Boşluklara sığınmış güleç hakikatler
28 Mayıs 2024 - 04:05Hasan Deniz, Milli Reasürans Sanat Galerisi’ndeki ikinci kişisel sergisiyle 14 Haziran’a dek ‘Hakiki Hikâyeler’ini paylaşıyor. Sanatçıya göre “Önce, bir fotoğrafın içinde bir fikir olması gerekiyor. Benden bir şeyin olması gerekiyor. O fotoğrafın bana karşı dürüst olması gerekiyor. Bir zaman ben bunu niye sergiledim, niye çektim, gösterdim dediğimde, bir yalan olmaması gerekiyor.”
EVRİM ALTUĞ
evrimaltug@gmail.com
Hasan Deniz’in “Hakiki Hikâyeler” sergisi, İstanbul Nişantaşı’ndaki Ulusal Mimarlık Ödülü sahibi, Şandor ve Sevinç Hadi imzalı Milli Reasürans T.A.Ş. Binası’nda hizmet veren Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde devam ediyor. 14 Haziran’a dek izlenen sergisiyle Deniz’in aynı galeride 10 yıl önce de “Alte Liebe” adlı bir sergi daha açmıştı.
2017’de açtığı Öktem & Aykut sergisi “Tranquil Garden - Rahat Bahçe” ile anımsadığımız, yine üç yıl önce aynı galeride izlediğimiz “Canavar Meselesi” sergisi ile öne çıkan Deniz, 1996’da çektiği “Cin isimli kısa filmiyle de Adana Uluslararası Film Festivali’nde En İyi Deneysel Kısa Film Ödülü kazanmıştı.
Çeyrek yüzyılı bulan kariyerinde çeşitli grup sergileri ve festivallere katılmış olan Hasan Deniz, “Hakiki Hikâyeler” sergisinde yine, kendi adına karakteristik biçimde çeşitli insanlar, zaman ve mekânları kesiştirme yolunu seçiyor. Deniz eserlerinde boşluğu bir üretken kaynak olarak yorumlayarak, izleyeni de bu boşlukta kendi anlam ve deneyimini tecrübe etmeye çağırıyor. Kompozisyonları, iktidar, inkâr veya hafızayı eleştirel yönde yaşama uğruna birer davetiyeye bürünüyor.
Erk: “Kişisel arkeolojik buluntular”
Sergiye dair yazdığı metinde, sanat eleştirmeni ve küratör, AİCA TR üyesi Sinan Eren Erk bizlere şunları kaydediyor: “Bu biçimiyle fotoğraflar, sanatçının ayrıntılarda gizlenen ve tam olarak asla açık edilemeyen, izleyici için imgeler ya da sembollerle değişken bir kişisel arkeolojinin muğlak buluntuları haline geliyor. Her ne kadar eserlerin ardındaki hikâye veya hikâye parçaları, sanatçı tarafından bilinse de, izleyici başı ve sonu net sınırlarla çizilmemiş, uçu özellikle açık bırakılarak tahminlere yer açan bu iz sürme durumundayken, o arkeolojiye yeni bir katman ekleme, belki de eserin içeriğindeki anlamı yeniden kurgulama ihtimaliyle karşı karşıya geliyor.”
Yine, galerinin yayımladığı itinalı bültenden cımbızlayacak olursak, “Aslında oldukça bilinçli bir seçkiyi açık bir zihinle oluşturulmuş bulanık bir ilişkisellik içinde izleyiciye sunan sergi, tüm bunları sahici bir tesadüfilik izlenimi içinde tutuyor. Fotoğraf, Hasan Deniz’in gerçeklik ve hakikat arasında kurduğu ilişkinin hem aracısı hem de işbirlikçisi.”
Organizasyon ve koordinasyonunda Ayşe Gür ile Esra Melike Çuluk’un imzası bulunan sergi üzerine Hasan Deniz ile söyleştik.
‘Hakiki Hikâyeler’, akla doğrudan ve yeniden fotoğraf makinesini getiriyor. Daha önceki bir sergide de söylemiştim, ısrarcıyım; hem objektif ve hem subjektif kalabilmek, bu cihazla mümkün. Vaktiyle analog makineleri de düşünürsek, insan tercihinin bu aygıtın ürettiklerinin sonuçlarına dair önemli etkileri bulunuyor. Tercihlerimiz üzerinden var olanlar ve yok olanları aynı anda geleceğe yetiştiriyor. Bu kapsamda serginin adı ile fotoğrafçılık arasındaki ilişkiyi siz nasıl kurmaktasınız?
Güzel bir yerden girdin. Bu serginin adının nereden geldiği ile devam edelim. Serginin ismi, aslında tesadüfen karşıma çıkmış bir kitaptan geliyor. Adadaki arkadaşların söylediği bir tarih kitabı olan “Kritovulos Tarihi”ni almak için İş Bankası Yayınları’na gittiğimde, karşıma Loukianos’un “Hakiki Hikâyeler”i de çıktı. Bu kitabı da almaya karar verdim.
