Hepsi benim suçum mu?
05 Mayıs 2023 - 12:05François Ozon imzalı “Mon Crime/Suç Bende” eski bir tiyatro oyunundan uyarlansa da ‘me too’ hareketini temel alıp kadın dayanışmasına odaklanıyor. Isabelle Huppert yine harika oynuyor.
MÜJDE IŞIL- François Ozon neredeyse her sene yeni bir film ile karşımıza geliyor. “Sitcom”, “Sous le sable/Kumun Altında” gibi ilk dönem filmleri kadar istikrarlı bir çizgisi olduğu söylenemez artık. Bu yoğunlukta bazı filmleri hayal kırıklığı yaratırken bazen de “Dans la maison/Evde”, “Frantz” gibi ‘kalıcı’ işleri olabiliyor neyse ki. Geçen sene izlediğimiz “Peter Von Kant”ın ardından şimdi de “Mon Crime/Suç Bende” ile perdeye geliyor Ozon. Kalıcılığı olmasa da gündeme denk düşen ve seyircinin sempatisini kazanması muhtemel bir yapım “Suç Bende”.
Hikâyemiz ‘30’ların Paris’inde geçiyor. Madeleine ile Pauline, aynı evi ve fakirliği paylaşan iki arkadaş. Oyuncu Madeleine, bir rol için görüşmeye gittiği yapımcıyı öldürmekle suçlanıyor. Avukat Pauline onun savunmasını üstleniyor ve zekâsıyla arkadaşını bir yıldıza dönüştürüyor. Çünkü savunmasını cinsel saldırıya karşı kendini müdafaa üzerine kuruyor. Mahkemeden sonra Madeleine teklif üstüne teklif alan bir oyuncu oluyor. Ta ki sessiz film yıldızı Odette Chaumette yollarına çıkana dek…
Teatral komedi
Filmin temeli, Fransız Georges Berr ve Louis Verneuil’ün yazdığı tiyatro oyununa dayanıyor. ‘30’larda yazılmış bu oyun, okyanusun diğer tarafında yani Hollywood’da iki kere sinemaya uyarlanmış daha önce: “True Confession” (1937) ve “Cross My Heart” (1946) ismiyle… François Ozon, oyunun ruhuna uygun olarak ‘30’ları mesken tutuyor. Tarz olarak tiyatro özünü muhafaza ederken bir yandan da Hollywood’un altın dönemindeki komedilerine öykünüyor, hatta çok diyaloglu film olmasına rağmen sessiz dönemi anımsatan bakışı ve ritmi de var. “Suç Bende”, Ozon’un mizahi yaklaşımını, özellikle ilk dönemlerindeki kadın odaklı filmlerinin ruhuyla birleştiriyor. Hikâyenin sürekli yeni sürprizler ve gelişmeler çıkarması, teatralliği dinamizme çeviriyor. Kız kardeşliğe vurgusu, erkeğin kadına şüpheci ve negatif bakışı, hikâyenin merkezinde cinsel saldırı suçunun bulunması gibi pek çok etmen, ‘30’lardan bugünlere uzanan ‘me too’ isyanının simgesine dönüşüyor. Pauline’in zekâsıyla yol alan ikilinin, erkek egemen sistemin açıklarını avantajlarına çevirmeleri mizahı yükseltirken ‘kadın kadının yurdudur’ mottosu vurgulanıyor. Finalinde ise “Le dernier metro/Son Metro”ya selam var gibi.
Ozon, başrolleri Nadia Tereszkiewicz ve Rebecca Marder gibi az bilinen oyunculara paylaştırırken yıllar sonra Isabelle Huppert ile yeniden buluşuyor ve ona kilit bir rol emanet ediyor, hem de neredeyse filmin tam ortasından itibaren. Huppert filmin kalan yarısına öyle bir değer katıyor ki, bu büyük oyuncuya tekrar ve tekrar şapka çıkarıyorsunuz.
“The Pope’s Exorcist/ Şeytanın Düşmanı”
Meydanı şeytana bırakma!
Yakın zaman önce “Thor: Love and Thunder”da Zeus rolünde izlediğimiz Russell Crowe, yeni filmi “The Pope’s Exorcist/Şeytanın Düşmanı”nda gerçekten yaşamış, Vatikan’ın ünlü şeytan çıkarıcısı Peder Gabriele Amorth olarak karşımızda. “The Exorcist”ten beri şeytan çıkarma filmlerinin kalıpları belirlenmiş ve bu filmin zirvesini aşabilene pek rastlanmamıştı. “Şeytanın Düşmanı” da her ne kadar Peder Gabriele Amorth’un kitaplarından yola çıksa da “The Exorcist”in adımlarını takip ediyor. Kocası olmadan çocuk büyütmeye çalışan bir anne, bedeni ele geçirilmiş bir çocuk (bu sefer kız değil erkek evlat), pederle güç savaşına giren iblis vs. çok tanıdık. Ancak film birkaç noktada farklı bir şeyler söylemeye, farklı türleri harmanlamaya çalışıyor. Örneğin hikâyenin İspanya’daki eski manastırda geçmesi, perili ev tarzına yakın duruyor. Manastırın geçmişinin keşfi, dehlizlerde adım adım gizemlerin çözülmesi, haritalar, semboller vs. ise “Da Vinci’nin Şifresi”ni anımsatıyor. Engizisyon mahkemelerinin bağlandığı nokta ise başka bir korku filminin hatta serisinin konusu olabilir rahatlıkla.
Neredeyse finale kadar heyecan dozunu düşürmeyen, bilimi ve insan sevgisini öne çıkan başkahramanıyla film, Vatikan’ın tarihindeki kirli sayfaları da açıyor ama kısmen. Pek çok filmin cesaretle anlattığı cinsel istismar konusu şöyle bir dillendirilip kapatılıyor sadece. Amorth’un ve ona yardım eden genç rahibin kadınlarla ilgili duydukları suçluluk ise film ilerledikçe kadının şeytanlaşmasına kadar varıyor. Filmde Russell Crowe’u bilge-kibirli peder, Franco Nero’yu da Papa rolünde izlemek akılda kalıcı bir deneyim oluyor ki devam filmine onay çıkması da bu etkiyi destekliyor.