu son toplantıda biraz da 1955 yılındaki Bağlantısızları hatırlatan bir şekilde G7 toplantısında “Küresel Güney” (Global South) ülkelerinin (Hindistan (Modi), Brezilya (Lula da Silva), Endonezya (Widodo) sözlerinin daha çok duyulması istendi ve Ukrayna Başkanı Zelensky de, Suudi Arabistan’daki Cidde’de yapılan “Arap Ligi” toplantısından sonra, daveti fırsat bilerek Rusya ile ilişkilerde mesafe almayı kabul etmeyen ülkelerden, kendi ülkesine yardım çabalarını genişletmeye çalıştı.
 
“Savaş ontolojisi” derslerinizde, fakirliğin, milliyetçilik, mücahitlik ve askerlik ‘mesleğini’, cemaatleşmeyi körüklediğinden söz ediyorsunuz. Bunun gibi, fakirliğin, bireysel özgürlüğün gaspı adına da, tarihte ve günümüzde basın veya sanat, kültür, akademi gibi yaratıcı ve eleştiren kesim için de burjuvazi için bir tür şantaj unsuru olarak kullanıldığı düşünülebilir mi ? Bu, aydınları da birer paralı, bordrolu asker yapmaz mı? Sözgelimi yine derslerinizde referans verdiğiniz bienaller, birer kültürel mücadele cephesi olmaz mı ?
 
Ali Akay: Fakirlik, insanları aç kalmamaya doğru yönlendirmekte, yaşam korkusunu beraberinde getirmekte. Çok acı deneyler duymaktayız. Halk pazarlarında çöplerden toplanan atık mallarla, memurlardan başlayıp, aç kalmasınlar insanlar diye yardım cemiyetlerinin aş dağıtımına kadar giden bu süreç herkes için “utanç vericidir” bence. Bu durumdan utanç duymayanların haysiyeti nasıldır sorgulanmalı! Bir ülkenin vatandaşının kendi ülkesinde bu durumu yaratan kapitalist sistemden ve bu ekonomi politikayı uygulayan siyasetteki iktidardan hesap sorması gerekir. Yürüyüşleri gerektirecek bir durum, aşağılık diye nitelendirilmesi gereken yapı. Ancak, ülkede bu karşı çıkışlara ve yürüyüş protestolarına şiddetle polis müdahalesi caydırıcı etki yapmaktadır. Bazı büyük gösterilerde can kayıplarının olması bunun en büyük göstergesidir. 
 
“Utanç duyma, ahlâk duygusuna aittir.”
 
Utanç duyma, ahlak duygusuna aittir. Bu vaziyetten utanç duymayan ve tersine bu zavallı vaziyeti siyasi bir enerjiye çevirebilen iktidar biçimlerinin milliyetçilik ve dini değerler gibi duyulara hitap eden öğeleri kullanması da bir başka “utanç” kaynağı olmalı. Bu 19.yüzyıldan beri milli duyguları ve Orta Çağ dan beri de dini duyguları besleyerek korkunç tarihi olaylara neden olmuştur. 
 
20.yüzyılın içinde, milliyetçilik savaşları Avrupa’nın “doğusunda” yaşandığında, soykırım kavramı birden yine gündeme geldi. Tarihte böyle “topyekûn kıyım” savaşları ya yok ya da enderdir. Modernliğin teknolojik gücü bunu gerçekleştirdi. Teknolojinin altında unutulan varlık bu döneme rastlamaktadır. Bir tür nihilizm olarak Heidegger’in kavramı olan “varlığın unutuluşu”, metafizik olarak Nietzsche’nin “güç istencine” yaslandırılmaktadır.
 
Kısa bir zaman zarfı içinde, 20. Yüzyıl teknolojik buluşlarla hem ekolojik hem de ahlakî dengeyi yerle bir etmiştir. Bugün, hâlâ izlerini taşımakta olduğumuz bu ekosistemin içinden çıkamadığımız bir çarkı ortaya koymaktadır. İnsanın doğayı egemenliğine alması “güç istencinin” bir uzantısı olarak okunmaktadır. Bu, Heidegger’in “metafizik tarihini” belirlemektedir.  Aristoteles’te “gerçeği ortaya çıkarması beklenen techne 20.yüzyılda bir alet olarak yıkımı beraberinde getirmiştir. 
 
