Daha az kötüler ve daha çok suçlular
11 Aralık 2022 - 12:12Sadece 2022’nin değil, sinemamızın en güçlü ve en olgun filmlerinden biriyle karşı karşıyayız. Emin Alper küçük bir kasabaya insanlığın bireysel ve yönetimsel tüm açmazlarını sığdırıyor.
MÜJDE IŞIL- Film izleme deneyimi yahut genel anlamda sanat eseriyle kurulan ilişki; insanın yaşadığı zamandan, boğuştuğu sorunlardan, uğradığı haksızlıklardan, sırtlandığı vicdan yükünden, unutamadığı hayal kırıklıklarından, velhasıl insanlığa dair ümidini yitirip yitirmemesinden ayrı düşünülemez. “Kurak Günler”in ulusal prömiyerini yaptığı Antalya Film Festivali’ndeki ilk gösteriminde AKM’deki salonda bu filmi izleme deneyimini yaşayanlar muhtemelen hayatları boyunca o ânı unutmayacak. Diken üstünde, hayretle, bazen umutla bazen dünya başına yıkılmışçasına iki saati aşkın zamanın nasıl geçtiğini kimse anlayamadı ama film bittiğinde, hayatla sanatın kusursuz şekilde kesiştiği bir başyapıt izlediği konusunda bir salon dolusu insan hemfikirdi.
Filmin daha başında tüyleri diken diken eden bir sahneye tanık oluyoruz. Havada mermi seslerinin uçuştuğu, kasabalının öldürdüğü yaban hayvanının sokaktaki kan izleri üzerinde arabasıyla ilerleyen Emre adlı genç savcıyı görüyoruz. Emre yaşına rağmen mesafeli, kendinden emin, tavizsiz, idealist bir imaj çiziyor kasabalıya da seyirciye de. Sinemamızda çoğunlukla mizaha konu olan oturak âleminin bir benzerini izliyoruz sonrasında da. Yanıklar kasabasının Belediye Başkanı ve onun yeni savcı tarafından suçlanan oğlu, Emre’yi sonradan oturak âlemine dönüşecek bir akşam yemeğine davet ediyor. Yemek, iki zıt kutbun kendini savunma güdüsüyle yer yer hayli mizahi muhabbetlere sahne oluyor. Ancak Emre’nin bilincini kaybetmesi ve akabinde işlenen bir suç, kasabadaki tüm dengeleri alt üst ediyor.
Suç zincirinin halkaları
Emin Alper’in sineması hem masal hem de kâbus arasında gidip gelir ama gerçeklik hissi de hep hissedilir. “Kurak Günler” yönetmenin alıştığımız bu sinema dilini yine yansıttığı ama daha katmanlı ve olgun bir yapıya büründürdüğü, bir nevi ustalık eseri. Hikâyenin sinir uçları; erkini korumak isteyen bir belediye başkanı, onun gücünü arkasına alarak her türlü hukuksuzluğu yapıp cezasız kalan oğlu, hukuksuzluğun sınırlarını bildiği hâlde düzenin değişmemesi için suya sabuna dokunmamayı tercih eden hakim, muhalif görünen ama kimseye güven vermeyen gazeteci, “neden” diye sormaktan kaçınıp manipüle edilmeye hazır kasaba ahalisinden oluşuyor. Hepsinin kesiştiği asıl merkez üssü ise Savcı Emre. Hayvan avlayıp sokakları kana bulayan, ötekileştirdiği insanlara zarar vermekten çekinmeyen, yanı başında su kaynağı varken susuzluk çekmesinin sebebini sorgulamayan ahalinin karşısında hikâyenin iyi karakteri, kahramanı gibi konumlanan savcı da kendini suçun göbeğinde buluyor. Yani biraz da “sizin gibi değilim” tavrının bir anda ters dönüşünü izliyoruz filmde. Emre’yi ahaliden ayıran özelliği ise suçun kendisine uzanacağı ihtimaline rağmen soruşturmaya devam etmesi. Yine de o westernlerdeki kahraman şeriflerden değil. Zaten yozlaşmanın, ötekileştirmenin, görmeyip susmanın kural olduğu bu kasabada kimse masum değil. Daha az kötü ve daha çok suçlu var sadece. Filmde mağdur olan genç kızın bile bir noktadan sonra zarar vericiye dönüşmesi de bu yüzden. Her yer kirlendiyse beyazın hükmü de kalmıyor. Emre soruşturma açarak ilk taşı atan günahsız gibi bir görev üstlense de sonuçta herkes suç zincirinin irili ufaklı halkasını oluşturuyor.
İyi yazılmış senaryo ve karakterler her zaman oyuncuların arkasına rüzgâr olur, kuvvetli eser. Oyuncuların Emin Alper filmlerindeki rolleriyle daha çok hatırlanması da bu yüzdendir. “Kurak Günler” de Selahattin Paşalı başta olmak üzere Erol Babaoğlu, Selin Yeninci ve Erdem Şenocak’ın performansları unutulmayacak türden. “Okul Tıraşı”nda harikalar yaratan Ekin Koç ise karakterinin güvenilmezliği ve üzerindeki şüphe bulutlarının etkisiyle daha öne çıkacakken o belirsizliğin kurbanı olup geri planda kalıyor biraz. Selahattin Paşalı’nın Savcı Emre’deki performansı şimdiden, sonraki sinema filmleriyle kıyaslanacak bir zirve noktası şüphesiz.
Filmin küçük bir kasabadan yola çıkarak politik evrende, yöneten-yönetilen ekseninde, taraflı gazetecilik-bağımsız habercilik bağlamında, ötekileştirip düşman yaratma-herkese eşit adalet sağlama tezadında seyirciyi sarsıp ama bir yandan da “daha katedecek yol bitmedi” cesareti vermesi çok kıymetli. Alper, Madımak katliamını yaratan zihniyetin bir tümör gibi büyümeye, yok etmeye hazır beklediğine dikkat çekerken obruk imgesini de kötülüğün kendine dönen silahı olarak kullanıyor. Doğanın isyanı olan obruk, ona ve kendine zarar veren insanlığın iyi tarafı için gerçeküstü bir kurtarıcıya dönüşüyor. Tüm bu zorlu yolculukta Stefan Will’in muhteşem müziği ise gerilimin ateşine tam anlamıyla benzin döküyor.
“Kurak Günler” distopik ama güncel, minimal ama evrensel… Çok yere bakıp odağını kaybetmiyor. Aslında o baktığı parçaların birleşip büyük kötülüğü nasıl yarattığını ve beslediğini gösteriyor. Ve “Nerede duruyorsun?” diye soruyor seyirciye… Obruğun hangi tarafında?