Ben tesadüflere hayatta çok inanıyorum. Normal yaşayış olarak da, sanatta karşıma çıkanlar; sanatın başka bir şeyi düşündürmesi, beynimin içi de biraz böyle. Sürekli bir yerden, bir yere atlıyor. O tesadüf çok hoşuma gitti. Kitabın adı zaten çok hoşuma gitti. Bu kitabı da alayım dedim ve “Hakiki Hikâyeler” kitabını da aldım.
Akşam eve gittim; bu adam ikinci yüzyılda bir kitap yazıyor ama önsözünde şöyle bir şey diyor: “Bakın, günümüzde felsefe, tarih vb. çok ciddi kitaplar var. Bu ise, tamamıyla kendime yazdığım bir kitaptır. Hiçbir sorumluluk kabul etmiyorum. Beğenirseniz, beğenirsiniz. Beğenmezseniz, eyvallah…”
Ve o günden yedi yüzyıl önce filan, bunu seçkin entelektüel Helen kimselerin etkin Attika Helencesi ile yazıyor bu kitabı. Bu biraz şey gibi... bir bilim-kurgu kitabı yazıyorsun ve bunu yedi yüzyıl öncesinin Dîvan edebiyatı lisanı ile yazıyorsun. Bir de burada, yazılmış ilk bilim-kurgu metin gibi bir tuhaflık var ki, tüm bu meseleleri işin dışında tutuyorum.
Kendi kişisel arkeolojim gibi kurguladığım bu sergiyi kurgularken de, bu ismin melodisini çok sevdim, çok uygun olduğunu düşündüm. Tabii bir de fotoğraf, belirdiği günden beri gerçekliği oldukça sorgulanan bir şey. Sonuçta bu alet, birtakım teknik müdahaleler ile gerçeği epey değiştirebilen bir şey. Özellikle bu dijital vb. işlerden sonra, bambaşka bir fotoğraf, bir görsel tüketme hikâyesi, hayatımıza girdi.
İsimsiz, Hasan Deniz, 2015
Biraz da şunu yapmak istedim: Buradaki fotoğrafları 100 yıl önce de fotoğraf makinesi, mantığı ile çekseydik, bu sergideki fotoğrafların aynılarını o gün de üretebiliyor olacaktık. Kabaca, bir sergiden kesip, bir yere müdahale yok. En fazla yapabileceğimiz şey, bir fotoğrafın iki kere tekrarlanması. Ama aslında, düşüncesinde biraz deneysellik olan, kendi aralarında başka birtakım şeyler deneyen bir fotoğraf serisi. Teknik olarak, oldukça klasik fotoğrafın beceri sınırlarında kalan bir seri.
Sergide değişken ama aynı anda birbiriyle el ele bir panorama duygusu var. Sanki kendi kendine küratörlük yapma hali yaşamış gibi. Fotoğraflardan seçim yaparken hangi içgüdülerinize kulak verdiniz?
Bu fotoğraflarda vedalar var. Bunların arasında benim çok beslendiğim İmroz (Gökçeada) ile yakında yaşayacağım bir veda ya da başka insanların zorla göç etme durumunu yaşadıkları bir iki veda daha var. Bunlar, ister istemez kendi aralarında konuşuyorlar. Benim vedamda hissettiğim hüzün, yaşadığım duygu, başka birilerinin yaşadığı ile aynı şey değil; onların yaşadıkları, benim yaşadığım yanında karşılaştırılamayacak kadar büyük travmalar.
Benim yaşadığım ise, sadece hüzünlü olma hali. Hayatta yaşadıklarımız, dünyanın, çevremizde yaşadıklarına göre, benim yaşadığım hiç bir şey değil. Bu sadece, kişinin kendine yönelik duygusunun ağırlığı ile ilgili bir şey. Öbürü ise çok daha sert. Dolayısıyla burada ‘empati kurma önermesi’ gibi birtakım fotoğraflar var. Tabii, onlar da ister istemez kendi aralarında iletişim halindeler. Herkes birbiriyle konuşuyor.
Sergiye boyut kazandıran eleştirmen Sinan Eren Erk imzalı metin nasıl ortaya çıktı?
Sinan ile bir önceki sergim “Canavar Meselesi’ sayesinde, onun zamanında tanıştık. Ben edebiyat ve müzikten çok besleniyorum. “Canavar Meselesi” de, Jules Verne’in “Denizler Altında 20 Bin Fersah” kitabından geliyor.
O sergide, deniz ve deniz çevresinde gezinen, canavarımsı; eski, terkedilmiş bir askerî deniz materyalinin heykelsi hali ile terk edilmesi hali, etkinliğin merkezine oturmuştu. Deniz çevresinde de bütün bu hikâyeler öyle dönüyordu.
