Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Diğer » “Böyle gidiyor hayat”

“Böyle gidiyor hayat”

“Böyle gidiyor hayat”01 Şubat 2024 - 01:02
Yaşama veda eden Mario Levi Milliyet Sanat’ın 45.yıl sayısına konuk olmuştu. “Yanlış Tercihler Mahallesi” romanı üzerine Elif Tanrıyar’la yaptığı söyleşiyi değerli yazarın anısına yeniden yayınlıyoruz.

Mario Levi ile hakikatin peşinde

Mario Levi, yeni romanı “Yanlış Tercihler Mahallesi”nde sıradışı bir mahallede yaşayan sıradışı karakterlerin iç içe geçmiş öykülerini son derece çarpıcı bir biçimsel üslupla anlatıyor.

ELİF TANRIYAR

etanriyar@gmail.com

Mario Levi, yeni romanı “Yanlış Tercihler Mahallesi” ile bir anlamda yeni edebiyat sezonunun da açılışını yapmış oldu. Daha önce “İstanbul Bir Masaldı” demişti Levi. Bu romanında da artık gerilerde kalmış bambaşka bir İstanbul ve onun mahallelerinden birine konuk oluyoruz yine. Romanın kahramanlarının başlarına pek çok trajik olay gelse de, naifliklerini ve mahalle değerlerini yine de kaybetmiyorlar. Ayakta kalmayı ise birbirlerinin ortak sırları ve günahlarına dayanarak, bundan ortak bir kuvvet alarak durmakla başarıyorlar. Birbirlerinin hayatlarına dokundukça yeni ve ortak hikâyelerin doğmasına neden olan karakterleri dinledikçe ortaya çıkan mozaik ise her bakışta farklı renklerin ön plana çıktığı adeta organik bir surete bürünüyor. Tıpkı hayat gibi… Öte yandan tüm bu karakterleri sırası geldikçe dinleyen ve aralarında adeta görünmez bir iplikle bağlar kuran bir de anlatıcı karakter var. ‘Yaşlı hikâyeci’ olarak da adlandırabileceğimiz bu ana karakter, bir zamanlar yaşadığı mahallenin kahramanlarını dinledikçe, görünürde onların ama asıl olarak kendi geçmişinin hakikatinin peşine düşüyor. Levi ile yeni kitabını konuştuk...

Romanın anlatıcısı kendi kişisel tarihiyle yüzleşirken bizler de yakın dönem sosyal tarihimizle yüzleşiyoruz öte yandan… Toplumsal tarihimizle yüzleşmek asıl olarak kendi kişisel tarihimizle yüzleşerek mi başlamalı?

Kendi kişisel tarihimizle yüzleşerek başlamalı, evet. Hatta hep şunu savunmuşumdur: Bir devrimin gerçekleşmesi için insan önce kendi devrimini de gerçekleştirebilmeli. Fakat ikisinin birbirinden bir yerden sonra artık kopamayacağını, birbirini etkileyerek birbirinden güç alabileceğini düşünüyorum. Toplumsal tarihimizle yüzleşmek de bir anlamda bireysel tarihimizden geçiyor ama tersi de doğru. Çünkü bu bir duruş meselesi… Hepsi birbirini etkiliyor ve tetikliyor. Örneğin şimdi sizin de ifade ettiğiniz gibi, bu ülkenin en büyük sorunlarından biri, yaslarıyla yüzleşememesidir. Ama yaslarıyla yüzleşememek gibi bir durum oluşuyorsa da bu kendiliğinden oluşmuyor, bu ülkede yaşayan insanlardan oluşuyor. Mesela bugün kadın şiddetinden söz ediyoruz. Öncelikle hiçbir ‘ama’sı olmadan telin ediyorum bu durumu. Hiç kimsenin şüphesi olmasın. Dikkatinizi çekmek istediğim konu ne biliyor musunuz? Bu erkek bunu neden yapıyor? Bu erkek neden mesela hapse gireceğini bile bile bu kadını öldürüyor? Çünkü ona öğretilmiş bir şey var. Başka türlüsünü yapamayacağı için yapıyor, sorgulayamıyor, yüzleşemiyor. Gabriel Garcia Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” romanını hatırlayın. Herkes, Vicario kardeşlerden Santiago Nasar’ı öldürmesini bekler. O kapalı ortamda Vicario kardeşlerin seçeneği yoktur. Bu da öyle bir şey… Böyle insanların yaşadığı bir ülkede ne yüzleşmesini bekleyeceksiniz? Yüzleşme sadece Türkiye’nin sorunu değil, başka birçok ülkenin sorunu bu. Tırnak içinde medeni diyebileceğimiz birtakım ülkelerin bile… Sorunuza dönersek, evet kitaptaki kahramanın yapmaya çalıştığı da kesinlikle bu. Anlamaya çalışmak… Çünkü tarih yüzleşmeden anlaşılamaz. Her zaman en iyi sonuca varamayabiliriz, ama ‘en azından denedik’ diyebiliriz. Kahraman biraz da bunu yapıyor.