“Gerçek bir yerde durmaktaysa, teknolojinin yıkımında saklı.”
 
Gerçek, eğer bir yerde durmaktaysa, teknolojinin yıkımında saklıdır. Sanat ortamı eski Grekçe techne’nin devamıdır. Teknik, sanatın bir ifade biçimidir. Sanatın kökeni üzerine Heidegger’in 1935 ve 1936 yıllarındaki iki konferansı “Dünya” ve “Toprak” üzerine geliştirilmiştir; çünkü zaten sanat bir yere yerleşmeye aittir ve toprağın üzerine yerleşebilir (Deleuze’ün yersizyurtsuzlaşma kavramından ne kadar uzaktayız!). Söz konusu iki terim de ekolojiyle ilişkilidir. Kaynağında şiir söz konusudur ve hakikati ortaya çıkaracak olan bir araçtır. İleriye doğru açıldıkları için de bir halkın bütünleşmesine bağlı olarak işlemektedir Heidegger’de. İşte bu bakış sanat ve milliyetçilik ve milletini oluşturan halk kavramına yaslanmaktadır ve bu anlamda sorunun cevabı olarak sanat alanında belirginleşmektedir. Sanat yapmanın kendisinin tekillik ile alakâsı halk ile ilgili olmaktan çok uzak durmaktadır halbuki. Halk veya kültürün dışında bireysel bir yaratı süreci asıl sanatın üretim alanıdır. Ama kültüre ait olarak sanattan ayıracağımız piyasa, sanatın metalaşması, sanat kurumları veya müzeler, sanat fuarları ve müzayedeler vb. tam da sanatın değil, ama kanımca kültürün yerine yerleşmektedir. Sanat ve kültür iki ayrı alan olarak işlemektedir her zaman. Müzelerin ilk olarak etnografya müzeleri ile başlamasında, zaten müzeleşmenin milli değerlerle ilişkili olduğunu başından göstermektedir. 
 
Derslerinizde düşünür Frederic Gros’a referansla kendisinin “Savaşın barışa, politikaya ve müzakerelere ihtiyacı olduğu tezine göre, bugün savaş artık bitmiştir,” beyanına da yer veriyorsunuz. Buradan hareketle günümüzde barış kamuflajı giyen savaş, bilişim, medya, küresel piyasalar ve diplomasinin de ürettiği 7/24 bir ‘iklimler iklimi’ olarak ‘müdahaleler’ tabiri ardına gizlenerek, aslında hiç bitmeyecek diyebilir miyiz? Bu, aklıma popüler deyişi de getirdi: "İki savaş arasındaki süreye barış denir.”
 
Ali Akay: Savaşın diplomasiye ihtiyacı olduğu tabii ki doğru. Yoksa ya önlenemezdi (soğuk savaş yılları gerçek savaşı önlemiştir). Ama bunun gerçekleşmesi için iyi ve tecrübeli, tarihi iyi bilen iyi eğitimli diplomatlara ihtiyaç vardır. Ülke elçileri bunu en iyi başarabilecek insanlardan seçilir. Okullarda verilen eğitim de böyledir. Ancak 21’nci Yüzyıl’ıın bir kenara bıraktığı ve aslında medeniyet ile aynı tarihi zaman biriminde genişlemeye başlayan elçilerin ve lobilerin diplomasisi yerine, bugün sert dille konuşan siyasetçileri izlemekteyiz. Kendi yerel millî duygularını güçlendirmek stratejisi üzerine kullanılan bu dil, nedense işe bile yaramakta duruyor bugünkü ülkelerin seçim dönemlerine baktığımızda. 
 
