Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Diğer » 'Hikâyeyi ve karakterlerimi zorlamayı seviyorum'

'Hikâyeyi ve karakterlerimi zorlamayı seviyorum'

'Hikâyeyi ve karakterlerimi zorlamayı seviyorum'04 Kasım 2023 - 12:11
İlk romanı “Sürgün Avı” ile yerli polisiye edebiyatına giriş yapan Melih Günaydın’ın ikinci romanı olan “Buzlar Çözülünce” mültecilik, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, Metaverse, çocuk istismarı gibi günümüz meselelerini ele alan çok katmanlı bir hikâye kuruyor.
Abdullah Ezik
abdullahezik@gmail.com
 
Ayrıntı Yayınları’nın edebiyatta yeni yollar keşfetme heyecanı ve arzusuyla yola çıkan markası Düşbaz Kitaplar, yerli polisiye edebiyatının yeni kalemlerinden biri olan Melih Günaydın’ın son romanı “Buzlar Çözülünce”yi okurlarla buluşturdu. İlk romanı “Sürgün Avı”yla 2020 Kayıp Rıhtım Yılın En’lerinde Yılın En İyi Yerli Polisiyesi seçilen, aynı sene Kristal Kelepçe Ödülleri’nde finalist olan Günaydın, yeni romanında yüksek dozlu gerilimi ve merak unsurunu son sayfaya kadar sürdürüyor.
 
 
İkinci romanınız “Buzlar Çözülünce”, birçok farklı meseleye değinen, çok katmanlı bir hikâyeyi okurlarla buluşturan özel bir eser. Kitabın oldukça güncel ve özellikle çağını yakalayan bir ruhunun olduğunu söylemek de mümkün. Öncelikle “Buzlar Çözülünce”nin bugün ile kaleme alındığı ve hikâyenin geçtiği coğrafya ile ilişkisine dair neler söylersiniz?
 
Son zamanlarda dünyada ve ülkemizde Pizzagate, Wayfair ve çoğu siyasetçinin içinde yer aldığı çocuk istismarının boyutlarını gözler önüne seren ya da dikkat çeken, bazıları spekülatif bazıları gerçek olaylar gündemi çokça meşgul etti. Bu olaylarda bahsi geçen ve yasadışı ticaretle özdeşleşen ve yine iğrenç birçok faaliyetin gerçekleştiği DeepWeb hükümetler tarafından kontrol edilmeye ve takip edilmeye çalışıldığını da biliyoruz. DeepWeb bize internetin faydaları kadar karanlık yüzünü de gösterdi. Birçok polisiye kitap zamanın ruhunu yakalamak için DeepWeb’i çokça kullandı ve okurlar suçluların nasıl bu karanlık dehlizlerde konuşlandığını gördü. Teknoloji artık başka evrenlere dağılıyor, metaverse de bunlardan biri, yani anlayacağınız buzdağının görünmeyen yüzü büyüdü ve artık en az internet sayfası kadar ulaşılabilir. Zamanın ruhunu yakalamak için ben de metaverse evrenini ve gereçlerini romanıma kattım diyebilirim. 
 
Aynı zamanda geçmişte ve şimdi Orta Doğu; savaşların, soy kırımların, darbelerin gerçekleştiği, insan kaçakçılığının arttığı ve insan haklarının ortadan kalktığı bir coğrafya. Ve saydıklarımın tamamı bir nefes uzağımızda gerçekleşiyor. Her ne kadar yıkım, sadece o topraklara aitmiş gibi gözükse de gerçek aslında öyle değil. Elbette dünya ve yaşadığımız topraklar, bu vahşetten ve insanlık dramından etkileniyor. Bizler de masumlarla birlikte acı çekiyoruz. Romanı satır satır ele alırken bu bağlamdan kopmak mümkün değil. Dönemin zeitgeist'ını yansıtmak isteyen ve bunu misyon edinmiş bir yazar olarak benim için de kaçınılmaz tabii.
 