Bu roman için hayatının bir noktasında yanlış tercihler yapan ve hayatları boyunca da bu tercihin bedelini ödemeye çalışan insanların öyküsüdür, diyebilir miyiz?

Kesinlikle diyebiliriz. Çünkü şuna inanıyorum: Herkesin hayatında yaşadıklarının akışını değiştiren bir, iki belki de üç önemli hatası vardır. Bu insanların, sizin de söylediğiniz gibi, ortak tarafları işte bu hataları yapmış olmaları. Aslında bu onları bir anlamda bir arada da tutuyor. Çünkü paylaşılan bir durum var. Yine çok önemsediğim bir romandan örnek vereceğim. Dino Buzatti’nin “Tatar Çölü”nde ne olur? Herkes bir kalede yaşıyordur ve aslında hiçbir şey değişmez, gerçekleşmez. Herkes bir şey bekler. Sadece bekler. Orada neden bir arada yaşıyorlar? Çünkü tırnak içinde, suçlarını veya kabahatlerini veya kaçışlarını veya yan çizmelerini ne derseniz deyin, birbirlerine bulaştırıyorlar. Kaleyi ayakta tutan budur.

Biraz öncesine gidelim… Karakterler nasıl doğdu? Kaç senede geldiler, dolaştılar?

Kaç senede geldiler onu bilmiyorum. Sorunun bu son kısmı çok önemli, çünkü gerçekten bilmiyorum, çünkü bu karakterler uzun yıllar dolaştılar, olgunlaştılar, varlıklarını hissettirdiler. Ve “Beni yaz,” dediler bana. O yüzden o süreci bilmiyorum şimdi. Bir başka röportajda “Bu insanları tanıyor musunuz, hayatınızda yer aldılar mı?” diye soruldu. “Hayır,” dedim. Hakikaten öyle. Bu insanların hiçbiri hayatımdan geçmedi. Ama bir o kadar da onları tanıyorum, çünkü hepsi farklı farklı insanların bir araya gelmelerinden oluştular. Mesela hayatımda yakınlık kurduğum hiçbir bilardo ustası ‘abim’ olmadı. Ama Pertev Abi’yi bir görüntü ve bir insan olarak, ben tanıdım. Birçok insanın harmanı o aslında.

Karakterlere bakıldığında herkesin farklı bir masumiyeti var aslında, sırayla hikâyelerini dinlediğinizde herkesin kendine göre haklı olduğunu, önyargılarla yanlış kanılara varıldığını fark ediyorsunuz...

Evet, farklı bir masumiyeti var. İkinci anlatıcının durumu bu... Hakikatin çok yüzlü olduğunu ve daha başka bakış açılarının da olabileceğini göstermek… Bir de açıkçası ne var biliyor musunuz? Bu benim 13. kitabım. Özellikle “Bu Oyunda Gitmek Vardı” ile başlayan bir dönem var hayatımda. Bugüne kadar birçok anlatmak istediğimi anlattım, başka anlatmak istediklerim hâlâ var olsa da... Bir yere vardım, şimdi ise onu aşma çabası içindeyim. Yani vardığım yer artık bana yetmemeye başladı. Dolayısıyla anlatım arayışları biraz da ‘daha başka ne yapabilirim’i gösteriyor. Sürekli olarak bu soruyu soruyorum kendime. Ve belki bunun sonucunda da işte birbirleriyle çatışan bu iki yazarın romanı çıktı ortaya.

