Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Diğer » Duvarlardan beyazperdeye Burhan Doğançay

Duvarlardan beyazperdeye Burhan Doğançay

Duvarlardan beyazperdeye Burhan Doğançay15 Nisan 2025 - 02:04
Rekor yapıtların sahibi, çağdaş ressam ve fotoğrafçı Burhan Doğançay’ın yaşamını işleyen “Fısıldayan Duvarlar” belgeseli, İKSV 44. Film Festivali’nde iki seans halinde Avrupa ve Asya’da ilk kez alkışlanacak. Eserde yönetmen, yapımcı ve senarist Eylem Kaftan imzası öne çıkarken yapıma Doğançay’ın hayat arkadaşı Angela Doğançay ile koleksiyoner Bülent Eczacıbaşı da anılarıyla katkıda bulunuyor.
EVRİM ALTUĞ
evrimaltug@gmail.com
 
Yönetmen Eylem Kaftan’ın, eserleri dünyanın belli başlı müze ve koleksiyonlarına giren ressam ve fotoğrafçı Burhan Doğançay ve sanatsal üslûbuna göndermeler ile kolaj türü bir kurguyla tamamladığı özgün belgeseli “Fısıldayan Duvarlar” İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) 44. Uluslararası İstanbul Film Festivali programında izleyici karşısına çıkıyor. 
 
Adı “Fısıldayan Duvarlar” olan Türkçe ve İngilizce altyazılı 70 dakikalık belgeselin senaryosu ve kurgusu Eylem Kaftan’a ait. Eserin görüntü yönetmenliğini ise Philipp Pfeiffer üstleniyor. 2025 tarihli belgesel, festival kapsamında film ekibinin de katılımı ile ilk olarak İstanbul Beyoğlu Sineması’nda, 17 Nisan Perşembe saat 16:00’da ardından da 20 Nisan Pazar akşamı saat 21:30’da Kadıköy Sinematek-Sinema Evi’nde ekibin tekrar hazır bulunacağı bir seansta alkışlanacak. 
 
 
Yönetmen Eylem Kaftan
 
Özgün müziğine imzayı Redd’in üyesi, solist Doğan Duru’nun attığı, yapımcılığını ve dünya haklarını da Eylem Kaftan’ın üstlendiği eserin sanat yönetmenliğini Filiz Zengin üstleniyor. 
 
İKSV’den basına, kamuoyuna, sinemaseverlere yapılan açıklamaya göre “Fısıldayan Duvarlar” 1960’larda New York’a göç eden Burhan Doğançay’ın Amerikan tarihinin karmaşık bir döneminde, insanların sivil hak mücadeleleri için sokaklarda yürüdüğü, sanatın sokak duvarlarında en yoğun şekilde kendini ifade ettiği bir zamanda kendi sanat yolunu bulmaya çalışmasını ele alan, onun kolaj tekniğini sinema diline de yansıtmaya çalışan bir belgesel olarak niteleniyor. 
 
Eser genç bir Türk sanatçının yabancı bir ülkede kendisine yer edinme çabasından Türkiye ve dünyanın en önemli ressamlarından biri haline gelmesi ile Bülent Eczacıbaşı’nın da anlattığı 2008 İstanbul Modern retrospektifi ile kendi coşkusunu ayrıca sanatseverlerle paylaşıyor. Türkiye’deki ilk gösterimi yine 9 Nisan akşamı ilgili kurumda yapılan eser, aynı zamanda, sanatçının 1960’lardan 2000’lere değin 114 ülkede çektiği renkli ve siyah beyaz fotoğraflarını dünyayla buluşturması adına da bir ‘ilk’e imza atıyor. Yapım ayrıca eserleri New York Metropolitan Müzesi’nde yer alan Doğançay’ın kariyerindeki ‘dayanıklılık’ temalarından, hayat arkadaşı Angela Doğançay’ın bu hikâyedeki ‘başkarakter’ olarak refakat edişiyle ayrıca kıymetleniyor. 
 