Barış arkada duruyor, savaş ön plana çıkıyor bu anlamda.  Evet, iki savaş arasındaki döneme barış denir, ama meselâ İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, savaş Avrupa’nın tarihinin büyük devletleri arasında bunca yıldır engellenebildi. Almanya (Prusya), Fransa ve İngiltere birbirleriyle 1945’ten beri savaşmadılar. Avrupa Ekonomik Topluluğu ve sonradan da AB bunu sağlayabildi ve zaten kuruluş amacı “Demir-Çelik” Antlaşması olarak, bu yüzden başlatılmıştı. Bu kendi başına büyük bir başarıdır ve bugün savaşı yaşamayan ve kulaktan duyulmuş bir şekilde bilen nesiller, artık bu kurumlara verdikleri önemi zayıflatmış vaziyetteler, ne yazık ki!
 
Michel Foucault’ya referansla, devletin kurumları olduğunu belirttiğiniz kitabınızdan hareketle, bugün özel orduların, özel okulların, özel hastanelerin bulunduğu günümüz dünyasında, özel hapishanelerin de olduğu yönünde gözleminiz var mıdır? Sözgelimi müzeler, kütüphaneler, oteller veya siteler de tarih ve kültürün özelleştirilmiş hapishaneleri sayılabilirler mi? Göçebe bir belleğe ve pratiğe sahip ülkemiz, bu devlet kurumlarıyla ne gibi dönüşüm ve yadırgama ilişkisine girmektedir?
 
Ali Akay: Evet, Amerika’da özel hapishaneler vardır. Bunlar ucuz fiyata tutukluları barındırmaktadır. Ancak sağlık durumu iyi olmayan tutukluları kabul etmek, onların sağlık sorunlarıyla ilgilenmek istememektedir. Bir anlamda bir zamanlar duyduğumuz bir lafı hatırlatmakta: “Asmayalım da besleyelim mi!”. Böyle çirkin bir söz, özel hapishanelerin mahkûm politikasını ortaya koymaktadır.
 
Monarşi veya ulus devletlerde, ya da alanında kanaat önderi tinsel, hukuki vb. kurum veya yapılarda, özürlerin, tazminatların ve şükran törenlerinin art arda geldiği, sözde çeşitliliğin buna kılıflandığı bir dönemden geçiyor olmamız, size samimi geliyor mu?
 
Ali Akay: Samimi olmaktan çok uzak durduklarını ifade etmek isterim. Tarihte bilgelerin, mistik liderlerin ahlâki sözleri bugün hala dünya literatüründe akıllı, ahlâklı, barışa ve kardeşliğe yönelik sözler olduğunu herkes bilmekte. Bu nedenle siyaseten kullanılan bir dinî stratejilerin içinde, politik dünyanın içindeyiz.  
 
Bu her din için geçerli: Müslümanların, Yahudilerin, Hristiyanların ve Budistlerin benzer şekilde dini siyasete alet ettiklerini görüyoruz ve okuyoruz. Ahlâki olarak dinlerine inananların bu sözlere paye vermemesi beklenirken, bunun tam da bu şekilde işlemediğini gözlemliyoruz.
 
George Dumezil’in sözünü ettiği, sizin de referans verdiğiniz gibi, “Mitolojisi olmayan halklar, yok gibidirler,” türünden bir hakikatle, gündelik ilişkilerimizde yüz yüzeyiz. Bu kitlesel okumayı tekilleştirdiğinizde siz insan davranışlarında neler gözlemliyorsunuz? Bireyin medyayla ilişkisi, kendi medya ve mecrasını üretip, tüketebilmesi vb., neler söylersiniz? Zira s.109’da, “Toplumlar savaşçı karakterini kaybettiği zaman, lüks ve tüketime düşerler ve çürümektedirler,” uyarısında bulunuyorsunuz.
 
Ali Akay: O söz, referans vermiş olduğum 14’ncü Yüzyıl düşünürü İbn Haldun’un Mukaddime’deki “asabiyye” kavramı toplumsallık ilkesini belirlemektedir.  Hak aramakta veya birisini korumakta (dayanışma) geçerli olan bir kavram. Göçebe savaşçı kabilelerin savaşçı karakterini kaybetmesiyle birlikte asabiyesinin (asabiyet) kaybolmakta olduğunu yazıyor. Bu çok daha önceleri eski Grek toplumlarında da böyle “thymos” kavramı bu. Truva savaşında Akhilleus’un “öfkesi” thymos yaratmakta. Hektor’u bu öfkeyle katletmekte Homeros’un İlyada destanında. İntikam duygusuyla yanıp tutuşan Akhilleus’un öfkesidir bu. Ek bir tanrısal veya ilahi bir güç anlamında kullanılıyor. 
 
