'Rüya gibi bir yıldı'
02 Aralık 2022 - 10:129 Aralık’ta gösterime giren “Kurak Günler”in Savcı’sı Selahattin Paşalı, “Rüya gibi bir yıldı,” diyor 2022 için: “Evlendim, baba oldum, Cannes Film Festivali, ödüller. Yıldız haritama baktırmam gerekiyordu herhâlde”.
AYIN SÖYLEŞİSİ
Asu Maro
asu.maro@milliyet.com.tr
“Bu sene onun senesi oldu,” çok kullanılan bir tabirdir ama herhâlde bir insanın rol aldığı ilk iki sinema filminin (“Kurak Günler” ve “Mukavemet”) izleyiciyle buluşması, bunlardan biriyle Cannes Film Festivali’ne gitmesi, Antalya Altın Portakal ve Ankara Film Festivali En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini alması, aynı anda da evlenip baba olması kastedilmiyordur. Selahattin Paşalı, 2022 yılını 32 yaşında bütün bunlara ulaşmış bir oyuncu ve baba olarak tamamlıyor. Savcı Emre karakteriyle ödülleri ve hayranlıkları topladığı “Kurak Günler” 9 Aralık’ta gösterime girerek bu şanslı yılı son ayında taçlandıracak. Selahattin Paşalı ile “Kurak Günler” vesilesiyle buluştuk, hakkında bilinen - bilinmeyen pek çok şey konuştuk.
Sinemaya “Kurak Günler” ile ödüllü bir giriş yaptınız. Ama aslında ilk filminiz “Mukavemet”. Ondan söz ederek başlayalım mı?
Aslında ben izleyici olarak bağımsız sinema kültüründen uzaktım. Ama kariyerimde popülerlikten ziyade saygınlık peşindeyim, o daha değerli geliyor bana ve kafamda da o bağımsız sinemayla örtüşüyor. Daha bir bilet satışı derdi olmadan, gerçekten oyunculuk tercih edildiğini düşündüğüm için direksiyonu oraya kırmak istiyordum zaten. “Aşk 101” dizisinde beni yönetmen Soner Caner izlemiş, “Mukavemet”in görüntü yönetmeni de “Aşk 101”in görüntü yönetmeni Vedat Özdemir’di zaten. Herhâlde biraz onun da önermesiyle, bir gün telefon çaldı. Tek plan diye de bahsedince çok heyecanlandım, direkt içinde olmak istedim.
Tek planın apayrı bir zorluğu olsa gerek.
İstanbul Film Festivali’nde de söylemiştim; bu ben olmasam da sanki tiyatro tecrübesi olan birisinin oynaması gerekir diye düşünüyorum. Çünkü parça parça çalışıyorsunuz, aynı tiyatrodaki matematik gibi, sahneleri çalışmak gibi. Bir de film 104 dakikaydı, biz 90’ıncı dakikasında evden çıkıyoruz galiba. 90 dakika boyunca duygudan duyguya geçme ve o duyguyu tutma gibi şeyler, biraz gelişmesi gereken bir beceri oluyor. Çünkü dizide ya da sinemada bölünenenerji kurguda birleşiyor. Bu sebeplerden bir oyuna hazırlanıyormuşuz gibi bir his vardı.
Sizin için izlemesi kolay oldu mu? Çünkü seyirciyi zorlayan anları var filmin.
Var. Ben zaten filmde ne olacağını bildiğim için herhâlde zor olmadı ama çıkanlar olduğunda gayet saygıyla karşılıyorum bu durumu. Çok sert, şiddet pornosuna kaçtığına dair eleştiriler de oldu. Hak da veriyorsun. Her bünyeye göre olmadığını biliyorduk zaten en başından. İnsanların 104 dakika boyunca o olayı bir göz gibi evin içinde takip etmelerini ve ne olduğunu görmelerini tercih etti yönetmen. Biz de onun bir parçası olduk. Güzel bir deneyimdi kesinlikle.
