Petros Markaris’in İstanbul serüveni
Yunanistan Sineması Günleri için İstanbul'a gelen Heybeliada doğumlu ünlü yazar Petros Markaris ile çocukluğunu, Angelopoulos ile yarattıkları dünyayı, yazıldığı sırada kültleşen "Komiser Haritos" serisini ve yapay zekânın sanata etkilerini konuştuk.
Erkin Can Seyhan
erkincanseyhan@gmail.com
Fotoğraflar: Furkan Enes Öztarsu
Heybeliada doğumlu Yunan yazar Petros Markaris geçtiğimiz günlerde bir dizi etkinlik için İstanbul’a geldi. Yunanistan Sineması Günleri için Yunanistan Başkonsolosluğu ve Pera Müzesi’ndeki etkinliklere katılan 87 yaşındaki usta yazar, okurlarıyla sohbet edip kitaplarını imzalamak için ise Robinson Crusoe 389 ve Minoa Pera’daydı. Bir haftalık İstanbul serüvenine yakından şahitlik etme heyecanını taşıdığımız Petros Markaris ile çocukluğunu, gençlik yıllarını, senarist kimliğini ve daha yazıldığı sırada kült eserlere dönüşen "Komiser Haritos" serisini konuştuk.
Yazarlık serüveninizin başlangıcının zorlu olduğunu biliyoruz. Doğup büyüdüğünüz şehri değiştirmenize varan bu tutkunuzun ortaya çıkışını ve maceranın nasıl başladığını anlatır mısınız?
Zorluk aslında hayatımdaki yalnızlıktaydı. Yani ben genç olarak öbür gençler gibi bir hayat tanımadım. Heybeliada'da doğdum, büyüdüm ve İstanbul'a ortaokul ve lisede gitmeye başladığım yıldan sonra ne kadar yalnız olduğumu ve yaşadığımı o zaman anlamaya başladım. Bu benim gençlik yaşamımı çok değiştirdi, zorlaştırdı. Ta ki bir gün kurtuluşu edebiyatta bulana kadar… Kitabevlerini keşfettiğim günden beri kitabevlerinden çıkamıyorum. Benim edebiyatla temasım Türk edebiyatı ile başladı. Yunan edebiyatı ve Alman edebiyatı ondan sonra geliyor. Ve bu temaslar 1955'ten sonra İstanbul'da yaşamaya başladığım yıllar içinde; yalnız okuyucu değil, yazar olma hevesini, iradesini ortaya çıkardı. Böylece ilk yazılarımı yazmaya başladım ve o zaman İstanbul'da yayımlanan tek Rum edebiyat dergisi Pirsos Yayınları ve Pirsos dergisine verdim ve orada yayımlandı. Edebiyat bugün benim hayatımı yalnız değiştiren değil; hayatımın kararlarının temeli olan en önemli unsur.
Peki, bu yalnızlığınızı yendiğiniz zamana kadar İstanbul'da yalnız hissetmenize neden olan şeyler neydi?
Şunu söyleyeyim; Heybeliada’dan sabah vapura biniyordum. İstanbul'daki varış yerimiz o zaman Kabataş değil Galata Köprüsü'ydü. Vapurdan çıkıyordum, başlıyordum Karaköy'den Bankalar Caddesi'nde yürümeye. Arabaları görüyordum, tramvayları görüyordum, insanları görüyordum ve merdivenleri çıkarak okula, Avusturya Lisesi'ne varıyordum. Akşam 16.15 vapuruyla döndüğümde bütün bunlar geride kalıyordu. Benim için tek kalan adanın boşluğu ve yalnızıydı. Onun için yıllar önce bir biyografik yazı yazmıştım. Ada boşluğu ve bisiklet… Edebiyatı keşfetmeden önce bisikletle durmadan Ada’da dolaşıyordum; durgun zamanımı kısaltayım diye. Ama İstanbul'a taşındığımız yıldan itibaren bu değişti.
İçinde büyüdüğünüz ya da tanıştığınız zengin kültürlerin yazarlığınıza nasıl etkileri ve katkıları oldu?
