Kendi gölgesindeki belleğin biriktirdiği
21 Ekim 2023 - 05:10Arter’de 7 Nisan’a kadar yer alacak yeni koleksiyon sergisi, 25 uluslararası imzayı ‘Kendi Gölgesinde’ buluşturdu. Müzenin iki katına yayılan ücretsiz etkinlik, izleyiciye aynı anda hem bir kuyu, hem de teleskop deneyimi vadediyor. Sergiyi, Arter Direktörü ve Baş Küratörü Emre Baykal ve Gizem Uslu Tümer ile değerlendirdik
EVRİM ALTUĞ
İstanbul Dolapdere’de 2010’dan bu yana hizmet veren Arter’in çağdaş sanat koleksiyonundan süzülerek oluşturulan ‘Kendi Gölgesinde’ başlıklı grup sergisi açıldı. Sergi, müze bayrağını Vehbi Koç Vakfı Başkanı da olan Melih Fereli’den devralan yeni Direktör, Baş Küratör Emre Baykal ile, kurumun ilk küratörlük tecrübesini yaşayan kıdemli emektarı, Sergiler Yöneticisi Gizem Uslu Tümer’in imzaları ile izlenime sunuldu.
Bu kez Yapı Kredi’nin desteğiyle izlenen etkinlik, küratörlerin tabiri ile, “iç ve dış, kamusal ve mahrem, varlık ve yokluk, hafıza ve unutma, boşluk ve beden gibi tematik ikilikler etrafında kurgulanırken, bunlar arasındaki ilişkilerden doğan ara bölgeleri araştırıyor” Toplam 25 yerli ve yabancı sanatçının yapıtlarına yer veren sergi, birbirini tamamlayan iki bölümden oluşuyor.
Sergide çeşitli tarihler ve temalardaki işleriyle, Hüseyin Bahri Alptekin, Miroslaw Balka, Pedro Barateiro, Michal Budny, Hera Büyüktaşçıyan, Jae-Eun Choi, Cevdet Erek, Terry Fox, Hreinn Friðfinnsson, Bilge Friedlaender, Deniz Gül, Mona Hatoum, Rolf Julius, Nadia Kaabi-Linke, Šejla Kameric, Borga Kantürk, Mohammed Kazem, Inge Mahn, Ferhat Özgür, Seza Paker, Pinaree, Sanpitak, Chiharu Shiota, Yaşam Şaşmazer, Hema Upadhyay ve Nika Zupancic yer alıyor.
Pazartesi hariç her gün açık Arter, Salı-Pazar günleri 11:00-19:00,Perşembe günleri ise 11:00-20:00 saatleri arası ziyaret edilebiliyor. Açık olduğu Salı ve Cumartesi günleri arasında, belli saatlerde İstanbul Taksim meydanı ile Tepebaşı’ndan ring seferlerinin düzenlendiği ulaşım kolaylığı ile gezilebilen Arter’deki yeni sergi, kurumun giriş ve -1’inci katlarında ücretsiz gezilebiliyor. 24 yaş altı izleyiciler için her gün; Perşembe günleri ise her yaştan izleyici için ücretsiz olan müzenin Kütüphane, Kitabevi, Bistro by Divan, arka bahc¸e alanlarına ve Galeri
0’da yer alan sergilerine giriş için bilet gerekmiyor.
Müzenin iki katına yayılan etkinlik, izleyiciye aynı anda hem bir kuyu, hem de teleskop deneyimi vadediyor. Sergiyi, Direktör ve Baş Küratör Baykal ve ilk küratörlük şapkasını takan Gizem Uslu Tümer ile ele aldık.
Sn. Tümer, siz bu sergiyi kurarken bir eleştirmen mi, yoksa bir tercüman gibi mi davrandınız?
Gizem Uslu Tümer: Bu sergiyi iki kişi olarak, birlikte düşündük. Senin de bahsettiğin gibi, çok karanlık bir dönem. Sadece dünya gündemi de değil; deprem felaketinin hâlâ devam eden taze izleriyle, kayıpların çok fazla olduğu bir dönem yaşadık. Emre’nin sergi daveti aslında bu süreçte ve biraz daha da önce gelmişti. Bilinçaltımızda beraber ve ayrı ayrı olarak bu listeleri hazırlarken, o duygu ve izlerin bu projeye yansıdığını düşünüyorum.
Genel olarak, toplumda bir yüzleşme sorunumuz, unutma hastalığımız var. Bu noktada sanatçıların eserleri ile unutmamamızı sağladığını, ya da görünmemesi isteneni veya görünmeyeni görünür kıldıklarını düşünüyorum.
