Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Diğer » “Bu coğrafya için film yapıyorum”

“Bu coğrafya için film yapıyorum”

“Bu coğrafya için film yapıyorum”03 Mayıs 2021 - 09:05
Berlin’den FIPRESCI Ödülü ile dönen filmi “Okul Tıraşı” bugün Güney Kore’deki Jeonju Uluslararası Film Festivali’nde gösterilecek Ferit Karahan, filmin uluslararası yolculuğunun kendisi için ikinci planda olduğunu söylüyor ve “Türkiye’de insanlar bu filmi görsün, kendimize merhem olsun, iyi gelsin, bir soru sorsun istiyorum” diyor.

Nil Kural

 

Ferit Karahan’ın Doğu Anadolu’da parasız yatılı bir okulda geçen filmi “Okul Tıraşı”, dünya prömiyerini Berlin Film Festivali’nin Panorama bölümünde yapıp FIPRESCI Ödülü aldıktan sonra festival yolculuğuna Hong Kong ve Moskova’da devam etti. Bugün ise Güney Kore’deki Jeonju Uluslararası Film Festivali’nde izleyiciyle buluşacak. Karahan, okulda kurduğu gergin atmosfer içinde hastalanan bir çocuğun ona yardım etmek için çırpınan arkadaşı Yusuf’u ve okulda gitgide genişleyen bir krizi merkeze alıyor. Başrollerini Ekin Koç, Mahir İpek, Cansu Fırıncı, Melih Selçuk ile birlikte çocuk oyuncu Samet Yıldız’ın üstlendiği filmi Ferit Karahan ile konuştuk.

 

“Okul Tıraşı”nın senaryosu 2009’dan bugüne nasıl geldi?

 

“Okul Tıraşı” benim ilk projemdi. Sinemaya 2004 yılında başladığımda aklımda yatılı okulla bir ilgili bir film yapmak vardı ama nasıl yapacağımı bilmiyordum. Bakanlıktan senaryo geliştirme desteği aldı ama yapım desteği alamayınca rafa kalktı. Sinema ortamlarında da değildim. Evinde oturan, kitap okuyup, sinemaya giden bir sinefildim; öyle yaşıyordum. 2009’daki girişim boşa çıkınca 2014’te eşim Gülistan (Acet) ile yeniden yatılı okulda geçen bir film yazmaya başladık. Yatılı okula ve öğretmenlere karşı içimden atamadığım bir nefret tüm versiyonlara sirayet ediyordu. 2015’te Kudüs’te Sam Spiegel adlı bir sinema okulunda bir film laboratuvarına kabul edildim, bir buçuk yıl gidip geldim. Orada çalıştım senaryoya. 2015’te Gülistan (Acet) tek başına bir senaryo yazdı; versiyonların en iyisiydi ama içime sinmedi tam. 2016’da bir gün mutfakta yemek yaparken korku kaynaklı bir yalanın nasıl bir direniş biçimi olduğunu konuşuyorduk. Böyle bir ortamda insanlar esnemek zorundalar, esnemeseler kırılırlar. Bazen kendilerine ait yöntemler bulurlar, yalan söylerler, dolandırıcılık yaparlar, mal kaçırırlar; yaşamanın bir yoludur bu. O yüzden bir direniş biçimidir. Bu fikre, filmdeki banyo meselesi eklendi ki filmin, orada başlayıp bitireceğimi biliyordum. Bunlar birleşince çektiğimiz senaryoyu yedi günde yazdım.

 

Banyo sahnesi sizin için neden önemliydi?

 

Banyo sahnesi, o dönemde yatılı okullarda okuyan tüm çocuklar için bir travmaydı. Çünkü 15 dakikada 3 kişi bir tasla yıkanmak zorundaydı. 30 sene geçmesine rağmen hala çok hızlı yıkanırım. Filmde işlediğimiz şekli, banyoda bir gece bir şey olur, bir ceza verilir ve olaylar gelişir gibi… Öyküyü çevreleyen yapıyı bunun üzerine kurmak iyi oldu.

 

Yalanın bir direniş biçimi olması filmin anahtarı mı oldu?

 

Evet. Ama bazen öyle bir şey olur ki, bu yalanlardan bir tanesi büyük bir faciaya neden olabilir. Bir de sade bir mağduriyet öyküsü anlatmak istemedim. Çocuk mağdur. Bitti. Bu böyle değil, çocuklar o kadar masum değiller. Onlar da yalan söylüyorlar, bu çift taraflı bir ilişki.

 

Film, gerçekten öğretmenlerden müdüre tüm karakterlerine adil davranmaya çalışıyor. Başta nefretin sirayet ettiği senaryodan bu dengeye nasıl geldiniz?

 

Bir nefretim vardı ama yeni yaratım sürecinden önce şunu fark ettim: Aslında öğretmenler de sistemin mağduru. Çocuk eve gitmek istiyorsa, onlar da eve gitmek istiyor. Gencecik çocuklar, 20-30 yaşlarında yeni öğretmen olmuşlar, belki Starbucks’ta zaman geçirmek istiyorlar ama o dağların arasına mahkum ediyoruz o çocukları ve ömürlerini çürütüyoruz. Bu yönden baktığımda gerçekten adil olmaya çalıştım. Sinemada da karakterlerin iyi ve kötü olarak kodlanmasını istemem, böyle filmleri izlemek de istemem zaten.