Bir önceki sorunun devamı olarak “Buzlar Çözülünce”nin birçok güncel meseleyi içerisine alan bir roman olduğu ifade edilebilir. Mültecilik, göç sorunu, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, metaverse, çocuk istismarı… Bu bağlamda ele aldığınız konu ile günün sorunlarını örtüştürmek sizin edebiyatınız için bir açılım, belirleyici bir nokta olarak düşünülebilir mi? Sosyal meseleler ile edebiyatınız arasında ne tür bir koşutluk söz konusu?
 
Savaşlarda, salgınlarda, kriz durumlarında toplum başını daima edebiyatın omzuna dayar. Bazen var olan gerçeğin ağırlığı okura dayanılmaz geldiği için romanlardan, öykülerden ve şiirlerden yardım ister. Bazen gerçek belirsizdir, bir sisin bir dumanın ardındadır ve düşünceli okur orada bir ışık, berraklık görmek ister. Benim edebiyatım günlük yaşamdan kaçışı da gerçeklere ayna tutuşu da temsil ediyor. Olay yerine dönmüş bir ülkenin gerçeklerine tarafsız kalarak sadece mavi bir gökyüzü anlatamam ya da tamamen gerçekleri anlatarak zaten yorgun omuzlara daha çok yük bindiremem.
 
“Buzlar Çözülünce” bir polisiye roman. Kitabın belirli noktalarda ve özellikle polisiye kurgusu itibariyle ilk romanınız “Sürgün Avı” ile iç içe geçen bir yapısı olduğu da söylenebilir. Peki bir tür olarak polisiye sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor? 
 
İlk romanım “Sürgün Avı”nda Suriye’deki savaş ortamını ve göç hareketini Arap Baharı üzerinden okumuştum, ikinci romanımda da göç hareketlerini refakatsiz sığınmacılar üzerinden okuyorum. İkisinde de kadınlar ve çocuklar savaş ortamından kaçmaya çalışırken hem fiziksel hem de psikolojik istismara uğruyor. Polisiye bu insanlık suçlarını ele almak için öteki edebi türlere kıyasla daha çok alan tanıyor. Aynı zamanda teşkilatlardaki ve kurumlardaki problemleri ele alırken tarafsız bir bakış açısı sunabiliyoruz. Çünkü polislik mesleği kendi içinde yıllardır devletçi, parantez içinde hükümetçi bir yapıya sahip. Burada gedik açabilecek düşünceler ve fikirler edebiyatın kendi gerçekliğinde epeyce mümkün ve polisiye de bu avantajı fazlasıyla karşılıyor.
 
Romandaki ana hikâye birkaç farklı katman ve anlatı üzerinden gelişir. Ali’nin, Defne’nin ve daha birçok farklı karakterin hikâyesi roman boyunca okur ile buluşur. Bu noktada sizin için bunca karakterin hikâyesini birleştiren, onların hikâyesini anlatılabilir ve anlatmaya değer kılan nedir? Roman karakterlerinizi nasıl geliştiriyorsunuz?
 
Karakterlerimin hikâyeleri birbiriyle uzaktan yakından alakası olmayan izleklerle ilerliyor. Defne ile Ali’i yakınlaştıran vakanın kendisi aslında ama derine indiğimizde ikisinin de geçmişiyle ilgili derdi ve halledemedikleri meseleleri olduğunu görüyoruz. Karakterlerimi geliştirip dönüştürürken onları fizyolojik, sosyolojik ve psikolojik olarak üç boyutta ele almaya çalışıyorum. Bu üçayağın birinde eksiklik olması karakterin elbette dengesini bozuyor ve gerçekçi olmaktan uzaklaştırıyor. İkisinin de siyasi görüşü var, birisinin kalçasında beni, ötekinin başının tepesinde iki tane saç döneri var. Hepsini bilsem de bir kısmını metne yediriyorum.
 
Ali’nin metro duvarlarında gördüğü resimler ve onlar üzerinden kendi kişisel yaşantısına dair hatırladığı izlekler, romana dair farklı açılımları da beraberinde getiriyor şüphesiz. Özellikle de geçmiş, çocuk resimleri ve hatırlama eylemi, psikanalitik bir okuma düşüncesini de beraberinde getiriyor. Bu alt metin, çocuk resimleri üzerinden gelişen hikâye meselesi sizin zihninizde nasıl canlandı?
 
