Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Diğer » İstanbul’un 'moloz'laştırılan belleği

İstanbul’un 'moloz'laştırılan belleği

İstanbul’un 'moloz'laştırılan belleği25 Eylül 2024 - 04:09
Çalışmalarıyla zaman ve hafıza kavramlarını sorgulayan sanatçı Osman Bozkurt, “Hatırla” isimli sergisiyle İstanbul Tophane’daki Merdiven Art Space’te. Sanatçı, fotoğraf, video, heykel, ses ve yerleştirmelerle ‘molozlaştırılmış’ bir kentin silinen hafızasını somut kanıtlarla izleyiciye hatırlatıyor.
EVRİM ALTUĞ 
evrimaltug@gmail.com
 
İstanbul'un gerek coğrafi, gerekse sosyal ve siyasal bağlamda sürekli dönüşüm içinde olması, ona hem zenginliği, hem de kusurlarını sevk ediyor. Fotoğraflarıyla zamana ve mekâna özgün alanlar kazandırmış güncel sanatçı Osman Bozkurt da, İstanbul Tophane’de yer alan bağımsız sanat alanı Merdiven Art Space’te izleyicilere, kent sakinlerine ve misafirlerine, “Hatırla” diyerek değerli bir çağrıda bulunuyor. 
 
Sergi, Amira Akbıyıkoğlu Arzık’ın sözleriyle, “Zaman ve hafıza kavramlarını sorgulayan Bozkurt, fotoğraf, video, heykel, ses ve yerleştirmelerle ‘molozlaştırılmış’ bir kentin silinen hafızasını somut kanıtlarla izleyiciye hatırlatıyor. Bu son dönem ve bazı geçmiş işlerini İstanbul’da ilk kez sergiliyor.”
 
Milliyet Sanat adına bir araya geldiğimiz Bozkurt ile 26 Ekim’e dek izlenebilecek yapıtlarının İstanbul’a aktardığı tüm acil çağrılara, kulaklarımız, sözlerimiz ve gözlerimizi emanet ettik.
 
 
Osman Bozkurt
 
Serginizde öne çıkan ve kentin eski 'kozmetik'leri olarak küçük esnaf ve son iki yüz senelik azınlık işletmelerinin tarihi yapılara bıraktığı bu kolektif izlerde, sizi bu kadar kışkırtan ne oldu?
 
Gözlem yapma dürtüsü ve merak. Bu ikisi, beni bu noktalara taşıdı diyebilirim. Nereye gidersem gideyim, hangi şehirde iş üretirsem üreteyim; ama özellikle İstanbul özelinde o izlerin peşindeyim. Kayıp zamanın izlerini, üzerinde bıraktığı yaraları takip ediyorum, yol beni nereye çıkarırsa çıkarsın. Böylece sürekli değişen, dönüşen bir şehrin sanat vasıtasıyla -yarı dökümanter-  hafızasını oluşturmaya çalıştığımı söyleyebilirim. Her yapı kalıntısı, bir zamanlar bir evin, işyerinin veya sosyal bir mekânın parçasıydı. Bu bağlamda, sergideki eserler izleyiciyle hem bireysel hatıralar, hem de kolektif hafıza üzerinden bir bağ kurmaya çalışıyor.
 
Serginiz, kentin uğultu ve akıntısını dışında bırakmakla birlikte, meraklı gözlere açık bir iç ve dış mimarî tasarım ile var oluyor. Yapıtların birbirleriyle irtibatında hangi unsurlara karşı yoğunlaştınız?
 