İzleyici olarak şiddetli, kanlı filmler izlemeyi sever misiniz?
Oynamayı daha çok seviyorum. Galiba birazcık normal hayatta pasif biri olmamdan dolayı. Pasif agresiflik var bende; içine atma, sonra bir anda patlama. Tiyatroda da sert oyunlar oynamayı daha çok seviyordum, deşarj oluyorum gibi geliyordu. Hayatta yapamadığın şeyleri sahnede çıkartabiliyorsun rahatça.
Kendisine bu kadar net pasif agresifim diyen birini görmemiştim galiba.
Ben kesinlikle öyleyim. Bir şey olduğunda tepkimi belirtemiyorum, sinirlenemiyorum o anda, hep içime atıyorum. Dolayısıyla da o birikiyor.
İbrahim Selim’in programında “Kaybetmeyi sevmediğim için kavga etmem,” demişsiniz. Ondan mı yoksa kibar olma mecburiyetinden mi acaba?
Galiba kendimde böyle bir zorunluluk hissediyorum. Çocukluğumdan beri böyle; efendi, kibar, saygılı. Bu rol olarak da değil, yapımda var. Ailemle de alakalı, rol model ailemdir, çok sevilen insanlar Bodrum’da. Herhâlde onlara da laf gelmesin diye.
“Kurak Günler”e gelelim o zaman. Emin Alper’i herhâlde izliyordunuz daha önce, sinemayı takip eden birisiniz sanırım.
Hiç değildim. İlk 2018 yılında bizim “Fotoğraf 51” oyununa cast direktörümüz Ezgi Baltaş getirmişti Emin Abi’yi. Bizim tanışıklığımız oradaydı. Ama ondan belki bir buçuk yıl sonra audition’lar başladı bu işle alakalı. Savcı Emre rolü için getirmiş ama. Evet aynen. Ben Craft’ta öğrenciydim, bizim kamera önü oyunculuk hocamız Can Kılcıoğlu bir derse Ezgi Baltaş’ı getirmişti, birer tirat oynadık ona. Oradan gözüne kestirmiş beni. Sonra da bu rol için Emin Abi’nin beni izlemesini sağladı.
Siz o gün ne düşünmüştünüz?
Ben açıkçası o zamanlar bağımsız sinema yönetmenlerini çok fazla bilmiyordum. Özcan Alper’le, Selman Nacar’la, Kaan Müjdeci ile, Tolga Karaçelik ile, hepsiyle Antalya’da tanışma fırsatı buldum. Oyunculuk eğitimi almaya başlayana kadar sinema benim ilgi alanım değildi. Ondan sonra yavaş yavaş tiyatrodaki yönetmenleri, sinemadaki yönetmenleri tanımaya başladım, hâlâ da tanımaya çalışıyorum. Audition’dan sonra ben Emin Abi’nin bütün filmlerini izledim, sinemasını araştırdım. İlk izlemeye geldiğinde Ezgi Baltaş “Çok önemli bir yönetmen getireceğim, iyi oyna,” dedi bana, o kadar.
Audition’a gitmeden senaryoyu okudunuz mu?
İlk gittiğim audition’da okumadım. Sadece o göl başındaki sahneler vardı. Bir de ilk Erol Abi (Babaoğlu) ve Erdem (Şenocak) Abi’nin ofisime geldiği sahne vardı. Bir karakter analizi vardı fakat ben savcıyı orada çok farklı oynamıştım. Bir buçuk - iki saat sürmüştü audition ve çok güzel geçmişti. Çıktığımda menajerime “Başardım,” diye selfie atmıştım, kesinlikle rolü aldığımı düşünüyordum. Yedi ay falan telefon gelmedi. Ondan sonra tekrar audition’a çağırıldım. Ben onların karşısında güçlü bir savcı oynamıştım, onları yerin dibine sokan bir şekilde oynamıştım. Savcı deyince çünkü öyle bir şey geliyor aklıma. Sonrasında sağ olsunlar, “Daha yumuşak bir yerden al, sıkışmaya daha açık ol,” diye beni yönlendirdiler telefonda. Ben de ona göre oynadım. Emin Abi’ye de bunun şakasını yapıyorum; “Yedi ay beklettiğin için beni teşekkür ederim,” diye. “O kadar beklettik mi biz seni ya?” diyor. Neyse sonunda oldu ya önemli değil.