Emre ile çokça ortak isteklerimiz oluştu. Farklı gözlerin aynı temaya yoğunlaşması, bence ikimizin de içinde olduğu, insanlığın temeli olan duygular üzerinden geldi. Eserler de birbirleriyle aileler, gruplar oluşturdu. Aslında bir noktada işimizi kolaylaştırdı. Koleksiyona bakmak, koleksiyonun o anlamda zenginliğini görmek bizim için büyük bir şans.
Evet, bir karanlık var ama aydınlık da var. Bu hissi umarım izleyicilere de taşıyabiliriz diye düşünüyorum.
Emre Baykal: Gizem’i bu sergi için birlikte bakmaya ben davet ettim. Açıkçası, bir yandan çok bana özel bir sebebi var: Ben birlikte düşünmeyi, konuşarak yapmayı çok seviyorum. Bazen tek başına kaldığında o monolog, hakikaten işin içinden çıkılmaz bir hale geliyor ve içinde kaybolabiliyorsun. Ama konuşmak, birlikte çözümler oluşturmak her zaman daha keyifli, zevkli geliyor bana. Bu sergiyi yaparken yalnız kalmak istemedim. Böyle bencilce bir yerden Gizem’i davet ettim. Biz onunla 2015’ten bu yana çalışıyoruz. Kendisi bizim sergi yapım süreçlerimizin her anına tanıklık ederek destek veren bir çalışma arkadaşım. Ama hiç bulunmadığı bir pozisyon bu küratöryel pozisyon kalmıştı. Dedim ki, bir de yaptığı işe o pozisyondan baksa güzel olmaz mı? Bu yolculukta bir de aynı cephede bulunsak o da güzel olmaz mı diye düşündüm. O da beni kırmadı, kabul etti. Aslında böyle iki tane kişisel sebep sayabilirim.
Serginin genelinde, eserler arasında garip bir yoldaşlık, yazgıdaşlık duygusu bulunuyor. Bu sizin, o küratöryel güzergâhı ürettiğiniz esnada yarattığınız o melankolik dramatürjiden de kaynaklanıyor. Bu sergideki aynı anda hem bu denli kırılgan ve güçlü olma duygusu, nasıl yaratıldı?
Baykal: Sanıyorum işlerin kendisinden yansıyan bir güzergâhın kendisinden bahsediyorsun. Bu sergideki işleri birbirine bağlayan ortak nitelikler var. Bir tanesi, teşekkürlerimizle senin de çok güzel ifade ettiğin gibi, hem bir yandan çok kırılgan ama hem de bir yandan güçlü olma durumu.
Meselâ Mona Hatoum, bir kere bütün işlerinde zıt malzemeleri kullanmayı çok seven bir sanatçı. Orada demirin ve camın bir araya gelişi, birbirlerine sarılışları, birinin ötekinin içine hapsolması ama aynı zamanda, zeminde yükü taşıyor olma halleri; ya da Chiaru Shiota öyle veya Šejla Kameric, kanaviçe kanvaslarını öyle boş bıraktığı kanvaslardan süzülen ipleriyle, hem bir yandan tehlikeyi, keskinliği gösteriyor ama öte yandan yası, matemi ve hatta gözyaşını ortaya koyuyor.
Zaten sergide görülen tülbentler, zaten Bosna Savaşı’nda yas tutan kadınların başlarına örttükleri örtüler. Kanaviçe de bir şekilde yasla, kayıpla başa çıkmanın bir yöntemi, bir uğraşısı gibi düşünülebilir. Burada kanaviçe motiflerden tamamen arındırılmış, boş bırakılmış ve üzerinden keskin, kesici iğne iplikler gözyaşları gibi sarkıyor.
Bu tezatlık, hem bu kadar kırılgan ama hem de bu kadar güçlü olma hali, sergide birçok yapıtta karşılık buluyor.
Aynı şekilde sergide, ciddi bir beyaz vurgusu var. Beyazın görsel alfabesine baktığımızda barış, vefa, vefat, mahremiyet, hijyen ve boşluk gibi pek çok anlam üst üste gelebiliyor. Aslında beyaz, inanılmaz kalabalık ve yorucu bir renk. Pek çoğumuz bu ‘rengin’ ilk elde basit olduğunu hissediyor ve ‘görüyor’ ama beyazı korumak çok zor. Bu yönüyle sergideki beyaz renk ve işlerin bu zemin - renkle irtibatı üzerine fikriniz nedir?
Baykal: Beyaz belki, senin eklediklerine ilâve olarak sessizliği de çağrıştırıyor. Sesin geriye çekilmesi, sönümlenmesini de çağrıştırıyor. Belki, bu sergideki karşılığına en yakın kavram, ‘sesin sönümlenmesi’. Beyaz bir sergi yapmaya niyet etmedik ama, onlar bir şekilde birbirlerini buldular.
