Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Diğer » Filiz Ali, Carl Ebert'i anlatıyor

Filiz Ali, Carl Ebert'i anlatıyor

Filiz Ali, Carl Ebert'i anlatıyor25 Haziran 2024 - 04:06
Filiz Ali son kitabı "Bir Rüyayı Gerçek Kılan: Carl Ebert"te Türkiye’nin modernleşme sürecinde sahne sanatlarına büyük katkılar sağlamış Carl Ebert’i anılar, tanıklıklar ve babası Sabahattin Ali ile olan dostluğu üzerinden anlatıyor.
 
FERDİ ÇETİN
cetinferdi@yahoo.com
Fotoğraflar: Ozan Güzelce
 
Sene 1933. Cumhuriyetimizin 10. yılı. Almanya için ise trajik boyutlara ulaşacak bir seçimin tarihi. Adolf Hitler’in iktidara gelmesi ile ülkedeki sanat ve bilim adamları arasında ari ırka sahip olmayanların neredeyse hepsinin görevlerine son verilir. Türkiye’de modernleşme sürecinde opera ve tiyatro sanatlarının akademik düzeyde öğretilmesi ve uygulanması bakımından tiyatromuza büyük katkılar sağlamış dünya çapındaki rejisör, eğitmen ve kültür kurumları ve festival yöneticisi olan Carl Ebert, tarihin kırıldığı noktada Atatürk’ün davetiyle Ankara’ya gelir. Ebert, sahne sanatlarının Batılı anlamda bir yön alması açısından çok önemli bir rol üstlenir. 10 yılı aşkın bir süre zarfında Ankara’da yaşayan Ebert’in sanatımıza katkılarını ve dönemi; piyanist, müzikbilimci, yazar ve eleştirmen Filiz Ali YKY’den çıkan “Bir Rüyayı Gerçek Kılan: Carl Ebert” kitabında anılar, tanıklıklar ve Sabahattin Ali ile Carl Ebert’in dostluğu üzerinden anlatıyor. Evinde bir araya geldiğimiz Filiz Ali ile Carl Ebert’in sanatımıza etkisini, dönemi ve babası Sabahattin Ali ile dostluklarını konuştuk. 
 
Kuruluş sürecinde Türkiye Cumhuryeti’nde her alanda olduğu gibi müzikte de devrimci adımlar atılıyor. Ve dünya tarihindeki kırılmalardan biri sizin üzerine “Bir Rüyayı Gerçek Kılan: Carl Ebert” kitabını yazdığınız Ebert’i ülkemize getiriyor... 
 
Atatürk’ün müzik eğitimine ve bir milletin gelişmesinde müziğin katkısına verdiği öneme değinmek gerekir. 1924’te bir müzik şurası topluyor Atatürk. Böyle bir durumda Atatürk’ün diğer devrimleriyle birlikte bir müzik devrimi düşünmüş olması bir mucize. Bu amaç doğrultusunda yurt dışına öğrenciler gönderiyor. Babam da bu meyan da Almanya’ya gönderilenlerden biri. 1925’ten itibaren yurt dışına gönderilenler arasında beş genç var. Sonradan bu gençler, Türk Beşleri adıyla anılan bestecilerimiz; Ahmet Adnan Saygun, Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin, Necil Kazım Akses ve Hasan Ferit Alnar. İlaveten kendi imkânlarıyla Avrupa’ya giden Cevat Memduh Altar, Ferhunde ve Necdet Remzi kardeşler gibi gençler de var. Yine 1924’te Musiki Muallim Mektebi kuruluyor. Musiki Muallim Mektebi’nin kuruluşunda ders verecek elemanlar iki elin 10 parmağıyla ancak sayılabilir. Bir de o sırada İstanbul’dan Ankara’ya davet edilen Muzika-i Hümayun, yani eski saray orkestrası üyeleri var. Cumhuriyet’in 10. yılına gelindiğinde artık 15 milyona varmış nüfusumuz. 1933 Türkiye Cumhuriyeti için çok önemli bir tarih. Aynı zamanda Birinci Dünya Savaşı’nda müttefikimiz olan Almanya için de trajik boyutlara ulaşacak bir seçimin tarihi: Adolf Hitler’in iktidara gelmesi ile ülkedeki sanat ve bilim adamları arasında ari ırka sahip olmayanların neredeyse hepsinin görevlerine son veriliyor. Türkiye’de aynı tarihlerde bir üniversite reformu söz konusu. Almanya’nın trajedisi bizim lehimize neticelenmiş oluyor bir yerde. Carl Ebert’in bu çerçeve içerisinde resme dahil oluşunun tarihi bu. 
 
