Haldun Hürel ile “Bir Şehir Bin İstanbul”
25 Aralık 2024 - 05:12Üç Hür El’in efsane bateristi, sanat tarihçisi ve İstanbul âşığı akademisyen Haldun Hürel ile son çalışması “Bir Şehir Bin İstanbul” kitabını konuştuk.
Evrim Altuğ
evrimaltug@gmail.com
Onur (1948), Haldun (1949) ve Feridun Hürel tarafından kurulan Üç Hür - El grubu, 1970’ler Anadolu rock akımını biçimlendiren “Sevenler Ağlarmış” (1974) ve “Ömür Biter Yol Bitmez” gibi 45’likleri ile döneme imza atan oluşumlardan biri oldu. Özgün kayıt ve yapıtları yeni nesillerce bugün de dinlenen grubun üyesi Haldun Hürel ise, eski adıyla DGSA (Akademi / bugünün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi) Yüksek Dekoratif Sanatlar Bölümü çıkışlı, günümüzde ise Sanat Tarihi ve Kent Tarihi ile Anadolu Uygarlıkları alanlarında nice öğrenci yetiştirmiş olan, hâlen de bu misyonunu sürdüren bir İstanbul âşığı. Böyle diyoruz, çünkü Hürel’in Kapı Yayınları etiketiyle yayımlanan “Bir Şehir Bin İstanbul” çalışması, 20’yi aşkın İstanbul kitabıyla Hürel’in yorulmaz kaleminin zirvesini kayıt altına alıyor. Hürel, her biri zaman makinesi etkisindeki yaklaşık 100’ün üzerinde metniyle okurun İstanbul rehberliğini üstleniyor. Eyüp’ten Galata’ya, oradan Ayvansaray ve Yıldız’a nice dönem anlatısını buluşturan yazar ve akademisyen, torunu Dorian’a adadığı eserinde Kapı Yayınları’nın tabiri ile ‘kentin aynalarıyla cesurca yüzleşiyor.’ Hürel, Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet İstanbul’unun manyetik etkisiyle yüklü, yaklaşık 25 dolayında renkli, kuşe fotoğraf ve belgeyi barındıran kitabı hakkında esas vazifesinin öykülerinin sonu gelmez İstanbul’u dinlemeye ve konuşturmaya çalışmak olduğunun altını çiziyor.
Depremler, çürük yapılaşma ve mimari unutkanlıkları vurguladığınız kitabınızda, kente dair hüzünlü bir uyarı telaşı her bölümde seziliyor. "Kısa sürede obez şehir," uyarısını art arda yaptığınız İstanbul adına, önerdiğiniz çözümler, muhatapları ve yurttaş sorumlulukları neler?
Yıllar boyunca adım adım arşınladığım, köşesinde bucağında tarihi önemde nelerin saklı olduğunu derinlemesine araştırıp, hakkında onlarca kitap yazdığım, üniversitelerdeki İstanbul tarihi derslerimde eğitim süresinin yettiği ölçüde öğrencilerime en dikkat çekici önemdeki öykülerini anlattığım bu kadim şehrin upuzun tarihi boyunca bünyesinde biriktirdiği eşsiz anılarının asla bitirilemeyeceğini anladım. Hep, İstanbul şehrini ‘konuşturmaya’ çalıştım ve onun sesini dinlemeye gayret ettim. Ama şunu da biliyordum ki, onun anlatmasının, benim de sabırla ve heyecanla dinlememin sonu bir türlü gelemeyecekti! Fakat, bir şey beni şaşırttı; İstanbul’u sevdikçe ve tanıdıkça garip bir şekilde üzüntüm, hatta kızgınlığım artıyordu. Kadim İstanbul, hiç de hak etmediği bir ‘sosyal çözülme’ girdabına savruluyordu. İçinde yaşayan milyonlarca insanın, acaba kaçı bu şehre karşı ‘saygı’ duyuyor kuruntusu beynime yerleşmişti artık. Modern bir şehir nüfusunun, ‘urbanizm’ ölçütlerinin merceği altında ve sistematik doğal nüfus artışının o şehirde nasıl gerçekleştiği konusunda yaptığım matematiksel bir çalışmada elde ettiğim rakamlar akıl alacak gibi değildi gerçekten de. Buna göre, günümüzün İstanbul’unun nüfusu 7. 5 milyon, haydi olsun 8.5 milyon oluyordu! Günümüzdeki şehir nüfusunun aşırı fazlalığını aklıma getirdiğimde kafamdan aşağıya terler boşaldı, inanılmazdı bu! Dolayısıyla, bir ülkenin toplam nüfusunun büyük miktarının rakipsiz şekilde tek bir kentte toplanmasının doğru bir yaklaşım olmadığını düşünüyorum.