Tümer: Beyaz bir yandan da izleri görünür kılıyor. Mekânı da beyaz bırakmıyor. Bir aydınlık tarafı da var. Sergide hem işlerin kendileri, ya da dokundukları duygularda, temalarda karanlık ve aydınlık olgusu çokça var.
Böylece, sergideki koyu işleri de çok daha yüksek biçimde vurgulayabiliyor olmanız da ortaya çıkıyor. Az önce andığımız gibi, Chiaru Shiota veya eksi birinci katta, Nika Zupancic’e ait dörtlü ama her biri kendine has resimler gibi. Öte yandan ‘alt’ ve ‘üst’ meselesi de sizi yormuşa benziyor. Kendi gölgesindeki bu hikâyeyi neye göre ‘alt üst’ ettiniz?
Tümer: Aslında zemin kat galerimiz direkt dışarıya açık. Mekânda da çok fazla duvar kullanmadık. Bu ikilikleri, ilişkileri olabildiğince tamamlayıcı bir mekânsal kurgu içine gittik. Belki de dışarıyı eksi birinci kata, içeriyi girişe aldık. İki katı kurgularken yukarıyı daha çok bir ‘iç’’ gibi düşünerek, bedeni merkeze aldık. Eksi birinci kattaki galeride ise daha ‘dış’ ile ilgili olana yöneldik. Seza Paker’in Kapadokya’daki çalışması veya Borga Kantürk’ün eserindeki gibi. İç ve Dış arasında gidip, gelen Hera Büyüktaşçıyan’ın veya Deniz Gül’ün işinde de bu durum böyle.
Baykal: Evet, sınır, bölge, pencere…
Tümer: Evet, aslında onu bilinçli olarak yaptık.
Baykal: Aslında alt ve üst arasında bir hiyerarşiyi başından beri hiç düşünmedik, kurgulamamaya çalıştık. Serginin iki katlı olup o katlarda olacağı baştan ayarlanmıştı. Ya birbirini tamamlayacak, ya birbirinin zıddına gidecek bir şey çıkacaktı. Burada daha ziyade birbirini tamamlayan bir kurgu oluştu.
Koleksiyon kataloğunu önünüze koyarken kronolojik tercihi ne düzeyde önemsediniz? Sizi kışkırtan şeyler öncelikle duyusal mı, yoksa duygusal mıydı? Hep denir ya, ‘Koleksiyon Sergisi’. Tamam ama sizin bu bütünlüğü bir araya getirirken kullandığınız enstrümanlar neler oldu?
Baykal: Aslında tek bir enstrüman seçelim diye düşünmedik. Kronolojik bir şeye bakmadık. Kuşaklar arası, cinsler arası bir kaygı gütmeden, hakikaten çok serbest çalıştık. Dolayısıyla en geniş şekilde böyle yanıtlayabilirim. Özel bir enstrüman seçimimiz olmadı.
Cevdet Erek’in sergide tekrar önümüze gelen çalışması çok özel görünüyor. Bu günler için katılım, pasiflik, aktiflik, tek seslilik, ben, öteki, içeride ve dışarıdaki ses meseleleri bu çalışmada art arda üstümüze geliyor. Biraz bu çalışmayı konuşabilir miyiz?
Baykal: Sanatçılarla çalışmak hakikaten büyük bir ayrıcalık. Çok öğretici, eğlendirici, keyifli bir süreç oluyor. Biz, SSS - Sahil Sahnesi Sesi işine bir defa ikimiz de göz koymuştuk.
Tümer: Bir noktada onu serginin sesi olarak da kafamızda tanımlandırmıştık.
Baykal: Kesinlikle. Eksi birinci galerinin sesi, Cevdet’in bu işinin sesi olabilir mi, diğer işlerle bu birlikte nasıl yaşar, onu hem düşündük, hem arzu ettik. Çok parçalı bir sergileme var: Bir videoda Cevdet’in bu iş üzerinde kendi icrasını izliyoruz. Duvara astığı halı, zaten onu sahneye, katılıma davet eden aygıt. Onu çalmaya çağırıyor izleyiciyi. Bir de, kendisinin bu projeyi duyurmak adına hazırladığı yayınlardan oluşan bir vitrinimiz var. Açıkçası, bizim niyetimiz videoyu başta vurgulu, büyük projeksiyonla ve sesini yansıtarak göstermekti. Sonra Cevdet ile sergi üzerine konuştuğumuzda onun yönlendirmeleri ile başka bir yöne doğru gittik. Çünkü hakikaten katılım, bu iş için çok önemli. Herkesin kendi sesini çıkarmaya davet edilmesi çok önemli. Cevdet kendi performansının sesinin bu kadar vurgulu olması gerekmediğini söyledi ve bizi hemen ikna etti. Onun üzerine işin video kısmı ufaldı ve izleyiciye daha geniş bir alan açıldı. Ben bayılıyorum. Ekip arkadaşlarımıza sergi ortaya çıktıktan sonra turlar verdik ve baş icracı ben oldum.