 
Burhan Doğançay, Oya Eczacıbaşı, Bülent Eczacıbaşı.
 
Hatırlanacağı gibi 11 Eylül 1929’da doğan, 16 Ocak 2013’te aramızdan ayrılan sanatçı “Türkiye’nin İlk Çağdaş Sanat Müzesi” sıfatı ile İstanbul Beyoğlu’ndaki 150 yıllık, beş katlı tarihi bir yapıda, “Doğançay Müzesi”ni eşi Angela’nın katkılarıyla ziyaretçilere açmıştı. Müzede Doğançay’ın eserlerinden küçük bir retrospektif ve babası Adil Doğançay’ın yapıtları da görülebiliyor.
 
Bunun gibi Doğançay’ın duvarlara, gölgelere, yırtıklara ve Doğu ile Batı motiflerine gönderme ile armoni içinde ürettiği, pop-sanat akımına da selam veren “Mavi Senfoni” isimli çalışması 2009 yılında koleksiyoner işadamı Murat Ülker tarafından Antik A.Ş. tarafından düzenlenmiş bir müzayedede o döneme göre rekor fiyatla yeni sahibini bulmuştu. 
 
Belgesel vesilesiyle sanatçının hayat arkadaşı Angela Doğançay Milliyet Sanat’a verdiği özel röportajda, Burhan Bey ve ardında kalanlar üzerinden verdiği paylaşım emeği ile Eylem Kaftan belgeseli “Fısıldayan Duvarlar”ın kendisinde bıraktığı etkiyi anlattı.
 
 
Angela Doğançay.
 
Proje için nasıl yola çıkıldı?
 
Birçok dostum bana Burhan’ın tarihi ve mirasını koruyabilmek uğruna ‘kalıcı değeri’ olan bir şey yapabilmek adına telkinde bulunmaktaydı. Bunun için de halihazırda önemli bir kitap ve ayrıca da bir film gündemdeydi. Bu unsurlar kafamda gezinedururken, bir film yapabilmek adına söz konusu imkânları da keşfetmek üzere davrandım. Üç yıl önce beni bu tür projeler adına yüreklendiren, daha fazla izleyiciye kavuşabileceğimize dair beni inandıran harika bir dostumun, bir Türk diplomatın Rusya’da karşılaştığımız sırada bana Eylem’den bahsederek, beni kendisi ve diğer yapımcı ve yönetmen adaylarıyla tanıştırması gündeme geldi. O günlerde Eylem ile yaptığımız telefon konuşmasında işittiğim o ses, bana kendisinin bu çalışma adına en doğru kişi olacağını, Burhan’ın duyarlığını algıladığını ve kendisinin nasıl bir insan ve sanatçı olduğunu, bizim Burhan ile nasıl bütünleştiğimizi anlayabildiğini göstermiş oldu.
 
Burhan Bey’in entelektüel profili ve kişiliğindeki çekim gücünü yansıtabilmek adına film gibi bir aracın size göre önemi nereden ileri geldi?
 
Elbette burada önemli olan sinema aracılığı ile çok sayıda ve uluslararası insana ulaşabilir olmaktı. Dolayısıyla bu film umuyorum ki Türkiye’nin de dışında ve dahi uluslararası diğer film festivallerinde de gösterilecek. Ardından belki filmin Türkiye’deki TV kanallarında da izlenmesi düşünülüyor. Ve eğer şansımız yerinde giderse, yurt dışında da bir kanal bulabileceğiz!
 
Bay Doğançay’ın ve sizin çocukları ne kadar sevdiğiniz biliniyor. Bu belgesel filmi de sizin geleceğin bireylerine bıraktığınız bir miras, bir geleceğe hediye olarak değerlendirmemiz olası mıdır? 
 