Aslında sergiyi kavramsal olarak zihnimde 2. kattan kurmaya başladım. Bunun pratik sebepleri de vardı; birincisi ‘moloz’ fotoğraflarından oluşan ‘GELECEK İÇİN POST-İT’LER’ (2024) serisi ve bir arada duracak diğer işlerin izleyici ile karanlık bir ortamda baş başa kalmasını istememdi. Bir müzede, hatta sanki Topkapı Sarayı’nda Kaşıkçı Elması’na bakıyor gibi izlemelerini istiyordum. Fotoğrafladığım ve yerleştirmelerde kullandığım yapı kalıntılarına atfettiğim değeri izleyicinin görmesini, hissetmesini istedim. Ayrıca ‘ÖLÇEKLİ MASA’ nın (2024) üst katta -adeta- bir laboratuvar ortamı yaratması da buna katkı sağladı diye düşünüyorum. 
 
Diğer sebebi de, büyük ölçekli heykeller hacimleri sebebiyle giriş katta durmalıydı. Heykellerin iki fotoğraf (YIKIM,2007 - DÖNGÜ,2024) ve ‘ŞAKUL (2024)’ ile kurduğu ilişki de benim için önemliydi. Hem kişisel, hem de toplumsal açıdan yıkım, yeniden inşa ve döngü bu kattaki eserlerin üzerinde durduğu temel kavramlar. 
 
Ve evet, dediğiniz gibi galerinin giriş katını sokaktan kısmen izole etmek için geniş camları yarı geçirgen filmle kapladım. Ancak, yine de caddenin hareketi algılanıyor ve üzerine açtığım yuvarlak delikler vasıtasıyla da, içeriyi gözlemlemeleri mümkün. Bu biraz, sokakta insanların demir paneller arkasından iş makinelerini ve inşaat alanlarını izleme fenomenine de göz kırpıyor. Tabii, galeride bu çift taraflı bir bakış, içeriden de dışarıyı gözlemek mümkün.
 
 
Osman Bozkurt, “Ölçekli Masa”, 2024
 
Serginin ikinci katındaki, izleyene 'Hatırla' diyen tarihsel demir silindirin öyküsü ile diğer yapıtlara kattığı değer, size göre ne kadar?
 
Bu demir boru PiK60/500 (2024) 2020 yılında ‘DOMESTİK ARKEOLOJİ’ videosunun yapımı sırasında bulduğum ve fotoğrafladığım yapı kalıntılarından biri. Binanın yapım tarihini düşününce 60’lardan kalma bir demir/döküm boru. Bu parça sergiye de adını veren sesin içinden çıktığı bir ‘taşıyıcı arayüz’. Dilin bir metaforu olarak da düşünülebilir. Ayrıca, serginin bütünü içerisinden bakılınca binaların içinde kullanılan, belki evin duvarından geçen, üzerinde yürüdüğümüz, bizimle yaşamış bir yapı elemanının bize ‘HATIRLA’ diye seslenebilecek en doğru ‘şey’ olduğunu düşündüm. Ve bunu 13 dilde yapıyor. 
 
Bu toplumu oluşturan, beraber yaşadığımız ve yaşayamaya devam etmek istediğimiz o dilleri konuşan onlarca kişinin ses kayıtlarını kullandım. Bu yolla İstanbul’un, tarihsel ve sosyolojik arka planını da işin içine katarak izleyiciye bir hatırlatma yapmak istedim. Birine ve hatta kendimize sanki eskiden bildiği bir şeyi, içimizde kayıtlı kadim bir bilgiyi hatırlatması için söylenen bir sesleniş gibi… Diğer eserlerin sesi olduğunu da söyleyebilirim. 
      
Serginizde, izleyici eserler ve aktarılan bu işitsel ve görsel anlatıların adeta merkezinde bırakılmış. Kendisine çevreyi görmesi, işitmesi, yorumlaması için açık bir teklifte bulunuluyor. Bu okumayı kendi vizyonunuzla nasıl karşılarsınız?
 
Evet, sergide kullandığım yapı kalıntılarının birçoğu geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemlerinden. Üzerlerinde geçmişin izlerini ve kültürel birikimini taşıyorlar. Bu bağlamda moloz parçalarını bir zaman kapsülü olarak görmek de mümkün. Sergideki eserlere dönüştürme sürecimde onların maddesel varlıklarını yüceltmeye ve hürmet göstermeye çalıştığımı söyleyebilirim. 
 