Bu kadar parlak bir sonuç bekliyor muydunuz? Film de çok sevildi ama sizin çok iyi oynadığınıza dair de bir fikir birliği oluştu.
Beklemiyordum tabii. Benim yapmaya çalıştığım tek şey, set 35 gün, beş haftaydı; beş hafta boyunca Emin Abi’yi mutlu etmeye çalışmak. O memnun kalsın, ondan sonra ne olur, bunu ben kontrol edemem. Her işte aynı şey geçerli. Tabii ki Emin Alper’le beraber olunca kafanızdan acaba Avrupa’da bir festivale gider miyiz gibi düşünceler geçiyor. İşte Berlin’de çok sevildiğini duyuyorum konuştuklarımdan, “Herhâlde Berlin’e gideriz,” diye düşünüyorum, yurtdışında festival heyecanı yaşama fikri insanı heyecanlandırıyor. Ama hani performansın bu kadar olumlu eleştiriler alacağını tahmin etmiyordum. Belki birazcık günümüzü de aynalıyor ya film, hani o savcı Emre’nin mücadelesi de bir umut doğuruyor ya, belki o da etkilemiş olabilir insanları.
Çok sade bir oyunculuğunuz var savcı karakterinde. Nasıl bir hazırlık süreciniz oldu çekimlerden önce?
Aslında en hazırlanamadığım iş diyebilirim “Kurak Günler” için. Çünkü “Pera Palas’ta Bir Gece Yarısı”nın setindeydim. Orada setim bitti, ertesi sabah Kayseri’ye uçtum. Çekimlerden önce çok prova yaptık. “Pera Palas”ın setinden çıktığım anda provaya gidiyordum; bir provada hatırlıyorum, Emin Abi’yi hiç mutlu edemedim. Sonunda dedim ki “Ben çok yorgunum, yapamıyorum”. Çok önem verdiği sahneler vardı, onları o kadar çok prova yaptık ki yeni bir şey bulamayınca bir kısır döngüye girdim ve sanki daha kötüye gidiyorum gibi bir hissiyat geldi. Bir de aslında genelde ben yanlış yerden başlıyorum role hazırlanmaya. Ufak bir detaya takılıyorum. Burada da savcıya dair fiziksel arayışlar içindeyken hak, hukuk, mücadele, bunları unutmuşum, filmin büyük resmi yok. Sonra Tansu Biçer’le görüştüm, o çok kafamı açtı sağ olsun. Bana senaryoda yolculuk yaptırdı. Bağ evindeki sahne için “O masadan niye kalkamadın?” diye sordu mesela. Ben bunu hiç düşünmemiştim. Böyle böyle başka bir yere doğru evrildi. O oyunculuk tarzı Emin Abi ile beraber geliştirdiğim bir şey oldu, daha sade oynamak. Çünkü film anlatıyor, benim ekstra bir şey yapmama gerek kalmıyor. Bunu öğrenmiş oldum bu sette. Şansıma, zaten bir setten gelmiştim, leb derken leblebiyi kapabilecek bir sıcaklığım vardı mekanizmamda. Güzel yorumlar duyunca oraya da bağlıyorum, motor sıcaktı.
Savcı niye kalkamadı o masadan?
Ben şöyle düşündüm; idealist, iyi eğitimli bir savcı ama okulda okuduğunuz şeyle sahada olan şey bambaşka. Size tecrübe öğretilmiyor okulda. Tecrübesizliğinden, insan ilişkilerini yönetemediği için, belki kalkarsa arkasından ne konuşulur bilemediği için, herkesle aramı iyi tutayım diye kaldığını düşünüyorum.