Bildiğiniz gibi Burhan ile benim bir çocuğumuz bulunmamakla birlikte kesinlikle çocukları, geleceğin çocuklarını çok sevdik! Bakın işte, dünya dönüyor ve elinizde olup biteni gelecek nesle emanet etmekle yükümlüsünüz. Bunu yapabilmenin en makul yolu da çocuklara erişebilmekte. Ve evet, kesinlikle size katılıyorum. Tam da burada, Burhan’ın mirasını hayatta kılmak uğruna, mesuliyet ve rolümü idrak etmiş durumdayım. Her ne kadar kendisi şu an burada bulunmuyor olsa bile eserleri üzerinden bunu gelecek nesillere aktarabilmek mümkün.
 
 
Burhan Doğançay.
 
Sn. Doğançay’ın ABD’nin New York kentindeki Manhattan adasına hakim tarihi Brooklyn Köprüsü üzerinden siyah beyaz harika fotoğrafları olduğunu bilmekteyiz. Bunların hikâyesi de belgesele yansıdı değil mi?
 
Evet! Bu konu da belgesele katıldı. Çünkü Burhan Bey bu köprüye hayranlığı ile biliniyor. Sanırım 1986 gibi kendisi köprü için yapılan resmi güçlendirme ve restorasyon projesi sırasında köprüye girerek fotoğraf çekimi adına izin alabilmiş de tek sanatçıydı. Köprü yayaları da koruma amaçlı olarak devasa ağlarla kaplandığında o bunu balık ağlarına benzetmişti! 
 
Yıllar önce İstanbul’da açtığınız Burhan Doğançay Müzesi’nin ajandası nasıl sürüyor?
 
Artık müzeyi yeniden tasavvur etmemizin vakti geldi. Özellikle Burhan Bey hayatta iken müzenin çok büyük bir işlevi olduğu muhakkak. Şimdi bildiğiniz gibi diğer kurumlarla da beraber biz de çok ağır zamanlardan da geçtik, geçiyoruz. Sanıyorum değindiğiniz bu konuya da uzun vadeli bir çözüm bulmamız gerekiyor. 
 
Sn. Doğançay’ın arşivinin herhangi bir vakıf veya üniversiteye bağışı söz konusu mudur?
 
Evet, Burhan Bey’in sizin de bildiğinizi sandığım “Dünya Duvarları” adlı, sayısı 140 ülkeyi aşan, sanıyorum 30 bin dialık (slayt / karelik) fotografik arşivi şu anda dijital olarak ABD’nin Minnesota Üniversitesi tarafından taranıyor. Üniversitenin, araştırmacılar faydalanabilsin diye bu arşivi de internet üzerine açmaları için hazırlık var. Kendisinin Brooklyn Köprüsü ve işçileri görüntülediği serileri de ayrıca New York Tarih Kurumu’nca emin ellerde bulunuyor. Buraya dahiller çünkü malûmunuz, New York adına bir anlam taşımaktalar. Bu arşivsel konuda Minnesota Üniversitesi ile çalışıyor olmamız ise çok uzun yıllardan beri Burhan ve benim bu okul ile sürdürdüğümüz ilişkiden kaynaklanıyor. Sanırım üniversite 20 yılı aşkın süre önce, orada karşılıklı burs ile okuyan bir öğrencinin de yönlendirmesi ile Burhan’a ait bir eseri koleksiyonuna almış ve ilişkimiz başlamıştı.
 
 
Burhan Doğançay, “Mavi Duvar”.
 
Hatırladığımız kadarıyla, Bay Doğançay’ın İKSV’ye büyük emeği de geçmiş Sn. Şakir Eczacıbaşı ile derin dostluğu vardı. Hatta vaktiyle bir fotoğraf galerisinde ortak sergi de açmışlardı. 
 
Evet, ben de kendisiyle tanışmıştım ve büyük bir dostlukları vardı. Bununla birlikte Burhan Bey ilk kişisel sergisini Yahşi Baraz’ın İstanbul galerisinde 1976’da açtığı zamanı unutmuyorum. Sergi tam bir ‘blockbuster’ olarak değerlendirildi. Şakir Bey daha o günlerde bu serginin Türkiye sanat tarihi adına bir ‘kilometre taşı’ etkinlik olduğunu beyan eden kimseydi.
 