Covid-19 pandemisi ve DOMESTİK ARKEOLOJİ video çalışması sırasında yapı kalıntılarını toplamaya başlamam bende daha derinlemesine sorular sormamı sağlayan bir süreci de tetikledi. Eski bir binadan devşirilmiş 150 yıllık Marsilya kiremitleri, çoğu yapı kalıntılarından üretilmiş eserler üzerinden yerel tarih ve oradan küresel ölçekte pandeminin üzerimizde yarattığı etkileri düşünürken, ülkenin içinden geçtiği yıkım ve yeniden inşa süreçlerini, hem toplumsal hem de kişisel anlamda ele aldım. Şehrin yıkıntı alanları ve molozları arasında dolaşmamın bende bıraktığı etkiyi izleyiciye de geçirmek istiyordum. 
 
Aslında sergide, şehirde her an karşımıza çıkabilecek, hiç de yabancısı olmadığımız durumlar ve nesneleri gösteriyorum. Benim yaptığım sadece altlarını biraz daha çizip, farklı bir şekilde gösterip üzerine düşünecek bir alan yaratmak oldu. Bahsettiğiniz ‘hürmet’ dengesini bulduğuma da sevindim. Sergideki daha eski ve yeni işler, benim için neredeyse ayrılmaz bir bütün oluşturdular. Küçükpazar semtindeki çalışma süremi de dahil edersem 10 yılı aşkın bir sürecin sonuçlarını sergide görüyorsunuz. 
 
Sergi girişindeki "Şakul", İstanbul'un sosyal ve kültürel olduğu kadar coğrafi ve jeolojik tutarsızlığı için de bir soyut geri sayım aracı gibi, bekliyor. Kentsel dönüşümün sömürüldüğü ve popülize edildiği bir dönemde "MOLES" ikili eserin üzerinden, bize serginin 'geçicilik' ve 'kalıcılık' arasında nasıl bir arayışa yöneldiğini söylerdiniz?
 
Burada can alıcı soru: Kalıcılık nedir? Felsefi açıdan baktığımızda, maddi dünyada gördüğümüz her şey değişken ve geçici, kalıcı olan ise, bu süreç, değişim ve döngü diyebiliriz. İstanbul kaderini ve bu dönüşümü bekleyen bir şehir elbette. Ben, konuya olumlu yönünden bakmak istiyorum. MOLES bir deneyimin sonucu olarak ortaya çıktı, içinde her anlamda yeniden inşa için bir potansiyeli ve umudu barındırdığını da düşünüyorum. 
 
İstanbul’un yıkıntı alanlarındaki bu molozlardan, kaos içinde bir düzen oluşturma arayışında olduğumu da söyleyebilirim. Bu molozlar, bir zamanlar kalıcı görünen yapıların geçici doğasını ve dönüşümün kaçınılmazlığını da hatırlatıyor benim için. MOLES işinin inşa sürecini, molozları dengeleme çabasını aynı zamanda kendimle bir yüzleşme olarak da görüyorum. Tıpkı taş denge pratiğinde olduğu gibi doğayla ve kendimle biraradalık, denge ve farkındalık oluşturmaya çalışıyorum. Yani benim için kalıcı olan bu deneyimin kendisi. 
 
 
 
Osman Bozkurt, “Moles I”, 2024
 
Felsefede dile iyice kaynamış bir tabir olarak "Yapısöküm"cü bir okuma ile serginin ta Covid günlerine uzanan bireysel 'arkeologluk ve kâşiflik' karakteri üzerinden, bizimle neler paylaşırsınız?
 