Ekin Koç’la olan sahnelerinizde aranızda çok hissedilen bir elektrik vardı. Nasıl oldu onunla çalışmanız?
Klişe gibi geliyor ama güzel bir arkadaşlığın varsa güzel de bir şey çıkıyor ortaya. O artık enerjisel bir şey galiba. İyi arkadaş olduk, üzerine çok konuştuk, çok prova yaptık, çok denedik, biraz daha fazlasını da denedik, azını da denedik, sonra bir seviyede o gerilimi tutmaya çalıştık ve böyle bir şey çıktı ortaya. Hiçbir şey konuşulmadan seyirciye aktarılan bir duygu var. Senaryo da buna çok hizmet ediyor. O şüphede bırakması. Mesela savcının gördüğü rüya sahneleri var, onların gerçekliğinden emin olamıyorsunuz. Murat’ın manipülasyonu belki de, hiçbir şeyi tam bilmiyoruz. Ben seviyorum böyle bilinmezliği ya da topu seyirciye atan hikâyeleri.
Peki, ödüller ne ifade etti diye çok klişe bir soru soracağım. Sonuçta izleyici karşısına çıkan ilk filminizle hem Altın Portakal’dan hem Ankara Film Festivali’nden ödülle döndünüz.
Çok şükür nasip oldu. Ödül almadan önceki düşüncelerimle ödül aldıktan sonraki düşüncelerimi geçen gün oturdum, düşündüm. Ödül almadan önce onu bir istiyorsunuz. Metalaşmış bir durumu var yani. Ödül aldıktan sonra da almasam da olurmuş gibi geldi. Ama bunu ödül alan kişi söyleyebiliyor. Alamasam da hiçbir problem yoktu aslında yani. Çünkü ben “Mukavemet”e de aynı şekilde hazırlandım, orada ödül alamadım. Bu benden bir şey götürmemeli ya da aldığımda ekstra bir şey de kazandırmamalı. Ben her işime aynı saygıyla yaklaşıyorsam, hayat bazen güzel şeyler verebiliyor. Çok metalaştırmamak gerektiğini anladım ödül olayını. Ama tabii ki hem kendim için hem ailem için, eşim için, çocuğum için güzel bir miras olması beni en çok mutlu eden tarafı. İleride evde duracak bir şey var, bakabileceğimiz. Onun dışında mükemmeliyetçi bir tarafım olduğu için, bu çok bir baskı yaratır mı üstümde diye, ben en çok ondan korkuyordum. Eyvah beklenti çok arttı, ben ne yapacağım? Tam benlik hareketler bunlar. Hiç öyle olmadı. O tarafa doğru yaslamamaya çalıştım çünkü orası çok zehirli bir yere gidebilirdi.
Şanslı bir yıl oldu, 2022 sizin için.
Gerçekten çok acayip bir yıl oldu. Çok şükür, rüya gibi. Evlendim, baba oldum, Cannes Film Festivali, ödül. Yıldız haritama baktırmam gerekiyordu herhâlde.
Kızınızın adı Pera diziyle mi alakalı?
Dizinin de etkisi var tabii. Lara İngilizce öğretmenliği yapıyordu o zaman, Pera diye bir öğrencisi varmış, “Bir gün olursa kızım acaba adı Pera olur mu?” diye kafasında varmış. Ben de “Pera Palas” işini, oradaki herkesi çok seviyorum. Hatta evimin anahtarı hâlâ Pera Palas’taki odanın anahtarı. Dolayısıyla “Pera olur mu?” dedim, o da sevdi, Leyla Pera Paşalı koyduk. Biraz sizin çocukluğunuza gidersek, Bodrumlusunuz. Bitez’de büyüyorsunuz. Eğlenceli bir çocukluktu herhâlde. Güzel, eğlenceli. Ailem turizmle ilgileniyor, sahile yakın bir yerde oturuyorduk. Çok özgür olduğumuzu hatırlıyorum. Bir arkadaş çevresinden ziyade biz kuzen çevresiyle büyüdük. Sahilde onlarla kumsalda koştur, yaramazlık yap, bisiklet çeteleri... Su sporları hayatınıza giriyor. Ben ilk madalyamı yüzmede kazanmıştım mesela.
