Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Diğer » Selim İleri’ye veda

Selim İleri’ye veda

Selim İleri’ye veda09 Ocak 2025 - 12:01
Merhum Selim İleri geçirdiği hastalık döneminin ardından ölümünden sonra yayımlanması planlanan ancak daha sonra bu kararından vazgeçerek yayımlamaya karar verdiği son kitabı "Yalnız Evler Soğuk Olur" ile Milliyet Sanat’ın Haziran 2024 sayısına konuk olmuştu. Usta yazarın dergimize verdiği son röportajı yayımlıyoruz. Anısına saygıyla…
Selim İleri’nin ölümünden sonra yayımlanmak üzere çekmecesine kaldırdığı "Yalnız Evler Soğuk Olur" kitabı okurla buluştu. İleri’nin kendisine çok yakın bir yerden konumlandırdığı anlatıcı üzerinden devam eden roman, bugün ile geçmiş, içerisi ile dışarısı, karakterin ruh dünyası ile dış gerçekliği arasında ördüğü bağlarla farklı bir yerde duruyor.
 
 
Abdullah Ezik
abdullahezik@gmail.com
Fotoğraflar: Hüseyin Özdemir 
 
Son metinlerinde geçmiş ile hesaplaşmalarını bir noktaya sürükleyen ve edebiyatıyla kendi gerçekliğini iç içe geçiren Selim İleri, bu durumu yeni kitabı "Yalnız Evler Soğuk Olur"da da sürdürüyor. Öte taraftan bu yeni metin, Selim İleri bağlamında kişisel bir meseleyi de içerisinde barındırıyor. "Yalnız Evler Soğuk Olur"u bir 'son söz' olarak kaleme alan ve vefatının ardından yayımlanmak üzere çekmecesine kaldıran İleri, geçirdiği hastalık döneminin ardından bu kararından vazgeçti. Dolayısıyla metnin kendi içerisinde anlamı da bu kararla birlikte daha da artmış oldu. Biz de Selim İleri ile yeni romanı "Yalnız Evler Soğuk Olur" üzerinden; geçmiş, edebiyatta kişisellik, kurgu ile kurgudışı arasındaki bağ, edebiyata yaklaşımı, Cüneyt Arkın üzerine çalıştığı yeni romanı ve 'son söz' meselesi üzerine konuştuk.
 
 
Bu kitabı yayımlamaya karar vermeniz sizin şüphesiz önemli bir dönemece işaret ediyor. Kitabı çekmecenizden çıkarıp yayımlamaya nasıl karar verdiniz?
 
Bu romanı 2019’da bitirdim. Bunu bir tür son kitap olarak düşünüyordum. Başka şeyler de yazmayı düşünüyordum ama son kitap olarak bunun yayımlanmasını istiyordum. Bunun sebebi aslında bu kitabın benim siyasi görüşümü fazlasıyla açıklamasıydı. Bu nedenle kişisel birtakım düşüncelerin de ön planda olması vesilesiyle bunu bir son kitap olarak tasavvur ettim. Fakat bu olaydan bir süre sonra salgın sırasında hastalandım. O vakit hastalık süreci söz konusu olduğunda farklı bir hesaplaşma oldu kendi içimde. Kendimi hayatla çok farklı bir hesap içinde buldum. Çevremdekiler de çok ısrar etti. Biraz onların ısrarından biraz da bu hesaplaşmadan kitabı yayımlamaya karar verdim. Onlar da başka bir son söz olabilir, başka bir kitap daha olabilir diye düşüncelerini paylaştılar. Allah ne derse o olur diyerek yayımlamaya karar verdim. Son anda karar verilmiş bir durum bu. Yayınevi de hemen devreye girerek birkaç hafta içerisinde baskıya hazırladı. Her şey son anda oldu. Benim amacım hakikaten bu eseri ölümümden sonra yayımlamaktı. Bir tek romanın başına kısa bir şey ekledim. Alıntıları daha sonra ekledim. Onun haricinde metni defalarca okudum ancak hiç değiştirmeden yayımladım. Aradan epey süre geçmesine ve yer yer metni unutmuş olmama rağmen olduğu gibi çıkmasını istedim. Arada hafıza boşlukları da kayıp zamanlar da oldu, geçirdiğim hastalık bu konuda etkiliydi. Doktorlar hafızamın geri gelemeyeceğini ve sağlığımın bu durumdan çok etkileneceği söylemişti. Hafızam neyse ki olduğu gibi geri döndü. Konuşmam da sağlığım da gayet yerinde. 
 
Bir taraftan da bu kitabın yayımlanmasıyla beraber aslında bu son sözün devre dışı kaldığını, artık son sözün ağızdan çıktığını görüyoruz. Tekrar bir son söz kaleme alır mısınız yoksa bu düşünceden mi vazgeçtiniz?
 