Dünya duvarları Burhan Bey ardından belki de geçmişten daha da ağır koşullarda hızla dönüşmeye devam ediyor. Siz bu dünyanın değişimini, kendisi ardından nasıl yorumluyorsunuz?
 
Yalnızca ben değil, Burhan’ın sanatıyla tanışmış olan kimseler de onun eserleri üzerinden hayatları ve çevrelerindeki bu ani değişimin, Doğançay’ın eserlerinde bu duvarlarla vurguladığı manzaradan nasıl olup da farklı olduğunun altını bugün de çizmekteler. Burhan Bey hep şunu belirtirdi: “İnternetin saldırgan akışıyla beraber, gençler duvarlar üzerinden mesaj kaygısıyla daha az ilgilenir oldular.” Zamanla sosyal medyanın da artan ağırlığı ortada. Belki de bu duvarlar bugün, artık eskisi kadar zengin değiller.
 
Burhan Bey’in derinden derine gönderme yaptığı önemli unsurların başında Doğu hafızası, kaligrafiye duyduğu saygı geliyordu. Ancak kendisi sanat tarihinde yaklaştığı ‘Pop Sanat’ akımı ve yerleştirmeleri ile de dünya sanatında hürmet görmekteydi. Bu sentezi bugünden düne baktığınızda şimdi nasıl değerlendirmektesiniz?
 
Evet, zaten kastettiğiniz yaklaşım “Mavi Senfoni”sinde de mevcuttur. NY’daki Metropolitan Müzesi’nin küratörlerinden biri bilerek veya bilmeyerek ya da tesadüf eseri olarak bize eserlerinin kaligrafiye olan yakınlığını beyan etmişti. Bu anlamda onun ikonik “Kurdele” resim serisinin gölgelerini de burada anabiliriz. Bunlar bize hep kaligrafik yazı biçimiyle olan yakınlığı işaret etmekteler.
 
 
Burhan Doğançay, “Renkli Duvar”.
 
Bildiğimiz kadarıyla Sn. Doğançay’ın eserleri ABD’nin New York kenti Türkiye Cumhuriyeti Konsolosluğu’nda da teşhir ediliyor. Hangi parçalar acaba?
 
Ah evet! Sergilenen eserleri arasında kimi taşbaskılar ve “Kurdele” serisine ait parçalar bulunuyor. 
 
Burhan Bey ve sanatını kişisel olarak anmak, tabir etmek istediğinizde özel bir yaklaşım güdüyor musunuz? Sözgelimi kendisini bir ‘Pop Sanat’çı veya ‘güncel sanatçı’ olarak mı vb. anmalıyız?
 
Çok ilginç! Sanatının herhangi bir alana, kategoriye dahil edilmesiyle kendisinin hiç bir ilgisi bulunmazdı. Bildiğiniz gibi kariyerinde ürettiği 12 farklı ‘serisi’ mevcuttur. Tamamıyla baktığınızda birbirlerinden ne kadar farklı oldukları da ortaya çıkar. Öyle ki 12 farklı sanatçıyla baş başasınızdır. Ama yine de hepsinin bir ortak teması var ise, o da kamusal alanların duvarlarıdır. Hepsi kamusal alan duvarlarından ilham almaktadır. Bu hepsini bir araya getirdiği gibi, Burhan Bey sanatında da herhangi bir tekrara da müsaade etmez. Her zaman yeni unsurları keşif halindedir. Bu yönüyle günümüzde pek çok sanatçının da son derece tekrara düştüğü aşikârdır. Ancak Burhan hep yenilikçi biri olarak, yeniyi her daim bulabilmiş biri.
 