Geç Osmanlı'nın modernleşme niyetinin İstanbul'a etkisi kentte geri dönüşsüz, olumsuz neticeler de doğurmuş olabilir mi?
Geç Osmanlı döneminde şehir mimarlığı açısından Batı mimarlığı süslemelerinden esintiler (ar-nuvo, ar-deco, barok, rokoko, eklektik stil gibi) alınarak 19. YY ve erken 20. YY mimari akımına uygun ‘pozitif mekân kurgusunu’ bu dönemlerin son derece yetenekli mimarları, özellikle Balyan soyadlı mimar ailesi başarıyla inşa etmişlerdi. Bunların en iyi örneklerini ‘Pera (Beyoğlu ilçesinin başat semti) mimarisinde günümüzde de görebilmek mümkün. Esasen, Batı mimari akımının İstanbul’daki ilk örneği olarak ortaya koyabileceğim eser, 1755’te inşa edilen ve bulunduğu semte de adını veren Nuruosmaniye Külliyesidir. Kemer biçimleriyle, mermer yüzeylerdeki kıvrımlı bitki süslemeleriyle, iç mekândaki vitray camlarıyla bu muhteşem eser gerçekten de Batıdan aktarılan mimari mekân kurgusuna tam anlamıyla örnek olabilecek nitelikte.
İlk Türk kadın mimar Makbule Hanım'a selâm verdiğiniz kitapta bilhassa Galata tarzı yaşama güzelleme denebilecek satırlar da öne çıkıyor. Öte yandan okuru, Oryantalizm üzerine de yaratıcı bir çelişkiye itiyorsunuz. Bunlara niçin dikkat çektiniz?
Oryantalizm etkisinin tüm parametrelerini geç 19. YY İstanbullularının tamamının içlerine sindirdiklerini söylemek, doğru bir yaklaşım olmaz. Zaten, bu tür mimari biçimlemelerin yoğunlukla Pera bölgesinde, İstiklâl Caddesi ve çevrelerinde, Harbiye- Şişli ekseninde, kısmen Sirkeci ve Tahtakale (Taht-el Kal’a- Kalenin altı) semtlerinde görüldüğü açıktır. O zamanlardaki ‘geleneksel İstanbul’ hâlâ ve inatla ‘Tarihi Yarımada’ (şimdiki Fatih İlçesi) idi!
Bizans İmparatoru II. Manuel'in oğlu İoannis ile Yıldırım Bayezid'in sonradan Hıristiyanlığı seçmiş oğlu Yusuf'un arkadaşlıklarına da eserde dikkat çekiyorsunuz. Veba kurbanı dönem İstanbul’unda bu ilişkiye ne yönden büyüteç tuttunuz?
Doğu Roma İmparatoru II. Manuel Paleologos (iktidarlığı; 1391- 1425) zamanında Sultan Yıldırım (İldrem) I. Beyazıt (iktidarlığı; 1389- 1402) yaklaşık aynı yıllara tekabül etmekteydi. Sultanın oğlunun Hıristiyanlığı seçip Konstantinopolis’e sığınması ve Romalıların safında yer almasının dışında, o zamanların başat Ortodoks- Hıristiyan başkentinde hatırı sayılır ölçüde Müslümanın da bulunması çok kişiye şaşırtıcı gelebilir. Düşmanlıklar olsa da, Romalılar ve Türkler arasında zaman zaman ‘dostane ilişkiler’ bulunmuyor değildi. Şehirde, Türkçeden devşirme Romalı adları ve Roma dilinden alınıp değişime uğrayan Türk isimleri taşıyan kişiler bulunuyor, ticaret yapıyorlar, Konstantinopolis’teki camilerde ibadetlerini yapabiliyorlar, hatta Blakernai Sarayına (Ayvansaray’da idi) dahi rahatlıkla girip çıkabiliyorlardı.