Sörf var mı?
Beceremedim ben onu bir türlü. Hatta bir gün kuzenimle koskoca denizde birbirimizle çarpıştık ve yelkenlerimizi yırttık. Abim iyi bir sörfçü. Ama ben bir işte iyi değilsem hemen bırakırım. Perişan olmam onun için öyle.
Çok iddialı olmadığınız alandan geri çekilmek gibi bir huyunuz var.
Hemen. Ben yapamıyorum, denedim, olmadı, teşekkür ederim. Bir sonra neyi deneyeceksek onu yapalım.
Basketbol da mı aynı şekilde oldu?
Basketbola biraz yeteneğim vardı, onda kendimi iyi hissediyordum. Bodrum’dan İstanbul’a o yüzden geldim, Darüşşafaka’ya transfer oldum. Tek başınıza mı geldiniz İstanbul’a? Tek başıma geldim, sporcu evinde kaldım. Tabii annem asla istemedi. Çünkü Karşıyaka’dan da teklif aldım ve İzmir’de anneannemin evi vardı. Annemin, babamın en istediği en şey; arabayla üç saatte oradayız bir şeye ihtiyacı olursa. Ama ben “En iyiler İstanbul’da, benim onlarla yarışmam lazım,” diye İstanbul’a bir geldim, İstanbul’dakiler çok iyi çıktı. İstediğim seviyeye de çıkamadım, ondan sonra bitti zaten. Ailem beni hep okumaya yönlendirdi. Abim de Sabancı Üniversitesi’ni birincilikle bitiren bir tip.
Siz de 98 alınca ağlayan biriymişsiniz.
Öyleydim. Ergenliğime kadar. Lisede bir şey oldu ve hiç notları umursamayan birine dönüştüm.
Basketbolda yaşadığınız hayal kırıklığıyla ilgili mi?
Tabii. O yaşlarda onu yönetmek zor. Aileden uzakta olmak zor. Ben mesela ara ara düşünüyorum, acaba ailem İstanbul’da yaşasaydı başka bir ihtimalim olur muydu? Çünkü öyle aileler de var; çocuğunu sadece ona yönlendiriyor, beslenmesinden uykusuna, her şeyine dikkat ediyor. Sen kendi başına sporcu evinde, yemekhanede çıkan bir yemekle, maçta kötü oynadın, eve gelip yaslanacağın biri yok. Ama işte hayat tecrübesi oldu, başka birine dönüştürüyor seni yaşadığın bu tarz mücadeleler. Oradan daha da uzağa, bu sefer yurtdışına gitmişsiniz. Hayatta tek iyi olduğunuzu düşündüğünüz şey bir anda gidince, ben şimdi ne yapacağım bu hayatta diye depresyona giriyorsunuz. Bahçeşehir Üniversitesi İşletme’yi kazandım ama bu benim gönlümdeki şey değil. Derken abim dedi ki; “Yurtdışına git. Burada dağıldın biraz, git sıfırdan başla hayatına,” gerçekten de öyle oldu. Budapeşte’ye gittim, kendime geldim. Sanat yönetimi okumaya başladım.
O karar nasıl verildi?
Aslında bugünlere gelmemde köprü gibi bir görevi var Budapeşte’nin. Tamamıyla tesadüf. İşletme bölümündeki aşırı zor matematikler içinde, ben bir de Budapeşte’de bunlarla boğuşmayayım dedim. Bölümlere bakarken sanat yönetimi dikkatimi çekti. Çocukken resim derslerine giderdim, bir sergi açmıştık, sinemayı izlemeyi seven bir tiptim, bir yakınlık hissettim kendimde. Çok da sevdim sonunda... Uluslararası bir okuldu; İsveçli, Nijeryalı, Fransız, Finlandiyalı arkadaşlarım vardı.