 
Carl Ebert’in resme dahil olduğu noktada, nasıl bir görev teklif ediliyor ona? 
 
İlkin Alman besteci ve eğitimci Paul Hindemith ile temas kuruluyor. Musiki Muallim Mektebi’nin konservatuvara dönüşmesi fikrine ek olarak bir tiyatro ve opera okulunun kurulması söz konusu. Paul Hindemith ile sistemin kurulması doğrultusunda incelemeler yapması ve raporlar hazırlaması konusunda anlaşma yapılıyor. Paul Hindemith’in raporu sonucunda uzman arayışına giriliyor. Carl Ebert’in adının geçtiği zaman 1935 filan. 1933’e gelene kadar Ebert zaten Almanya’da çok tanınmış bir aktör, opera ve tiyatro rejisörü, aynı zamanda yönetici. Son olarak da Berlin Devlet Operası’nın başında. Fakat Hitler iktidara gelir gelmez bırakıyor işi. Hindemith’in tavsiyesi üzerine Türkiye’den teklif geliyor. Çok ilginç buluyor bunu Carl Ebert. Türkiye’yi tanımıyor. Fakat hiç yoktan bir opera yaratma fikri onu heyecanlandırıyor. 1936 itibarıyla belirli dönemlerde Türkiye’de kalmayı kabul ediyor ve çalışma başlıyor. Bu tarihte Hindemith’in çalışmalarıyla birlikte konservatuvar da kurulmuş durumda. Yeni öğrenciler almak için gazetelere ilanlar veriliyor. Sınavlar açılıyor. O sınavlara arzu edildiği kadar çok öğrenci başvurmuyor. Operanın ne olduğunu kimse bilmiyor zaten. Aileler çocuklarını böyle bir mesleğe vermeye cesaret etmiyorlar. Carl Ebert, tiyatro bölümüne gelenler arasından iki öğrenciyi geleceğin Türk rejisörleri olarak yetiştirir: Mahir Canova ve Ertuğrul İlgin. Ertuğrul İlgin sonradan devam etmedi ama Mahir Canova hayatı boyunca hem rejisör hem de öğretmen olarak devlet tiyatrosunun önemli kişilerinden biri oldu. Sonraki mezunlardan Cüneyt Gökçer Devlet Tiyatrolarının, opera bölümünün ilk mezunlarından Aydın Gün de Devlet Opera ve Balelerinin Genel Müdürü oldu. 
 
 
Ve Carl Ebert Türkiye’de… Sabahattin Ali ile nasıl bir ilişkisi var? 
 