"Hamlet"in 7 Ocak 1941'de CHP iktidarınca yasaklandığı bir İstanbul'dan bahsettiğiniz İstanbul'da bu kararı alanların arasında A.H. Tanpınar, M. Ertuğrul ve Peyami Safa gibi isimlerin yer alması ironik değil mi? Bu örnek size göre yarına hangi dersi veriyor?
Çeşitli platformlardaki yasaklamalar zaten hangi dönemlerde, hangi yönetimlerde yoktu ki? Edebiyata yönelik tepkiler de sadece ülkemizde değil, hiç kuşku yok ki dünyanın çeşitli devletlerinde de görülürdü. ‘Tam anlamıyla özgür düşünce’ bence harap olmaya yüz tutmuş gezegenimizde düşten öte bir kavram değil ve gelecekte de böyle olacağına inanıyorum. Bu çerçevede, okurlarıma Thomas Moore’un "Ütopya" eserini öneririm.
İbrahim Çallı'ya, kendi kurduğu İstanbul Resim Heykel Müzesi'nde "Çallı, bu atları biraz zayıflat," diyen (s.147) Atatürk, size göre nasıl bir sanat ve kültür eleştirmeniydi?
"Kültür; okumak, anlamak, anladığından da farklı anlamlar çıkarabilip algı yeteneklerini geliştirmektir," kavramını dile getiren Atatürk, benim kanımca ‘sanat dersi’ verebilecek denli konuya hâkim çok aydın bir liderdi. Bu açıdan, günümüzde de bulunabilen "Atatürk ve Sanat" isimli kitabın konuyla ilgilenenler tarafından okunmasını öneririm. Atatürk, ‘sanatın matematiksel kurallarına’ tam anlamıyla vakıf olmayabilirdi belki ama sezilerinin derinliğiyle ve eşsiz görüş açısıyla somut sanat ürünlerini tetkik ederek zihninde oluşturduğu kritiklerle çok iyi değerlendirebiliyordu. İbrahim Çallı’ya yönelik at eleştirilerini de büyük olasılıkla Osmanlı tarihinin ilk dönemleriyle ilişkilendirmişti. Zira Bursa’daki erken dönem Osmanlı askerlerinin atları, bedensel yapıları açısından çelimsiz gibi görünürlerdi!
İlk çatal-bıçağın erken 19. YY. Osmanlı sultanı II. Mahmud döneminde kullanılmaya başlandığı dönemin İstanbul'unda, artık yemeklerin geri dönüşümü veya davetlilerin yiyip yiyip tekrar kuş tüyü ile kusarak ziyafette ısrar ettiği saray ziyafetlerine de çarpıcı değinmeleriniz var...
Söz ettiğim ilk çatal-bıçak uygulamasının 19. YY'da yabancı konukların da dahil olduğu Haliç’teki bir donanma resepsiyonunda görüldüğü ve Osmanlı subaylarının bu tür yemek sistemini bir hayli garipsedikleri bazı tarihi kaynaklarda belirtilir. Sadece ahali değil, Osmanlı sultanları da geç dönemlere dek yemeklerini elleriyle yerlerdi. Zaman zaman da sofralarının âdeta değişmez menüsü olan pilavı ‘kaşıklarlardı.’ ‘Lafı lafa etme ilave, al kaşığı çal pilave’ tekerlemesi bu konuda önemli bir ipucu verir bizlere. Boğazları kuş tüyleriyle gıdıklayarak kusmak ve ardından yeniden yemeğe başlamak ise Roma İmparatorluğunun saray sofralarında uygulanan bir âdetti.