Sn. Doğançay’ı bizlerle daha iyi paylaşabilmek uğruna bu söyleşi vesilesiyle özellikle referans vermek istediğiniz eleştiri, sanat tarihsel yayın veya medya kanalları nelerdir?
 
Hedefim tam da bu aslında: İstanbul ve Türkiye dışında kendisini daha iyi duyurabilmek, tanıtabilmek adına sergiler düzenlemek. Yakın zamanda 2023’te, İsviçre’nin Cenevre kenti Sanat ve Tarih Müzesi’nde ve Zürih bölgelerinde iki sergi hazırladık. Yine Viyana’nın Albertina bölgesinde bir sergimiz oldu. Bu serginin kataloğu da yine 2024’te düzenlediğimiz kış turnesinde, eserlerine getirdiği yepyeni yaklaşımlarla başucumda durdu. Burhan Bey bunlar aracılığı ile akademisyenlerin de taze metinleri sayesinde onun sanatına erişebilmeyi isteyen izleyicilerle bir araya gelebildi. Onu farklı perspektiflerle açıklayabilmek. İşte benim tam da inşa etmek istediğim şey budur. Kendisinin izini sanat tarihine bırakabilmenin, sanatçılar ‘kanon’una onu dahil edebilmemizin yolu da budur.
 
Bu anlamda şu mesajı iletmek istiyorum: Burhan ile ömrümü geçirmiş olmaktan dolayı kendimi inanılmaz şanslı hissediyorum. Kendisi muhteşem, ilginç, son derece de duyarlı biriydi. Kadınların eşitliğinden yana biri olarak bana da bunu hep hissettiren yine kendisi oldu. Çok tatlı, son derece ilgili, düşünceli ve kesinlikle bütüncül bir erkekti. Kendi değerleriyle hep uzlaşma yanlısı biriydi. 
 
 
Burhan Doğançay.
 
Burhan Doğançay belgeselinin Türkiye’den sonraki yol haritası ne olacak, hedefleriniz nelerdir?
 
Sanıyorum belgesel buradan sonra Ankara yolcusu. Ayrıca Eylül’de Madrid Film Festivali de düşünülüyor. Bu konuyu yönetmen Eylem tasarlıyor ve ayrıca elbette eserin ABD’de izlenmesi düşünülüyor ancak bu ülkenin alanında ne kadar zorlu bir ‘market’ olduğunu sanırım siz de tahmin edersiniz. Benim bir düşüm var ki o da bu belgeseli Avrupa kültür sanat kanalı Arte’de yayımlamak. Ancak bu da zor gibi görünüyor. Bunun yanında büyük bir (yurtdışı) müzesi olmasını arzu ediyorum. Zira onlar bu tür sergilere bu gibi belgesellerin de eşlik etmesini özellikle tercih etmekteler. 
 
Bilgi: https://film.iksv.org/tr/kirkdorduncu-istanbul-film-festivali-2025/fisildayan-duvarlar
 
Redd solisti, kurucu üyesi, besteci Doğan Duru Milliyet Sanat’a anlattı: “Hem uyum, hem uyumsuzluğun neticeleri belgeselde uyumla ortaya çıktı”
 
 
Doğan Duru.
 
Filmin senaristi, yapımcı ve yönetmeni Sn. Eylem Kaftan ile işbirliği nasıl doğdu?
 
Daha önce başka bir proje için Eylem Hanım’ın kendisiyle zaten tanışırdık. Ama bu proje yazık ki o sırada gerçekleşmedi. Ardından ben çeşitli film müzikleri besteledim. (2024) İKSV Film Festivali’nden de ödül töreninde karşılaştık, o sene ikinci kez Altın Lale Film Müziği Ödülü almıştım. Tören sonrasında Eylem (Kaftan) bana bu belgeselden bahsettiğinde projesinin bitmesini bekledim ve sonra müziklerini yapmaya başladım.
 
Belgeselin odak noktası Sn. Burhan Doğançay’ın eserleri ve hayatına dair referanslarınız nasıldı?
 
