Radu Jude’den reklam kuşağı
06 Kasım 2024 - 04:11Rumen sinemacı Radu Jude, yeni filmi “Ütopya’dan Sekiz Kartpostal”da tarihe dair çarpık bir televizyon rehberi sunuyor. İstanbul Modern’de 14-24 Kasım tarihlerinde gerçekleşecek Locarno Film Festivali seçkisinde yer alan filmi üzerine Jude ile konuştuk.
MÜGE TURAN
mugetu@gmail.com
Romanya tarihinin bugüne kadar dile gelmesinden kaçınılan hatta inkar edilen toplumsal olaylarına çomak sokmayı seven Radu Jude bu kez bu tarihe dair çarpık bir televizyon rehberi sunuyor. Sosisten buzdolabına 30 yıllık reklam tarihinden, birinde Çavuşesku’yu dahi izlediğimiz bu renkli ve hicivli kolaj reklamların kendine has kültürel değeri olduğunu kanıtlar nitelikte. Radu Jude ile yollarımız geçtiğimiz hafta Viyana Film Festivali’nde kesişti. Şimdi reklamlar…
Radu Jude
Geçen yılki filminiz “Dünyanın Sonundan Çok da Bir Şey Beklemeyin”, görüntü ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi sorguluyor. Yeni filminiz “Ütopya’dan Sekiz Kartpostal” da bambaşka bir yapım olsa da reklam arşivinden yola çıkarak yine aynı şeyi yapıyor gibi. Önce süreçten başlayalım… Reklam arşivine nasıl ulaştınız? Daha önce bilmediğiniz bir reklamla karşılaştınız mı ya da filmin kaderini değiştiren bir reklamla karşılaştınız mı?
Başlangıç noktasını bulmak zor. Arşiv malzemesi kullanarak yaptığım başka filmlerim de var. Montaj sinemasına her zaman ilgim oldu, farklı görüntüleri bir araya getirmek hoşuma gidiyor. Bu filmde ise benimle yaşıt filozof Christian Ferencz-Flatz ile birlikte çalıştım. Kendisi fenomenoloji ve Frankfurt Okulu gibi konulara odaklanan bir akademisyen. Projeye başlarken geçmişte yaptığım gibi bir ortak arıyordum. Daha önce de örneğin bir tarihçiyle çalışmıştım. Sekiz yıl önce Christian’ın reklamlar üzerine yazdığı makalesini okumuştum. Sinema üzerine yazıları da var ve reklamcılık sektöründen birisi olmadığı için projeye farklı bir bakış açısı getireceğini düşündüm. Reklam dediğimiz olup olabilecek en kurmaca, en ‘sahtekar’ malzeme. O yüzden merak ettik, reklamları birer belge gibi değerlendirirsek, bize neler söylerlerdi? Walter Benjamin’in kopya kültürü veya montaj üzerine yazdıkları gibi bu malzemeyi yeniden çerçevelemek istedik. Reklamların ardında daha derin bir şey bulabilecek miydik?
Arşive ulaşmak zor muydu?
Evet, en zor kısmı buydu. Bu nedenle filmi tamamlamam yıllar sürdü. Bu tür reklamların arşivini tutan bir kurum yok çünkü ticari amaçlı yapılıp tüketildikten sonra çöpe atılmaları hedefleniyor. Çoğunlukla özel sektörün elinde. Yine de prodüksiyon şirketleriyle iletişim kurarak ve özel koleksiyonculara ulaşarak ilerledik. Yüzlerce reklam veya görüntü toplayan özel koleksiyonerlerle çalıştık.