s.77’de “Demokrasi eğer bu kadar iyi bir sistemse, Sokrates gibi bir vatandaş, nasıl hapse atılıp ölüme mahkûm ediliyor? Platon’un demokrasiye sorduğu soru bu. O anlamda bütün bir Atina demokrasisinin savunucusu olan ‘savaşçı vatandaş’ bu değerleri savunmakla yükümlü.” diyorsunuz. Buna karşılık, ‘barışçı vatandaş’ın tabiri ve yükümlülükleri açısından aklınıza neler geliyor ?
 
Ali Akay: Platon’dan beri demokrasi eleştirisi söz konusu. Atina demokrasisi içinde Sokrates’in suçlanması ve hapse atılmasıyla birlikte kurulan mahkemede suçlu kabul edilmesi suçsuz yere Platon’u dehşete düşürmüştür. İnandığı namuslu, ahlâklı ve akıllı bir insanın cezalandırılması, demokrasi olarak kabul edilmekteyse, burada demokrasinin sorunlu olduğunun altı çizilmiştir. 
“Bugün ‘İsomomia’, merkeze herkesin eşit mesafede durması vardır,”
 
Bugün bazen, insanların kabul edemediği referanslarla demokrasi kavramının seçme ve seçilme hakkı olarak basite indirgenmesi sorun teşkil etmekte hâlâ. Demokrasi bir siyasi rejimin adı gibi durmasına ve seçimlerin yapılabildiği ülkelere demokratik ülkeler denilmesine rağmen, demokrasinin koşullarında isomomia vardır. Bu “merkeze herkesin eşit mesafede durması,” anlamına gelir. 
 
Bugünkü demokrasilerde, medyanın gücünün, medyaya sahip olanlar tarafından kullanılmasının demokrasi açısından sakıncaları bilinen ve söylenen bir şeydir. Bu medya gücünün tek taraflı görünümü ve bilhassa kamu araçlarının tek taraflı kullanılmasının demokrasi açısından sorunları, bu eşit mesafenin ihlâli üzerinden gelişmiştir. Bugün, savaşçı vatandaşın rolü sandıklardaki mücadelelerde durmakta ve her zaman başarılı olamamanın verdiği sıkıntılar söz konusu edilmektedir. Ama hukukla birlikte herkesin savaşçı olmasından çıkılarak, ordu ve halk arasındaki ayrım ortaya atılmıştır. Savaşı savaşçılar yapmaktadır; halk ise topyekün savaş anlayışına kadar, en azından hukuki olarak savaşın dışında siviller olarak kabul edilmiştir. O nedenle, sivillere yapılan saldırılar savaş suçu ve hatta insanlık suçu olarak kabul edilir. Savaşta da, askeri olarak, tabii kendi kuralları olduğundan dolayı, esir askerlere kötü muamele kural dışıdır.    
 
Eserin 140’ncı sayfasında, düşünür Hobbes’a referansla, “Hiçbir şeye sahip olmama hakkımı istiyorum,” beyanını da gündeme taşıyorsunuz. Bu yönüyle, mülkiyet ve iktidar konusu savaşın da tohumlarını atarken, ‘marjinal’ sayılabilecek bu tür fikir ve niyetlere sahip kimseler, kime göre, ne için ‘düşman’ sayılabiliyor, bu düşmanlık bir itham, haksız savaş kaynağı sayılır mı?
 
Ali Akay: Bu cümleyi (“Hiçbir şeye sahip olmama hakkımı istiyorum”) söyleyen, Assisili Aziz Fransisco. Daha evvel, Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Delilik Gemisi” kitabımda söz ettiğim kişiye referans veriyorum “Savaş Ontolojisi” adlı yeni kitabımda. Özel mülkiyete karşı çıkan bu Hristiyan papazın Orta Çağ’daki tutumu, belki ancak Prudhon’un “mülkiyet hırsızlıktır” lafına bizi taşımaktadır. İktidarlar ve kapitalizmin özel mülkiyeti adaletin temeli sayan bir anlayış, elbette marjinal ve hatta tehlikeli olarak kabul edilecektir. Haksız savaş ile bir ilişkisini kurmak bana zor geliyor; ama sonuçta haklı savaş belli bir saldırıya karşı korunma amaçlı savaş veya kötülüğe karşı savaş anlamına gelmekteyse, mülkiyet karşıtlığının bir kötü niyeti yoktur sanırım. Bu durumda, bir siyasi veya ekonomi politik açısından bakılabilir ve kabul edilebilir veya edilemez.  
 