Kendisinin daha önce 2008’de İstanbul Modern’de izlenen retrospektifini görmüştüm. Öte yandan bildiğiniz gibi ben aynı zamanda, Yıldız Teknik Üniversitesi’nden ‘Sanat Tasarımı’ alanında Yüksek Lisans mezunuyum. Sanata ilgim zaten bir tasarımcı olarak da her ne kadar bu yönde işler yapmasam da halen devam ediyor; ayrıca modern sanat ile uzun süredir yakın alakalı biri oldum. Evet, kariyerime müzikle devam etsem de yine de bu yöne ileride belki tekrar devam ederim.
 
Aslına bakarsanız bu belgeselde Burhan Doğançay’daki üst üste, çok katmanlı görsel yapıyı bestelediğim özgün müzikte de var etmeye çalıştım. Denebilir ki bazı ‘uyumsuz’ ritm ve melodileri bu tasarımda üst üste koydum. Doğançay’ın bazen kazıma, bindirme bazen gölgeleme yönüyle yaptığı eserler bu açıdan benim için ‘yol haritası’ olarak belirdi. Bu yönüyle özellikle gölge ve imajın ta kendisi, bunların da nesnenin kendisi arasındaki ilişki benim adıma çok dikkat çekiciydi. Bu yönüyle bestede ortaya çıkan, Doğançay eserlerinde sıkça gördüğüm şeyi; sesin kendisi ve gölgesine de delay efektleriyle sesin tekrarı olarak tasarladım.
 
 
Burhan Doğançay, “Beyaz Duvar”.
 
Sanat tarihine baktığımızda özellikle caz müziğinin bu türlü yaratıcı boşluklara müsait olduğunu biliyoruz. Belgesele ürettiğiniz bestenin oluşumu sırasında Doğançay’ın imajları ve notalarınız arasında da bu türden doğaçlama bir yaratıcılık mı yaşandı?
 
Tabii eğer o an sahnedeki herkesin önünde ‘yazılı partisyonlar’ yoksa bu üretimde elbette bir nevi doğaçlama var denebilir. İşte benim de gördüğüm ve hissettiğim kadarıyla Sn. Doğançay’ın kendisi de eserlerinde bir bakıma ‘nereye varacağını bilemeden’, bağımsız bir noktaya ulaşmış görünüyor. Bununla beraber bu belgesel özelinde şunu diyebilirim ki, bu çalışmada salt ‘contemporary’ / güncel müzik yapmadım. Zira kendisinin eserleri arasında zamansal yönde eski ve yeni arasında hep birbirinden yeni tanımlamalar mevcuttu. Bu bakımdan çalışmamızda elektronik ve akustik müziği bitiştirince, bir bakıma hem uyumsuzluğun, hem de uyumun neticeleri belgeselde ortaya çıktı. Zira özellikle vurgulamamız gerekiyor: Uyum ve uyumsuzluk görece kavramlardır. Bu elbette her kulağın duyamadığı bir şeydir ama finalde bir her kulağın duyabileceği bir uyum olması gerekebilir. Bu yönüyle çalışmamızda da her uyum ve uyumsuzluğun beraberliği sonuçta bir uyum ile sonuçlandı. Hem Doğançay eserleri hem de belgesele yansıdı.
 
Sanat tarihimizde, sanıyorum geç 1950’lerde Art Brut akımı ustası Fransız sanatçı Jean Dubuffet’nin, çağdaş Türk bestekâr İlhan Mimaroğlu ile sergi adına yurt dışında ürettiği işbirliğini bugün halen hatırlıyoruz. Bunun gibi öncü video sanatçımız Teoman Madra’nın da yakın geçmişte Harbiye Açıkhava Tiyatrosu ve başka alanlarda, çağdaş müzisyen ustası Sn. Okay Temiz ile özgün mekânlarda yaptığı ortak ve doğaçlama projeleri de, bu kapsamda anmamız gerekiyor. Bu örnekler üzerinden, Doğançay belgeseline özgün müzik tasarımı / beste deneyimi size neler sevk etti?
 