Nijeryalı arkadaşınızın önemli etkisi olmuş hayatınızda.
Evet, Nonso’nun dokunuşu hayatımı değiştirdi gibi bir şey. O bir film çekiyordu, final projesi, beni de bir şekilde oynattı. Budapeşte’de, kendi evimde bazı çekimler yaptık, böyle depresif bir hâldeki ben falan. Orada kendimi izleyince içime bir şey düştü, “Acaba ben bunu mu denemeliyim?” dedim.
Yalnız bir Hollywood setinden atılmışsınız o arada.
Evet ya, “Inferno” filmi. Figüran olarak gittim ve daha başında sevmedim, sürekli bekliyorsun. Korkak bir tipim ya, telefon kullanman yasak, bakamıyorum telefona. Saatlerce bekle bekle. Yemek yiyemedim, açlık bende sinir yapıyor. Öğle yemeğinde hiç sevmediğim şeyler çıktı, bozuk para yok, makineden çikolata alamıyorum. Aç kaldım ben. Saatler geçince içeride uğultu başladı, güvenlik görevlileri girdi içeri, küfür kıyamet. Macar teyzeler ağlamaya başladı, onlara bağırdıkları için. Bende de bir Türk damarı tuttu. Hiç de kavgacı bir tip değilim ama açlıkla beraber oluyor bu, güvenlik görevlileriyle “Yapmayın böyle şeyler,” gibisinden münakaşaya girdik. Onlara cevap verdiğim için de beni attılar.
Siz buna rağmen oyuncu olmakta direndiniz.
Aslında oraya set hayatını bir görmek için gitmiştim. Tom Hanks vardı, uzaktan gördüm.
Türkiye’deki setlerle kıyaslayabilir durumda mısınız?
Sadece bir gün geçirdiğim için tam kıyaslayamam ama bizim kahvaltılarımız daha güzel kesinlikle.
Figüranlara da daha iyi davranılıyor inşallah.
Evet evet. Hiç böyle küfür edildiğini duymadım. Çok zor bir şey yardımcı oyunculuk, bir gün de olsa gördüm. Ben o yüzden naçizane sette onlarla hep konuşmaya, iletişim içinde olmaya çalışıyorum.
Peki Türkiye’ye geldiniz ve Craft’ta oyunculuk eğitimine başladınız.
“Hay Allah, geç kaldım,” duygusu oldu mu hiç?
Çok oldu. 30’a doğru yaklaştığında insan “Aileme ne diyeceğim? Hâlâ bir mesleğim yok,” diyor. Dolayısıyla o da bende “Benim tırmalamam lazım, bir an önce kendimi gösterebilmem lazım,” gibi hırs yarattı tabii ki.
“Başıma gelebilecek en kötü şey yakışıklı sıfatında bir oyuncu olmak,” gibi bir cümlenizi okudum. Korkarım gelmiş durumda.
Birazcık elin yüzün düzgün olunca seni jön diye tanıtıyorlar ya benim kesinlikle öyle bir kariyer planım yok. Benim istediğim şey karakter oyunculuğu yapabilmek, değişik roller geldiği zaman bunlara en azından audition verebilmek, insanların kafasında böyle yer edebilmek. Yakışıklılık üzerinden bir yarışa girerseniz bitersiniz. Çünkü siz beni yakışıklı buluyorsunuz ama yan tarafta başka bir oyuncu var daha yakışıklı, daha da yakışıklısı gelecek. Ama performans bizlerin emekleriyle çıkan bir şey. Oradan beğenilelim ya da eleştirilelim. Bir de yakışıklılık gibi bir şey size yapışınca size hep aynı roller geliyor. Bunu kırabilmek için de başka başka şeyler oynamanız gerekiyor. Dolayısıyla “Mukavemet”teki rol gibi, işte burada bir anda savcı, “Pera Palas”ta 1917’deki adam, şimdi müezzin gibi, aralığı açabilirsem mutlu olacağım. “Bu çocuk karakter oyuncusu, şu rol olduğunda Selahattin’den bir audition alalım,” dedirtebilirsem başarmışım diyebilirim.