Benim şansım neydi biliyor musunuz? Ben belki anadilimde yazmak istiyordum ama benim şansım Türkler, Rumlar ve Yunanlar ile büyümekti. Bu üç halkın tecrübesiyle benim yazarlık deneyimim zenginleşti. Bu tecrübelerle farklı kültürlere sahip insanları çok daha kolay anlayabiliyordum. Bunun bir nedeni de Almancayı çok iyi bilmemdi. Bütün bunlar bir yana kendi tecrübelerimle, yaşayışımla, öğrenim hayatımla ve bildiğim dillerle çok şey öğrendim. Bunların hepsiyle çok sıkı bir etkileşim ve temas kurabildim. Bu bana çok yardımcı oldu ve şu anda benim, yani herkesin de söylediği gibi Akdeniz polisiye romanı yazarı olmam buna bağlıdır.
Akdeniz polisiyesi demişken, eserlerinizin başkarakteri Komiser Haritos, edebiyat dünyasında şimdiden bir efsane. Günümüzde de Komiser Haritos'un karşılaştığı birçok sorunla yüzleşiyoruz. Sizin bu meselelere sonuç odaklı yaklaşmayıp, sosyolojik ve psikolojik derinliklerle yaklaşmanızın amacını ve işlevini öğrenmek isterim.
Beni ilgilendiren temel bir soru var. Bugünkü polisiye romanda ve özellikle Akdeniz polisiyesinde de temel sorudur. Ben "Kim?" sorusuna değil “Neden?” sorusuna odaklanıyorum. Ve bunun devamını arıyorum. Ve bu nedeni ararken toplumda, politikada, finans dünyasında ters giden, yanlış yolda bulunan hangi nedenler insanları suça, katil olmaya sürüklüyor? Ve bunu yaptığımda bir de şöyle bir soru var aklımda: “Bu adam hangi noktaya kadar katildir?” Bir noktaya kadar o da bir kurbandır. Bunu sorgulamak çok önemli bence. Birçok romanda bir katil kurban ilişkisi kuruyor. Yani katil de bir çeşit kurbandır ve bu beni çok ilgilendiriyor.
Komiser Haritos bir ana kahraman olarak zaafları da olan doğal, insani bir figür. Siz onu bizden daha iyi tanıyorsunuz tabii ki ve yazmaya devam ediyorsunuz. Bundan sonra serinin yolculuğu nasıl olacak ve hangi konuları, hangi suçları ele alacaksınız?
İstanbul'a gelmeden önce yeni bir roman bitirdim. Yeni romanın konusu
AI üzerinde. Yapay zekâ üzerine sorular soruyorum. En temel soru da “Nereye kadar gidecek?” Nasıl hileden, yani bu yapay gerçeklerden faydalanacağız? Yapay zekânın geldiği durum beni cidden altüst ediyor ve bu altüst etmenin nedeni de herkesin her gün “Bu böyle olacak, şöyle olacak,” diyerek ahkâm kesmesi. “Efendim yazı değişecek, yazarlar değişecek, mahvolacak…” birçok şey konuşuluyor. Ve bütün bunlar beni altüst ediyor. Benim bir roman tasarlamak için, yazmak için olaylar karşısında çileden çıkacak duruma gelmem gerekiyor. Çileden çıktığım anda yeni bir roman yazmam gerektiğini düşünüyorum ve hep öyle başlıyorum.
Yani romanlarınız sizin eleştirilerinizin bir taşıyıcısı gibi.
Evet. Burada tabii bununla birlikte şöyle bir şey var. Haritos da aslında romanla birlikte yaşayan bir karakter. Yani romanlarla birlikte yaşıyor ve her seferinde farklı şeyler yaşıyor. Yalnız da değil, onun ve ailesinin etrafında şekillenen bir dünya var.
Haritos da teknoloji ve küreselleşmenin getirdiği bu hızlı dönüşüme ayak uyduramayan biri. Günümüzde teknoloji o kadar hızlı ki biz bile içine doğduğumuz halde bazı şeylere yetişemiyoruz. Teknolojik gelişmelerden insani değerleri koruyarak faydalanmak mümkün mü?
Tabii ki mümkün. Benim sorum şu "Mümkün ama bunun sınırı nerede?" Yani ne? Nasıl faydalanacağız? Nereye kadar faydalanacağız? Nerede bu fayda? Benim gördüğüm, muhtemelen bazılarının faydasına olacak ama çoğunluğun zararına olacak. Onu bilmiyoruz.