Kurmaca filme kıyasla daha pasif bir yaklaşımınız var bu filmde. Reklamlar kendilerini anlatsın istemişsiniz gibi…
Evet, tam anlamıyla bir Duchamp yaklaşımı. Malzemeyi al, seç, bir araya getir ve başka bir bağlama sok. Hikâyesini o anlatır. Film; “Money Talks”, “The Anatomy of Consumpton” gibi sekiz bölümden ve bir epilogdan oluşuyor. Daha reklamların kendilerine bakmadan, endüstrinin karmaşık yapısını, bu imgelerin ne kadar büyük bir anlam yüklediğini biliyordum. İçine girince de reklamcılığın sinema gibi içinde çeşitlilik barındırdığını fark ettik ve temalar oluşturarak bölümlere ayırdık.
Bu dönemi yeniden kurgulamak size nasıl bir his veriyor? Geçmişin bir parçası olarak, o günlere dair ne düşünüyorsunuz?
Geçmişe bakmak her zaman daha kolay, ancak nostaljik bir film olduğunu düşünmüyorum, çünkü analiz ağırlıklı. O dönemin toplumsal naifliği var. Komünizmin ardından serbest piyasanın tüm sorunları çözeceğine dair o inanç, bana saf geliyor. Tabii, kimilerine komik de gelebilir ama yeterince zaman geçtikçe geçmişteki birçok şey saçma görünebiliyor. Alvin Toffler’ın “Geleceğin Şoku” adlı 1970 tarihli kitabına rastladım mesela. O dönemde geleceği nasıl hayal ettiğine bakınca gülüyorsun. Aynı şekilde reklamlarda da ilkel ve çocuksu bir bakış var. Çehov’un dediği gibi insanla ilgili her şey yerini biraz değiştirdiğinde saçma görünebiliyor.
Filmi Romanya’da gösterdiğinizde nasıl tepkiler aldınız?
Romanya’da reklamların mesajları ve bağlamları çok daha net. Ancak uluslararası izleyici için bazı yerler muğlak kalabiliyor. Yine de ‘90’lardaki reklamlar genç izleyiciler için pek bir şey ifade etmiyor; onlar için bile yabancı. Yine de çok ilgi gördü, çok gülündü. Bazıları “O dönem ne kadar ilkelmişiz, iyi ki artık öyle değiliz,” dedi. Ancak işte ben bunu naiflik olarak görüyorum.
Filmde not aldığım bir replik vardı: “Yeni bir dünya doğarken, burası yeniden doğuyor”. Bu cümlenin bağlamını anlatabilir misiniz?
Bu replik 1989 devriminden hemen sonraki dönemi daha iyi ifade edemez herhalde!
Bu reklamlar, yalnızca tüketim kültürü açısından sonsuz olasılıklar sunmakla kalmıyor; aynı zamanda TV reklamcılığının estetik ve geleneklerinde yaşanan değişimi de gösteriyor…
Evet, şu anda o dönemde kullanılan teknolojiye sahip değiliz. Reklamların birçoğu 35 mm filme çekilmiş, sonra televizyonlarda beta kasetlere aktarılmış. Biz ise o reklamları VHS kasetlerden izledik ve dijitalleştirdik. Bazıları harabe gibiydi, çöpten topladık. Bu film bir toplumun görsel çöplüğünden çıkmış diyebiliriz.
Locarno Film Festivali’nde bu filmi Andy Warhol’un mezarını webcam üzerinden izlediğiniz yine başka bir montaj filminiz olan “Uyku #2” ile birlikte gösterdiniz. Bu seçimi nasıl değerlendirdiniz?
Onlardan gelen bir öneriydi ama bana da mantıklı geldi. Popüler kültür ve nostalji ilişkisi açısından ilginç bir ikili oldular.
Filmin adındaki ‘ütopya’ sizin için ne ifade ediyor?
Biraz sinik bir anlamı var. Reklamlar ideal bir dünya öneriyor. Her şeyin pürüzsüz, cilalı olduğu dünyalar. Tüketim toplumunun yarattığı bu yumuşak, mükemmel dünyalar bir tür ütopik önerme taşıyor. Ancak kartpostallarda görebileceğimiz bir önerme…