Şimdi ana akımda müezzin rolü oynayacağınız bir dizi geliyor, “Ömer”.
Evet, Netflix’te “Shtisel” diye bir İsrail dizisi var, onun bir uyarlaması. Cem Karcı çekecek. Benim için heyecan verici bir deneyim olacak, gerçekten enteresan bir rol. Bu rol için de bir hazırlığınız olacak herhâlde. Tabii tabii, camiye gidiyorum. Zaten camiden çok uzak bir tip değilim, çocukluğumda bayağı vakit geçirdim ama şimdi de biraz o atmosfere girmek açısından camiye gidiyorum. Müezzinin bir dönüşüm hikâyesi de olacak. İyi niyetli bir iş, ucunda insanlara iyi gelecek, bizi birleştiren bir şeye yönelik bir iş aynı zamanda.
Çocukluğunuzda camiyle nasıl bir ilişkiniz vardı?
Babam Cuma’lara gider, dini bayramlarımıza önem verilir, Kandiller, Ramazan önemlidir. Bu adetleri çocukluktan bize gösterdi babam, “Ben onlara göstereyim, istiyorlarsa yaparlar, istemezlerse yapmazlar” diye. Bir dönem Cuma’ları kaçırmazdım. Dedemin ölüm yıldönümünde Cuma namazından sonra insanlara meyve suyu dağıtırdım. Her gece dua ediyormuşsunuz eskiden. Hâlâ ediyorum.
Ergenlikte “Yüzümde sivilce çıkmasın,” diye dua ediyormuşsunuz.
Artık başka konular var. Şimdi oraya kızım eklendi. Hayatımda olan şeylerde, ne bileyim ödül kazandığım zaman şükür cümleleri söylerim. Kızıma hep sağlık dilerim, “Sen onu koru,” derim. Hayatımda gelişen şeylere göre, mesela şimdi bu “Ömer” işi geliyor, orada başarılı olmayı dilerim, altından kalkabilmeyi, mahcup olmamayı dilerim.
Babalık neler değiştirdi? Biraz korkularınızı artırdı galiba.
Aslında çok yeniyiz, anlamıyoruz. Onu yaşatmalıyız korkusu var ya, her gün “Kurtardık mı bugünü?” diye geçiyor. Ama evet korkularım arttı. Yazın iki tane ani ölüm yaşadı çok yakınlarım ve bir anda “Bana bir şey olursa onlara ne olacak?” gibi bir korkuya kapıldım. İşte Ankara’ya arabayla giderken hız kontrolü yapıyorum, yavaş gitmeliyim. Şimdi üç kişi oldun, ailene bakman lazım. Bana ilk babalık ekonomik anlamda geldi. Onlara bir gelecek sunma sorumluğu yüklendi. Hem bağımsız sinema ve tiyatro anlamında hem para kazanabileceğim işler anlamında hayatın dengede olması gerektiğini anladım. Ama sevdim de bu sorumluluğu, baba olma olayını.
Geceleri kalkıyor musunuz ağlayınca?
En başlarında kalkıyordum ama şimdi gündüz eşime yardımcı olabilmem için ben geceleri uyuyorum. Ona ev işi yaptırmıyorum, o sadece bebekle ilgileniyor. Öyle bir anlaşma yaptık. Ev temizliğinden tutun işte bulaşığıdır, çamaşırıdır, evde ne yapılabilecekse, ev alışverişidir, onların hepsi bende.