1933’te bir iftira nedeniyle hapse atılan ve Sinop Hapishanesi’nde cezasını çeken Sabahattin Ali, Cumhuriyet’in 10. yılı affıyla özgürlüğüne kavuşuyor. Tabii hapisten çıkar çıkmaz öğretmenliğe dönmesi söz konusu değil, sol görüşlü olduğu için mimlenmiş birisi. Ama Cumhuriyet’in yetiştirdiği değerli elemanlardan olduğu Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki bürokratlar tarafından biliniyor. Bu gençten yararlanmak lazım deniyor. Nitekim 1935’te Milli Eğitim Bakanlığı’nda Neşriyat Müdürlüğü’nde bir göreve tayin ediliyor. O sıralarda Carl Ebert’in Türkiye’ye geliş gidişlerini görüyoruz. Konservatuvarda ders vermeye başlayınca Carl Ebert’e çevirmen lazım olur. Sabahattin Ali’yi hem ona çevirmen hem de okula Almanca öğretmeni olarak tayin ediyorlar. Hem teorik derslerde hem sahne derslerinde Carl Ebert’in çevirmeni. 1938’de de doğrudan konservatuvara öğretmen olarak atanıyor Sabahattin Ali. Artık gece gündüz beraberler. Tiyatro bölümünde oynanacak oyunlar, opera bölümünde oynanacak oyunlar, onların provaları, o oyunlarla ilgili dramaturji çalışmalarını babam yapıyor. Ve savaş patladıktan sonra Ebert, ailesini de alıp Ankara’ya geliyor. Başka bir yere gitmeyi düşünmüyor. Bu kadar değerli bir insanın her şeyin yeni inşa edilen Ankara gibi bir yerde olması bir lütuf. Operanın ne olduğunu bilmeyen bir gençliğe, bir topluma Türkçe opera eğitimi sağlamak bir mucize hakikaten. 
 
O dönemki konservatuvar ortamı nasıldı? 
 
Vallahi çok heyecanlı bir ortamdı. Okula başlamadan önce babam beni konservatuvara götürürdü. Müzik öğrencileriyle haşır neşir olmuştum. Neredeyse bütün tiyatro provalarına, derslerine girerdim. İlk zamanki öğrencilerin hepsini çok yakından tanırım. Muazzez Hanım’ı, Cüneyt Gökçer’i, Mahir Bey’i, Nüzhet Şenbay’ı, opera bölümündeki Ruhi Su’yu, Aydın Gün’ü, Rabia Erler, Ayhan Aydan ki Ayhan Aydan Ebert’in gözdesiydi. Mesude Çağlayan da çok iyiydi. Türkiye’de baştan sona Türkçe olarak oynanan ilk opera olan “Madame Butterfly”ı söyleyen soprano, Mesude Çağlayan’dır. Düşünün, o zamana kadar bir Puccini veya bir Verdi operası bilen yok, plak bile yok. Radyodan yabancı istasyonları dinliyorsanız belki. Ekip çalışmasına çok önem veriyordu Carl Ebert. Tiyatro öğrencisi opera temsillerinde yardımcı olur, opera öğrencisi de tiyatro temsillerinde yardımcı olur. Öyle bir aile ortamı içerisindeydi. 
 
 
Carl Ebert
 
Bugünden baktığınızda sanatçı, eğitimci ve kültür kurumlarında yöneticilik yapmış biri olarak nasıl görüyorsunuz bu süreci? 
 
Atılan temellerin çok sağlam olduğunu düşünüyorum. O sağlam temellerin atılmasında Hasan Ali Yücel gibi bir Milli Eğitim Bakanı olmasının rolü çok büyük. Milli eğitimin çok önemli bürokratlarından Cevat Dursunoğlu gibi bir kültür insanının bütün eldeki uzmanlarla birlikte verimli bir şekilde çalışmaları çok önemli. Cevad Memduh Altar gibi bir müzikolog, aynı zamanda bir bürokratın canla başla çalışmaları çok önemli. Kitabın bir yerinde de zaten Ebert’in bir sözü var. “Ankara’da bir insan beş insan gibi çalışır,” diyor. Böyle bir çalışkanlık keşke devam etseydi. O sayededir ki şimdi Türkiye’nin büyük kentlerinde devletin tiyatrosu, operası, orkestrası var. Eğer o temeller sağlam kurallar üzerine kurulmamış olsaydı bugünlere gelinemezdi.