Gilles Deleuze’ün sorusu, s.148’de bilhassa dikkat çekiyor: “Düşünmek, bir zoraki durumla karşı karşıya gelmektir. Durup dururken düşünecek bir şey yok. Beni zorlayan bir şey olması gerekiyor.” Bu durumda çatışmalar, tarafların asıl varlık sebebi olarak ortaya absürt bir manzara çıkarmıyor mu? Sözgelimi, antifaşistler, varlıklarını faşistlere borçlu olmuyor mu?
 
Ali Akay: Gilles Deleuze’ün DÜŞÜNMEK için söylediği bir cümle bu. İki taraf arasındaki ihtilaflar için değil. Elbette Faşist veya Nazi bir görüşün suç olarak kabul edilmesi doğrudur. Bugün tarihi olarak bu şekilde kabul edilmesine rağmen yandaş bulabilmektedir ve hatta aşırı sağ siyasi partilerin bu söylemler üzerinden yükselmekte olduğunu, tarihin unutulduğunu gözlemlemekteyiz.
 
Yeni nesiller, hiç yaşamadıkları bir döneme referansla bu aşağılık ideolojilere yüzlerini çevirip, bunları kabul edebiliyorlar. Bu insanlık ayıbı olarak görünen bir durum. Yeni nesiller soykırımlarını ve şiddetli aşağılamaları unuttularsa eğer, bu insanlıktan ders alamamaktan geçmektedir bana kalırsa. Nasıl olur da, böyle korkunç ve cani fikirlerle bazı gençler bu yöne doğru meyledebilmektedir? Bu korkunç bir sorudur ve içinde yaşamaya başladığımız bir durumu ortaya koymaktadır. Ne yazık! Başka bir açıdan bakılırsa da, evet anti-faşist olmak işin faşistlerin olması lâzım; yoksa ona başka bir isim vermek gerekirdi. 
 
‘Karasu’ların, ‘hava sahanlığı’nın artık kanıksandığı günümüzde, bilim aracılığıyla insanlık yüzyıla yakındır uzayı da sömürgeci bir niyetle parsellemeye çalışıyor. Bu yönüyle uzayın, öte gezegenlerin oluş ve gelecek haklarına tıpkı bitki ve hayvanlarda, geleceğin enerji yataklarında olduğu gibi yine insanların karar veriyor olması, bu durumu daha da manasız kılmıyor mu? En kötümser ifadeyle, insanın en sahici düşmanının, en kendisi olmayan, hep filmlerini çekip edebiyatını yaptığı ‘öteki’ler, yani uzaylılar olması gerekmiyor mu? Sözgelimi ABD kökenli sömürgeci bilim kurgu serisi Uzay Yolu’nda ‘Birleşmiş Gezegenler Federasyonu’ bile çoktan kurulmuş bulunuyor.
 
Ali Akay: Bilim-kurgu filmleri her zaman distopik veya ütopik dünya görüşüne dair bir hayal dünyasını göstermekte. Bu anlamda dünyada iyi olarak görülen bazı kurumları bu uzay dünyasına uyarlamaya çalışıyor. Uzaylılar “soğuk savaş” yıllarındaki Amerikan sinemasında “yabancı ve öteki” olarak gösterildiğinde propaganda aracı olarak Sovyetler Birliği’ni temsil etmekteydiler. Uzaylıların saldırısı üzerine yapılmış olan filmler soğuk savaş yıllarının ürünüdür. 
 