Aslında sergideki bazı eserler, benim bir sanatçı olarak arkeolog ve kaşiflik yaptığım süreci düşünürseniz ‘Yapısöküm’ kelimesinin tam karşılığı olarak da oradalar.   
‘ Yapısöküm’cü bağlamda bir okuma yapacak olursak sergideki eserler vasıtasıyla görünenin ardındakini göstermeye çalışıyorum. İzleyiciden fiziksel olarak orada olanın ‘hatırlattıkları’ dışında diğer eserlerle de bağlantı kurarak okuma yapmalarını umuyorum. 
 
Serginin girişinde izlediğimiz 2007 tarihli "YIKIM" karesini odak noktamıza aldığımızda, tarih yazımının da yıkımı kadar anlık ve kırılgan olduğu fikrine çarpıyoruz. Üzerinde yıllardır uğraştığınız 'güncel sanat'ın sanat tarihi (ve kıymetli nice kalıntısı) ile giriştiği varoluş kavgasına bu sergi üzerinden nasıl yaklaşıyorsunuz?
 
‘YIKIM’ tarihsel bir döngüyü, ironik bir anı anıtsallaştırıyor. Sergi içerisinde de önemli bir işlevi var. Budapeşte’de çektiğim bu fotoğrafı Türkiye’de daha önce sergileme fırsatım hiç olmadı. Bahsettiğiniz sanat tarihi yazımı içerisinde işlerim nasıl konumlanacak onu zaman gösterecek. 
 
Bu fotoğrafın beş edisyonundan biri 2010 yılında Deutsche Bank koleksiyonuna alındı. Dünyanın en büyük şirket koleksiyonlarından birisi. Ve beni en memnun eden tarafı da bu fotoğrafı diğer 11 fotoğrafımla beraber 2011 yılından bu yana Frankfurt’daki yönetim kulelerinde ismime ayrılan 14. katta görmeniz mümkün. Yani şirket ofislerini rehberli olarak ziyaret edebiliyorsunuz. 
 
 
Osman Bozkurt, “Yıkım”, 2007
 
Serginin taşıdığı tüm çalışmalar ve Merdiven ile kurduğu mekânsal-geometrik-mimari ilişki, yapıtlara 360 derece üzerinden, döne dolaşa, bitmeden bakmamıza olanak veriyor. Birçok eser, bir başkası ile analitik bir çoğulluk ile bambaşka okuma ve yorumlara vesile oluyor. Bu yoğunlaşmadan beklentiniz nedir?
 
Merdiven Art Space’in mekânsal olarak sokakla kurduğu ilişkiyi camları kapatarak kısıtlamakla beraber aslında bunu olumlu yönde kullanıyorum. Sergiyi döne dolaşa bitmeden bakma benzetmeniz benim sergide üzerinde durduğum ‘döngü’ kavramıyla da örtüşüyor. 
 
Hafızanın kuma resim yapmak gibi değişken yapısı ve zamanın, daha doğrusu onu meydana getiren olaylar örgüsünün belli bir döngü halinde kendini tekrar etmesi, serginin genel aksını oluşturuyor. Eserlere de serginin bir başı ve sonu olmadan döne dolaşa bakılması ve çapraz okumalar yapılması istediğim bir şey. Daha önce de söylediğim gibi izleyiciden bu katmanlara sızmak için aktif bir katılım da bekliyorum. 
 
Sergide ikinci katta izleyiciyi karşılayan “Ölçekli Masa” erken modernizme, Bauhaus'a da selam verir gibi duruyor. Yorumunuz?
 
Böyle bir niyetim yoktu ama tasarımı ve yapımındaki zanaatkârlığı bu çağrışımı yapıyor olmalı. Modern, işlevsel ve aynı zamanda bir heykel gibi görünmesini istemiştim. Kavramsal olarak sergiye varlığıyla önemli bir katkı veriyor diye düşünüyorum. Yapımında en çok emek harcadığım işlerden biri oldu. Artin Usta’ya da buradan selâm yolluyorum. 
 
Bilgi: merdivenartspace.com