Ben burada da bir eleştiri hakkımı kullanayım. Görsel sanatlardan gelen veya bu konuda uzmanlaşmış küratörler günümüzde müziği sanat tasarımı katmanları içinde görmüyorlar. Ben bunu üniversitede okurken de hocalarımla sık sık tartıştım. Bu konuda aksini düşünmüyorum. Verdiğiniz referanslar çok değerli. Bunlar gibi projeler, ortak üretimler, karşımıza dünyanın belli başlı modern sanat müzelerinde de karşımıza sıklıkla çıkıyor. Tabii, müzik popüler bir unsur olduğu için biraz da tepeden bir bakışla haksız bir yere konumlanıyor. Müziğin bırakın sanat tasarımı içinde yok sayılmasını veya değersizleştirilmesini ben aksine çok değerli olduğunu aynı zamanda bir sanat tasarımcısı olarak savunuyorum. Bunu hem eleştiri hem de bir saptama olarak söylemek isterim. Sanat tasarımında müziğin yeri yok diyenler alenen yanılıyorlar. 
 
 
“Fısıldayan Duvarlar” filmi galasından...
 
Hatta Pink Floyd grubunun kendi görsel kimliğine gerek albüm gerek konserleriyle gösterdiği duyarlık derhal burada akla geliyor, ne dersiniz?
 
Pink Floyd da iyi bir örnek oldu. Onların birlikte çalıştığı sanatçı Storm Thorgerson da (1944-2013) çok kıymetlidir. Ben bugünkü kariyerimde Türkiye’deki görsel / çağdaş / güncel sanatçılarımızdan, Redd olarak bizimle veya benimle bir ortak üretim yapmak adına bir çabayı hep bekledim. Ama bize hiç böyle bir teklifle gelen olmadı. Müzik galiba Türkiye’de popüler kültüre daha yakın olduğu için avam bir öcü gibi görünüyor ama belki de yıllardır sanatsal sinemaya yaptığım gönüllü desteği de bu yüzden bu tarafa bir yakınlaşma olarak kabul edebiliriz. Sanatsal şeyler Türkiye’de hayli zor işlerdir.
 
Belki sanatçılar değil ama burada egolar sürekli devreye giriyor. Başka disiplinlerden gelen sanatçılarla yaptığımız müziği paylaşmanın hayalini kurduk, şimdiye kadar bu gerçekleşmedi. Umarım ki bu röportaj buna bir vesile olur. Bakın, Türkiye son 20 yılda birçok müzik eleştirmeni, dergi ve TV kanalını kaybetti. Bunlar çok vahim durumlar. Eleştirmenler desek onlar bile artık mecburen başka işler yapıyor! 
 
Yüksek sanat eğitimi ve üretken ilginiz üzerinden, görsel çalışmalarınızla ilgilenen bir kurum veya kişi de hiç olmadı mı?
 
Okulda projelerde ve bitirme projemde, kamusal alan ve internet üzerine video art ile uğraştım, başarılı bir sonuçla okuldan iyi dereceyle mezun olduğumu söyleyebilirim. Hatta Gezi sürecinden hemen bir yıl önce 13. İstanbul Bienali’ne katılmak istemiştim. Ancak o sırada bienal küratörü olan hocama bunu açtığımda sempatik karşılamadı. Konuyu ne yapacağımı bile sormadan reddetti. Mezun olurken aynı proje hocam bana “New York’a bir gittim, geldim, popçu olmuşsun!” dedi. İnanın bu bana o kadar kırıcı ve sığ gelmiştir ki uzun bir süre sergi bile gezmedim. Türkiye bana sadece sosyo politik olarak değil, güncel ve modern dünyayı temsil edenlerin de da muhafazakâr bir yapıda olduğu bir yer.