Bazıları derken ekonomik olarak ayrıcalıklı ve ayrıcalıksızlar…
Tabii ki öyle olacak ve normaldir bu. Bazıları çok faydalanacak, bazıları az faydalanacak ve sonunda bedelini ödeyecekler. Böyle olacak. Her zaman böyle oldu. Hiç de yeni bir eşitliksizlik değil bu.
Peki, bunun edebiyatta nasıl bir etkisi olacağını düşünüyorsunuz?
Etrafınıza bakın, göreceksiniz şimdi. Ağır ağır, yavaş yavaş, ünlü yazarların eserleri yapay zekâ ile tekrar yazılıyor ve satılıyor. Yeni roman gibi... Bir ay önce İngiltere'de yapay zekâ ile yazılmış senaryo ile bir film çekildi. Anlatabiliyor muyum? Bütün bunlar nereye varabilir? Ne dereceye kadar her şeyi değiştirebilir? Çevirmenler bir araya geldiğinde “Öyle bir yola gidiyoruz ki, ana dilimizi kaybedeceğiz sonra hepimiz İngilizce konuşacağız,” diyorlar. Belki haklılar dil profesörleri çıkıp “Artık bize çevirmen gerekiyor mu? Çevirmenleri ne yapalım? Hiç yani lüzumu yok. Yapay zekâ çevirebiliyor. Ne olacak, yapay zekâ ile çeviririz, neyin çevirmeni olacağız,” gibi şeyler söylüyorlar. Bunları söyleyenler yolda karşılaştığınız arkadaşlarınız değil, profesör. Bunlar çılgınca bir yere gidiyor. Bütün bunlar çok tehlikeli ama kimse anlamak istemiyor.
Çeviri konusunu konuşmuşken, Almancadan birçok eseri çevirip ülkenizdeki edebiyatseverlere sundunuz. Bunların sizin yazarlığınıza katkıları neler oldu?
Brecht bana çok yardımcı oldu. "Faust"u ve birçok başka Alman klasiğini de çevirdim ama bugüne kadar Brecht’ten öğrendiklerimin bana ne kadar yardımcı olduğunu, beni istediğim yola ve doğru yola nasıl yönlendirdiğini her fırsatta anlatmaya çalışıyorum. Brecht benim öğretmenim, hocam oldu. Her okuduğumda yeni bir şey keşfediyorum. Az önce söylemiştim, tekrar söylüyorum; roman yazmak için çileden çıkmam gerekiyor dedim ama roman yazmaya başladıktan sonra çok sakin oluyorum. Beni hiddetlendiren ve öfkelendiren ruh halim gidiyor. Sanki bir tepenin üstündeyim ve yazdığım olayları tepeden izliyorum. Uzaktan ve mümkün olduğunca objektif bakıyorum. Bu benim Brecht’ten öğrendiğim mesafe tekniğidir. O der ki: “Uzaktan bakın, duygularınızı karıştırmayın,” ve bunu gerçekten bütün romanlarımda aynen yapıyorum. Yazmaya başladığım anda hemen bu mesafeyi kurabiliyorum ve ondan sonra tamamen sakin bir durumda kalıp ona göre yazabiliyorum.
Hepimizin bildiği üzere Yunanistan sinemasının uluslararası anlamda kült değerine kavuşmuş filmlerinde senarist olarak imzanız var. Theodoros Angelopoulos'un sevilen filmleri de bunlara dahil. Romancılık ile senaristliğin nasıl bir etkileşimi var ve bunlar sizin eserlerinizde birbirini nasıl besledi?
Biz Angelopoulos ile her çekişmemizde, anlaşamadığımız her anda o bana diyorduk ki “O kadar yıl yakın arkadaşız, senelerdir birlikteyiz, birçok senaryo yazdık. Sen benden sinema üzerinde hiçbir şey öğrenmedin.” Birlikte son konuşmamızı Ceneviz'de Yunan Dili ve Edebiyatı Fakültesi'nde yapmıştık ve ben bu cümlesini aktarıp dedim ki “Biliyor musunuz doğru değil bu. Çünkü siz benim romanlarımı dikkatle okursanız göreceksiniz ki romanlarımdaki bölümler edebi tekniklerden ziyade plan sekans üzerine kuruludur.” Plan sekans tekniğini Angelopoulos’tan öğrendim.