Alman hukukçu Carl Schmitt'in görüşüyle önce karalar ile denizler arasındaki fark ortaya konuldu. Karalardan ilerleyen askeri ordular yeni kıtanın keşfinden sonra denizleri kullanmaya başladılar. Ve ardından da, 20’nci Yüzyıl Zeplin ve uçaklarla havaları kullanmaya başladı. Askeri alan bu üç ayrı alanı tarihi olarak kullandı. 
 
Uzay, bugün bir yandan bilim kurgu diğer yandan ise, bir gerçek olarak algılanmakta. Uyduların çöplüğü haline gelmiş uzay, evrenin genişlemesi teorisinde bir anlam kazanmaktaydı belki (bilimsel vülgarizasyon yapan astro- fizikçi Hubert Reeves’in kitapları). Ama bugün, rizikolu bir tehdit haline gelmiş vaziyette. 7. Kıta’nın denizlerde bir çöp adası oluşturması gibi, uzayda da başka bir çöp teknolojisi bizi tehdit etmekte.   
 
“Barış” fikrinin, 1795’te evrenselleşmeye başladığına referans veriyorsunuz. Tıpkı demokrasi gibi, bugünkü barış da, iyice samimiyetsiz hale geldiyse bunu tersine çevirmek adına tavsiye, öneri ve eleştiriniz nedir?
 
Ali Akay: Kant’ın “sürekli barış” kavramını 1795 yılında yayınlamasıyla alâkalı bu tarih.  Hukukun rasyonelleşmesi çabasıdır. Hiçbir dinî veya millî kültüre referans olmaksızın evrensel olarak normların yerleşmesi için yazılmış bir metindir. Aydınlanma ile ilişkilidir. Aydınlanma karşıtı bugüne ait görüşlerin neden tehlike taşıdığının bir argümanıdır. Bugün Aydınlanma karşıtı siyasi görüşlerin, Kant’ın kozmopolit bir toplum öngörüsünün tersine davranması ve millî görüşleri ön plana çıkarmak istemesiyle birlikte, dinin de alet edilmesiyle aşırı sağ siyaset her yerde birbirlerine benzemektedir. Buna karşı argüman geliştirmek için, Aydınlanma’nın insanlığa getirdiği değerleri tekrar gözden geçirmek faydalı olacaktır. 
 
“Medeniyet, genel eğitimin ücretsiz olmasını da gerektirir.”
 
Medeniyet, sadece ortaya konulan bazı batıl âyinlere karşı durmak demek değil, aynı zamanda insanın kendisine saygı duymasını sağlayacak genel eğitimin ücretsiz verilmesini de gerektirmektedir. Eğitim ve bilgi sayesinde, insanın kendisi düşünebilir, enformasyon alabilir, enformasyonların doğruluğu veya yanlışlığı üzerine fikir yürütebilir. 
 
Aydınlanmış insan, Kant’a göre kendi kararını verebilen insandır. Kimsenin baskısı altında kalmadan fikirlerini söyleyebilme cesaretine sahip kimsedir. Böylelikle barışın ve insanlar arasındaki ilişkilerde, görüşü, ideolojisi, inancı ne olursa olsun kişilere saygı göstermek zorunda olduğunu bilir; çünkü diğer insanın da aynı nedenlerden dolayı farklı düşünebildiğinin farkına varan kişidir bu kimse. Savaşın ise herkesin kaybettiği bir ortam olduğunu anlayan kişidir. Başına gelmeden anlayabilen kimsedir. Ders alabilendir kendi yaşamasa bile okuduklarından, gördüklerinden veya başına gelenlerin hikayelerinden öğrenebilendir.       
 
Kapitalizm ve Sosyalizmin dünya haritasındaki savaşı, hangi yönde haklı, hangi yönde haksız savaş cepheleri ve aktörleri üretiyor olabilir?
 
Ali Akay: Kanımca, “Soğuk Savaş” yıllarında bir anlamı olan kapitalizm ve sosyalizm savaşı, bugün içinde yaşadığımız dünyanın koşulları dahilinde olmaktan uzaklaşmıştır. Sosyalizmin en kıymetli değerleri hala geçerlidir. Emek sömürüsü, artı-değerin sermayeye sağladığı ek katkı, eşitsizlik, ekonomik değerlerin dengesizliği vb. kapitalizm ise dünyasallaşmış bir sistem bugün.