 

Yatılı okuldaki baskı atmosferinin çoğu insana tanıdık geleceğini düşünüyor musunuz?

 

Yatılı okulu tercih etmemin sebeplerinden biri orayı iyi bilmemdi. Öğretmenleri, öğrencileri, duvarları, ekmek çalmayı, “Öğrenci neden ekmek çalıyor? sorusunun cevabını. Bu, bir hastane, bir fabrika da olabilirdi, başka bir okul da… O dönem tahminen daha sertti ve herkes okulda buna benzer deneyimleri yaşamıştı. Şu anda da iş yerinde veya kendi evinde yaşıyor. Genel bir duyguya hitap etmese yapmazdım zaten.

 

Filmde hasta yatan çocuğun imgesi çok kuvvetli. Sizce izleyicinin empati noktası orası mı?

 

Doğal ve içe dokunur bir tarafı var. Çünkü film his olarak oraya denk geliyor. İmgesel olarak yatan toplumumuz gibi geliyor. O, yatıyor ve söz sahibi olanlar, konuşup konuşup bir şey yapmıyorlar. Herkes suçu birbirine atıyor. Ama bunu filme doğal bir şekilde dahil etmeye çalıştım. Eklektik, simgesel durmasın istedim. Filmin slogan temelli algılanmaması için çok uğraştım.

 

Filmin adı her zaman “Okul Tıraşı” mıydı?

 

Hep öyleydi. Bunun sebeplerinden biri yatılı okulda geçmesi ve tıraş meselesinin disiplini çağrıştırması. İkincisi tıraş meselesinin zayıf olanı elimine etmek gibi bir hissi var.

 

Filmin Berlin’den kazandığı ödül ve devam eden festival yolculuğuyla ilgili ne söylemek istersiniz?

 

Ben aslında bu coğrafyada yaşayan insanlar için film yapıyorum. Almanya için, Fransa için film yapmıyorum, yapmayacağım da. Bu, 1960 ve 1970’lerde Güney Amerika’daki edebiyat akımına benziyor biraz. O dönemde bir kitabın Fransızca basılması çok önemliydi. Borges’ler Saramago’lar Márquez’ler zaman içinde fark ettiler ki ne zaman kendi ülkelerindeki okuyucular okumaya başladı, dışardakiler de önemsedi. Benim için de bu böyle. Türkiye’de insanlar bu filmi görsün, kendimize merhem olsun, iyi gelsin, bir soru sorsun istedim. Filmi ailemden 15-20 kişiye gösterdim. İçlerinde doktor da var, okuma yazma bilmeyen de… Gözlemledim, heyecan içinde izlediler. Filmi onlar sevince emin oldum.

 

“400 çocuğu kontrol etmek çok zor”

Profesyonel oyuncuların yanında amatör çocuk oyuncularla çalışmak nasıldı?

 

“Cennetten Kovulmak”ta da çocuk oyumcum vardı. Gülistan (Acet), yapımcım Kanat (Doğramacı) şöyle düşünüyorlardı: Ferit zaten çocukları iyi oynatıyor, bunun üstesinden gelir. Öyle olmadı ama… 400 çocuk olunca gerçekten çok yoruldum. İlk haftada temel şeyleri öğretmeye başladım. Nasıl yürünür, nasıl konuşulur… Çocuklar, diziler ve süper kahraman filmlerinden çok etkileniyorlar. Bir çocuk vardı, Hobbit gibi yürüyordu. Bizim Samet (Yıldız), kendisini “Çukur”daki bir karakter gibi görüyordu. Bunları kırmak çok zor oldu. Yerine koyduğunuz kendileri, o da onlara enteresan gelmiyor. Dersime masa başında çalışan biriyim. Çekimden önce storyboard çiziyor ve yazıyorum. Filmin nereden çekeceğimi, nasıl performans alacağımı çalışmıştım. Onun çok faydası oldu; yoksa 400 çocuğu kontrol etmek çok zor.

 

“Belleğimde hep kar vardı”

Karlarla kaplı bir okulu mekân seçme nedeniniz neydi?

 

Karlar bir coğrafyanın gerçekliği. Aynı zamanda imgeyi düşünürken şu da söylenebilir: Karların beyazıyla örtünen bir karanlık var ortada. Diğer bir neden belleğimde hep kar olması… Muş doğumluyum, kökenim Ağrı’ya dayanıyor, Ağrı’da okudum. Bütün okul hayatım kar altında geçti. Karı öykünün dinamiği haline getirmeye çalıştım. Çok söylenen “doğanın bir karakter olması” garip geliyor. Doğa oradadır, biz ona direnmeyiz, insanoğlunun en büyük zaafı da bu: Doğayı dönüştürmek felaketlere neden olabiliyor. Kar filmlerde güzel duruyor ama çekimler çok zordu. Ben çok sabırlıyımdır ama kar beklemek gerçekten sabır istiyor. Ömrümden ömür gitti. Oyunculara dedim ki, arkadaşlar burada kalmanız gerekiyor çünkü size göre değil, kara göre program yapıyoruz.