Bir yerde “İnsan ilişkileri bir cehennemdi. Cehennemin neresindeydim? Ya o kaybedilen cennet?” diyorsunuz. Bir başka yerde ise “Birileri farkına varsın veya varmasın, insan başkalarının da seslerini duyarak, duymaktan kaçmayarak, kendi sesini daha iyi bulmuyor mu?” Sizin tasavvufla da çok ilgilenen biri olduğunuzu bilerek soruyorum. İnsanlarla kurduğumuz ilişkiler sayesinde şekillendirdiğimiz ruhumuz bizi cehenneme de taşıyabilir, kaybolan cenneti bulmamızı da… Anahtar diğer kişilerle kurulan ilişkiler üzerinden kendi ruhumuzu eğitmekte… Bu mudur bu kitabın altından akan nehir?

Evet, kitabın altından akan nehir bu… Yani bu artık, kitabın soyulup soyulup en iç zarına gelmek aynı zamanda. Şu âna kadar konuştuklarımızdan daha önemli bir yere geliyoruz. Şu anda başka bir katmandayız ve bu artık, eğer yapılmaya değer görülürse, ilerde yapılacak derin okumalar burada anlam kazanabilir. Ben şuna inanıyorum: Hakikati arıyoruz. Hikâyecimiz de hakikati arıyor. Ama biz aslında bu ayna imgesinde hakikat yerine gerçekle kifayet ediyoruz. Hatta onu bulduğumuz an zaten o hakikati yok etmeliyiz. Bunu nasıl yapacağız peki? Yani evet, başka insanlardan gelen bir cehennem var anladık, biliyoruz. Tamam da bizim sorgulamaya ihtiyacımız var. En azından sorma cesaretini göstermeye... Sürekli olarak kendimizi yenileyerek… Ancak mutlak yalnızlık içinde yapılabilir bu. Ancak böyle anlayabiliriz. Bir de ne yapmalı? Elbette, dinlemeyi bilmeli… Başkalarının seslerine kayıtsız kalmamayı göze almalı…

Çocuklara gülen balonlar armağan edip, sonra da onları bırakmalarını söyleyen Muammer karakterinden alıntılarsak eğer, “Tüm hırslar ve savaşlar aslında boş birer balon mudur?”

Evet, çok güzel bir soru. Kesinlikle öyle. Ben bazen ne düşünüyorum biliyor musunuz? Bayağı şey gördüm hayatımda. Bir açıdan da şanslıydım çünkü anneannem örneğin çok kalabalık bir aileden geliyordu. Beşi kız, dördü erkek, dokuz kardeştiler, ayrıca kendi aileleri... Ve herhangi bir dönemde birbirleriyle mutlaka bir küslük durumu ve onun üzerine kurulan birtakım olaylar olurdu. Hayatları böyle geçiyordu bu insanların. Şimdi hepsi öldü, yani şu anda hiçbiri yoklar.

Balonlar uçtu...

Bitti yani, bitti. Bu yüzden hep şunu söylüyorum: Böyle gidiyor hayat. Mesela bir yerde Vahit Amca ne diyor? “Boş oğlum boş, her şey boş,” diyor. Şu anda belli bir yaşa geldik ama hayatla ilgili hâlâ umutlarımız var. “Sizin benim gibi insanlar, hayatı böyle kalbiyle yaşayan ve anlamaya çalışan insanlar, her zaman için kırılmaya ve örselenmeye açık insanlar olacağız,” diyorum. Ama doğamızı değiştiremeyiz. İyi ki de böyleyiz. Yani bırakalım gitsin balonlar!