Romandaki gibi bir metro yolculuğu sırasında eşimin duvardaki mozaiklere gözünün takılması sonucunda bana dönüp, “Düşünsene bunları yapanlar, geçmişiyle ilgili şekillere izler bıraksın,” demişti. Bunun üzerine resimlerin birey üzerindeki etkisini ve kendi çizimlerine yansımasını araştırmaya başladık. Romanda da bahsettiğim üzere sonuçların psikanalitik süreçte bir kesinliği yok, iki taraflı düşünmek beni ve Ali’yi besleyip geliştirdi. Çocukluğumuzda kaleme aldıklarımızı, çizdiklerimizi sansürsüz kâğıda aktarırız, yaşımız ilerledikçe ve gerçek yaşamla yüzleştikçe fikirlerimizi ve düşüncelerimizi törpüleriz. 
 
Bu fikir bize çocukların amaçsızca, doğrudan çizimlerle fallik döneme işaret edebileceklerini düşündürttü ve etraflıca araştırıp hareket etmemizi sağladı. Araştırdıkça şunu gördük ki, gerçekten çizimlerle benliğe inen birçok deney ve çalışma mevcutmuş, hayal ettiklerimizin gerçek dünyadaki varlığı bizi etkileyip besledi.
 
Bir polisiyenin en can alıcı noktası şüphesiz biraz da kurgusu itibariyle final sahnesidir. Her şey bir noktada o finalin vuruculuğu ile anlam kazanır. “Buzlar Çözülünce” de bu noktada finale giden çizgide suyu birkaç defa değiştiren, hikâyeyi farklı yönlere doğru genişleten bir metin. Romanın finaline nasıl karar verdiniz ve bu son, başından beri planlı mıydı?
 
Romanın giriş sahnesi ve çözüme giderken okurun zihnine takacağım kancalar ilk satırdan beri aklımdaydı. Olay örgüsünü oluştururken doğrusal bir çizgi çektim ve ufak tefek saplamalar dışında o çizgiden ayrılmamaya gayret gösterdim. Tabii metnin elverdiği bazı fırsatlar oldu. Hikâyeyi ve karakterlerimi zorlamayı seviyorum. Finale giderken editörümün duyarlı okuması final içinde final yapmak için bana bir seçenek sundu, başlangıç ve sonuca giden yol planlıydı elbette ama önüme çıkan her fırsatı da değerlendirdim.
 
Çağdaş polisiye yazarlarıyla yaptığınız söyleşiler ve onlar üzerine kaleme aldığınız metinler sizin güncel edebiyatı ne derece yakından takip ettiğinizi göstermesi bakımından önemli. Son olarak çağdaşınız yazarlar ile ne tür bir diyalog ve etkileşim içerisindesiniz?
 
Yazmak için yola çıktığım ilk günlerde özellikle yazarların eserlerini kaleme alırken nelere dikkat ettiğini incelemek, onların yazın deneyimlerini okumak motivasyonumu artıran bir uğraştı. Buradan hareketle farklı deneyimlere tanıklık etmenin kalemimin kıvraklığını geliştireceğini, özellikle de yazmaya yeni başlayanlara kılavuzluk edeceğini düşündüğüm için elimden geldiğince polisiye yazarlarıyla söyleşiler yapmaya çalışıyorum. 
 
Bunun yanı sıra eşimle birlikte 10 bölümden oluşan Ursula’yı Beklerken isimli bir podcast serisi yayınladık. Programda çağdaş yazarları konuk edip yeni çıkan kitapları üzerine keyifli söyleşiler gerçekleştirdik. Yeni dönemde de podcast serimize devam etmeyi planlıyoruz. Her isim her kitap yeni bir dünya, yazarlara, yazmaya hevesli insanlara uzaktan da olsa dokunabilmek paha biçilemez bir duygu.