Sanırım bu düşünceden vazgeçtim. Benim düşüncemle benim için yazılmış kader birbirini tutmadı, kaderimle düşüncelerim uyuşmadı. O yüzden bu durumdan etkilendim. Ben, "Bu benim son sözüm," derken hayat bana başka bir son söz gösterdi. Metafiziki bir durum çıktı ortaya. Öyle bir şey oldu ki ben konuşup yazmaya geri dönmeseydim, hafızam geri gelmeseydi hiçbir şey olmazdı. Çok enteresan da bir şey oldu bu süreçte. Sanırım "Fotoğrafımı Sana Gönderiyorum"da yer alan bir öyküdeydi. Çok sevdiğim bir yazar olan Abdülhak Şinasi Hisar’ın orada bir sözü var. Oturduğu evin, Ayaspaşa’daki evin karşısında Şükran Yurdakul’un evi vardı. O vakitler Şükran Bey tabii çok genç, bir kitabevi varmış. Hisar onu çağırıp ona bir şeyler yazdırırmış. Şükran Bey de ona yardımcı olurmuş. Abdülhak Şinasi yazdırırken ara ara tıkanır, konuşamazmış. “Benim zavallı kelimelerim, nereye gittiniz?” diye yakınırmış. Saatlerce böyle durup ağlarmış. Bana bu hikâyeyi Şükran Bey anlatmıştı, ben de metne dökmüştüm. Aynı şey benim de başıma gelince çok şaşırdım. Benim başıma bir kelime kaybı gelmedi. Ancak o hastalık evresinde bazen kelimeyi bildiğimi ancak dile getiremediğimi fark ettim. Onu nereye oturtacağımı, nasıl kullanacağımı bilemedim. Bütün bunlar bana hayatın devam ettiğini, hiçbir şeyin durmadığını, devam eden bir şeyi kesintiye uğratamayacağımı düşündürttü. Ben de böyle bir karar vererek metni olduğu gibi yayımlamak istedim.
 
 
Dediğiniz gibi sağlık problemleri, hafıza kaybı, kelimeler ve ölümle yüzleşme. O yüzleşme her şeyi derinden etkiliyordur muhakkak.
 
Kesinlikle. Aslında şimdi yeni bir roman yazıyorum. Bir buçuk yıl hastanede kaldım. Bu yaşıma kadar hiç başıma böyle bir durum gelmemişti. Bir buçuk yıl aradan sonra evime gelince her zaman kaldığım odadan başka bir odaya geçtim ve orada yatmaya başladım. Koridora bakan bir oda. O odada sürekli “Ölüm nedir?” diye düşünmeye başladım. Bu tabii metafizik bir durum ve ben bu tür şeylere inanan biriyim. O sırada kendi kendime bir mesaj aldım: "Sen yaptığın işi yapmayı sürdür, başka da bir şeye karışma." Bu düşünceyi benimsedikten sonra kitabı yayımlayıp başka da bir şeye karışmamaya karar verdim. Kadere müdahale etmekten vazgeçtim.
 
Tam olarak plan yapmadan yaşama hâli...
 
Önceden de kadere karışma arzum yoktu ancak arkamda sevdiğim bir şey bırakma düşüncesi vardı. Bu zamanla biraz değişti. Romanda anlattığım çocuklar, Türkiye’nin dramını sonuna kadar yaşamış gençler. Sağ'dan, Sol'dan birçok genç korkunç gerçeklerle yüzleşmek zorunda kaldılar o dönem. Bunların anlaşılabilmesini istedim. Herkes kendisine göre bir şeyler söylerken bunların doğru anlaşılıp anlaşılamayacağından endişe ettim. Neyse ki anlaşıldım gibi görünüyor ve bu durum beni rahatlattı. Arkadaşlarım da işittiklerim de bunu doğruladı. Sözgelimi Kadir İnanır hakkında birtakım olumsuz şeyler yazıldı son dönemde. Hoş olmayan şeylerdi bunlar. Benim hakkımda bu tür şeylerin dile getirilmemesi de beni sevindirdi.
 
 
Geçmiş nihayetinde muğlak bir konu. Kişi geçmişi hissettiği, istediği gibi hatırlar ve biçimlendirir. Siz geçmişi hatırlarken nasıl hareket ediyorsunuz?
 