Tümer: Deniz’in de sergide iki ayrı alanı var, iki farklı pencere açıyorlar bize ve Cevdet’in odası da bizi bir ‘noktrün’ gibi karşılıyor. Seni davet eden, izleyiciyi eserin parçası haline getiren işler.
Kilimde pencere dediğimiz aynı anda bir tür kafes ağı, ardı gibi de görünebiliyor ve izleyicinin sabrı, algısı ve hayal gücü ciddi bir şekilde sınanıyor. Cevdet bu projesinde de izleyiciyi eser karşısındaki antipatik halinden olabildiğince empatik bir noktaya taşımak adına büyük bir çaba gösteriyor. Cevdet aynı anda hem kilidi, hem şifreyi teşhir ederek izleyiciyi çok ciddi anlamda özgür kılıyor. İsteyen kendini oraya kilitliyor, isteyen kendini oradan kaçırabiliyor. Öbür yandan, bugünlerin de yansıttığı gibi burası ve orası, sınır ve ötesi meselelerine bakıldığında eser inanılmaz seviyede sağır ama gürültülü hale gelebiliyor. İnsan bu çalışmayı ne kadar deneyimlerse, iş kendi espasından kaçmaya başlıyor.
Baykal: Bu işi Starter sergisinde de göstermiştik, video yoktu, sadece halı vardı. Cevdet bununla Nam June Paik 2012 ödülünü de kazanmıştı. Yolluk dediğimiz, endüstriyel bu halının mavisi bizim koleksiyonumuzda bulunuyor. Cevdet’in elinde daha farklı renkleri de bulunduğu için sergimizde işin manzara kısmını hafifçe itip, siyah olanı göstermeyi tercih ettik.
Hüseyin Bahri Alptekin’in çalışması da elinde torba tutarak onu bir psiko-kostüm haline getiren iki insanı karşımıza koyuyor. Torbalardan birinde ‘Elit’ ötekinde ‘Dreams’ yazıyor. Sergideki en renkli gibi görünmekle beraber, en monokrom çalışmalardan biri bu. İşlerin, aslında kendileriyle renkleri ile sildikleri görülüyor…
Baykal: O fotoğraflardaki portrelerden biri, Vildan isimli bir göçmen. Son derece eğitimli biri. Burada aldığı eğitime yönelik işini yapmaya fırsat bulamayarak Hüseyin ile birlikte çalışıyor. Zaten taşıdığı torba da ‘Elit’ yazıyor. Diğeri ise, bildiğimiz kadarıyla Hüseyin’in şoför bir arkadaşı. Onun torbasında da ‘Dreams’ yazılı. Aslında bu daha geniş bir seri. Koleksiyonumuzda bu iki parça var. Batının portre geleneğindeki kimliklerin bugünkü dünyada yeniden yorumlanması, tiye alınması denebilir.
Tümer: Bir noktada da, hayallerimizi birlikte taşıyor olduğumuza gönderme yapıyor. Bugün de bizler sanki onları taşır pozisyondayız.
Seza Paker’in çalışması da çok manyetik, mucizevi ve uhrevi bir karakter içeriyor. Aynı anda inanılmaz bir derinliğe sahip. Dahil olamadığımız espas, öte yanda ne olduğu sorusu, gündelik olanda bu kadar kıdemli bir duruma nasıl erişilir gibi durumlar bu tek kadrajda buluşuyor. Bu psikolojik illüzyon üzerinden Seza Paker’in çalışmasını anlatır mısınız?
Baykal: Eserin adı, ‘Huzur Denizi’. Bunun kaynağı ise Ayın karanlık yüzü. Dediğin gibi, karanlığa açılan veya oradan dışarıya açılan bir kapı gibi görünüyor. Kör bir giriş de olabilir. Konuşma başında belirttiğimiz bu muğlaklılar, Seza’nın karanlığında kendini çok güzel temsil ediyor. Belki o karanlık ilişkisi üzerinden, Kapadokya’daki kayanın dokusu ile Ay dokusu üzerinden bir şekilde birçok coğrafyayı bir araya getiriyor. Hatta gök cisimlerini bir araya getiriyor. Kendini çok açan, ama bir o kadar da kapalı tutan bir fotoğraf.
Sergiye akustik bir ek olarak, bu konuşmanın sonunda size ayırdığımız son bir dakikayla, sözlerinizin gölgesinde bu söyleşiyi bitirelim istiyoruz:
Baykal: (Sessizlik.)
Tümer: Neden gölge diye başladık? Bu kadar saklı olan nedir?
Baykal: Hiç şüphesiz tek bir şey değil.