Bazı şeyler zamanla bir suça ve vicdan azabına dönüşüyor. Bu tür duygular bazen baskın gelebiliyor hafızada. Dolayısıyla geçmişe her zaman da güvenmemek lazım, çünkü dönem dönem her şey değişebiliyor. Ancak onu kurduğunuz vakit, yapay bir şey olarak düşündüğünüz vakit ona daha doğru yaklaşmak mümkün. Nitekim bu geçmiş meselesinde bir de oto-sansür konusu var. Kişi kendini de sansürler bazen. Dolayısıyla tüm bunlar geçmiş meselesini etkiler. Hiçbir zaman geçmişi birebir anlatmak mümkün değildir. Proust gibi yazarlar böyle yaptıklarını söyleseler de bu mümkün değil bana kalırsa. Hepsi yapay ve değişken. "Ben Ölünceye Kadar Seninim"i yazarken Kerime Nadir’den yola çıkmıştım. Süha Rikkat karakterinde özellikle de. Kendisini hiç tanımadım. Uzun süre telefonda konuştuk. Bir ara aramızda bir tartışma olmuştu ancak ilerleyen yıllarda tekrar sıkı dost olduk. Onu ve Doğan Hızlan’ı sürekli çaya çağırmak ve bir araya gelmek istemiştim, ancak nasip olmadı. Meğer kansermiş, biz telefonda sürekli konuşurken birkaç ay sonra vefat etti. Süha Rikkat’i yazarken bütün bunları düşündüm. Pişmanlıkları, duyumsamayı, yaşamışlığı iç içe geçirdim o kitapta da bu yeni kitabımda da. Kerime Nadir’den izdüşümü olmadığı ânlarda bile o dönemin koşullarını düşünerek yazdım. Sözgelimi bağlı olduğu yayınevini, İnkılap Yayınevi’ni düşünerek aileyi de tasavvur ettim. Önemli bir yayıncı aileydi onlar da, arkadaşlarımdı sahipleri. Hepsini düşünerek bu metinleri kaleme aldım. Böyle yazarlar da yayıncılar da vardı, zamanla tüm bu bağlar koptu ne yazık ki.
 
Geçmişi tahayyül etmek, geçmişle yüzleşmek size neler düşündürttü? Selim İleri’nin geçmişle yüzleşmesinde neler, ne tür his ve düşünceler var?
 
Hep vicdan azabı var. Hep kişisel hatalarımı tekrar tekrar düşündüm ve onları neden yaptığımı anlamaya çalıştım. Bunlar tabii artık geri döndürülemez şeyler. Pişmanlıklarım var hep. Geçmişe dair hatırladığım güzel bir şey yok. Mutlu bir geçmişim olmadı benim. Olmuştur muhakkak da anımsama söz konusu olunca hep acı şeyler geliyor aklıma. Kitabın başında da zaten bu duruma dikkat çekiyorum. Oktay Rifat alıntısı bu yüzden çok kıymetli. Geçmişe bakarken toplumu, toplumsal kırılmaları, kişisel hatalarımı ve bunlar arasındaki bağlantıları görüyorum. Çocukluk yılları, darbe, idamlar, Deniz Gezmişler, 12 Eylüller. Tüm bunlar zaten ülkenin nasıl değiştiğini gösterdiği gibi beni de ne derece derinden sarstığını gösteriyor. Ülkeyle kendi yaşantım arasındaki bağları bu yüzden önemsiyorum. Tüm bu hata ve pişmanlıklarda da bu konunun da izleri var. Marguerite Duras’ın ömrünün son döneminde yaptığı bir söyleşi var. İtalyan bir gazeteciyle yaptığı bir söyleşi. Orada gazeteci müzikten söz ediyor. Duras da “Bana bir daha bu kelimeyi kullanmayın, müzikten söz etmeyin,” diyor ve devam ediyor: “Müziği mutlu insanlar dinler, benim için böyle bir durum söz konusu değil.” Hakikaten de öyle. Ben de artık müzik dinleyemiyorum. Önceden müziği çok severdim ancak artık dinleyemiyorum, beni hep üzüyor bu durum. Bu fark ediş beni çok etkiledi.
 
 
Cüneyt Arkın üzerine bir roman kaleme alıyorsunuz ki hem yapısal hem de içerik anlamında özel bir eser sizin için de. Bu yeni romandan da biraz söz edebilir misiniz?
 
Bazı şeylerin kâğıda geçmesi için çok çaba sarf etmeniz önemli. Ben de aslında şu an bunu yapmaya çalışıyorum. Cüneyt benim çok yakın dostumdu. Onunla çok uzun yıllar birlikte vakit geçirdik. Sırlarımızı, anılarımızı, düşüncelerimizi paylaştık. Cüneyt çok entelektüel, sinema ve edebiyatla yakından ilgilenen bir isimdi. Birlikte nice maceramız, anımız oldu. Onun kaybı da beni çok etkiledi. Son yıllarda çok önemli isimleri yitirdim benim için önemli olan. Bu nedenle bu yeni romanımda onu anlatmak, Cüneyt’in hayat hikâyesinden yola çıkarak kurgu bir metin geliştirmek istedim. Cüneyt’in hayatını anlatırken bir de kurgusal anlamda farklı bir şey yaptım. Az önce dile getirdiğim gibi 'ben' ve 'sen' dilini aynı ânda, aynı kişi için, bilinçli olarak kullandım. Böyle bir deneme daha önce yapıldı mı bilmiyorum ama ben bunu denedim. Sonuçları ne olacak göreceğiz ama okuyanlar umarım bu denemeyi seveceklerdir.