Ben de o ‘canavar’a bir isim bulmaya çalışırken, Jules Verne de o kitabında deniz canlısından, ya da romanın o ilk sayfalarında çok da bilinmeyen ve uluslararası deniz ticaretine dadanmış o şeyden bahsediyordu. O sırada bir gazete de “Canavar Meselesi “başlığını atıyor. Ben de onu çok sevmiştim.
Bunun, onunla şöyle bir bağlantısı da var: Jules Verne esasında, 50 sayfalık bu ‘Novella’sı ile, benim bu “Hakiki Hikâyeler” kitabını yazan Loukianos’dan müthiş şeyler almış bir adam. Bu çalışma Jules Verne’in bir sürü romanına ilham kaynağı olmuş. Ay’a gidiyorlar, “Star Wars” bile var bu kitabın içinde. Oradan denize iniyorlar. Bir deniz canlısı, bunları yutuyor. “Nautilus”daki o hayat gibi, içeride de bir hayat var. Bir sürü referanslar da var.
Sinan da benim bu görüşümü biliyor ve vaktiyle, “Canavar Meselesi” zamanı onunla bir de Podcast yapmıştık. Onun için ben de ona bu metni teklif ettim. Süreç öyle gelişti.
Fotoğraflarınızın, izleyicide sorumlu bıraktığı bir ‘izlenme hali’ meselesi olduğu görülüyor. Sözgelimi zaman, bu sergi için oldukça kıymetli bir malzeme. Bir uyarı olarak kendini belli ediyor. Günümüzde fotoğraf sergisi gezmek bile, açılan sergilerin niceliğine bakınca sanki giderek yok olan bir ritüel zaten. Sabır, empati gerektiren bir çalışma hali bu. Bu yoğunluğun altını da, bu ‘yeraltı’ ruhlu serginizde, mümkün mertebe kısık sesle bağıra bağıra çiziyorsunuz. Fotoğrafın ne zaman resimleştiği konusuna bu serginizle de bir kere daha kafa yoruyorsunuz. Çağrışımlara karşı fikriniz nedir?
Tabii bugün artık boyutları vb. arkamıza koyarsak, birtakım teknolojiler bize büyük boyutta fotoğraf basabilmeyi çok daha imkânlı hale getirebiliyorlar. Eskiden de vardı bu ama zor ve karmaşık bir işti. İyi, kötü, şimdi ise bu alana hizmet eder halde kocaman bir baskı aygıtı mevcut diyebiliriz. Arşivsel pigment baskı dediğimiz şeyi, artık istediğiniz kadar basabiliyorsunuz.
Tuhaf bir tüketim var. Bunun eski fotoğrafa bakmaktan, bugünkü tuhaf ve ciddi bir farkı, artık ‘başka boyutlarda görebiliyor’ olmak. Artık imgelerin de kendi aralarında, birtakım konuşma biçimleriyle karşılaştırmalı bir boyut seçimi olduğunu düşünüyorum. Büyük şeyler biraz daha çekici olabiliyor ve aslında o fotoğrafı, meselâ bir kitabın kapağındaki fotoğrafı diyelim - belli bir boyda bastığınızda bir şey oluyor. Ama ben artık onu kocaman boyutlarda basmaya başladığımda, o fotoğraf da insanda epeyce bir ‘pentür / resim’ hissi üretiyor.
İsimsiz, Hasan Deniz, 2016
Yani, ‘Küçük bir pentür-resim büyük müdür? Ya da ‘Küçük bir pentür-resim, büyük değil midir?’ gibi bayağı tuhaf birtakım şeyler var.
Neticede, o fotoğrafın belli bölümlerini kesip bir (Mark) Rothko resmi gibi, ‘fotoğrafı bölerek, parçalarsan’ da elbette bakabilirsin! Aynı şekilde onu, yanındaki ile ‘konuşur’ vaziyette bulabilirsin. İkisi de kocaman basılan, ikisinin de üzerinde minimum detay sahibi fotoğraflar bunlar.
Hatta diyebiliriz ki, birinde üç renk, diğerinde iki renk var. Kocamanlar. Hiç bir hareket yok. Bunlar bize bildiğimiz klasik fotoğrafın dışında başka bir yere bakmayı öneriyorlar.
Deniz: “Başka bir şeye bakıyorsun”
Tabii burada şu da bir soru; bu (sergideki iki) büyük fotoğrafların çekici olduklarını da kabul ediyorum. Fakat bunun başka bir önermesi var. Başka bir şeye bakıyorsun. Orada bir fotoğraf daha var ki kendi olduğunun yaklaşık üç katı boyutunda basılan, bir pencere sinekliği - ağının gerçek boyutu. Arkasındaki buzlu cam olduğu için hatta iki cam arasında ip mi var türünden numarası da olabilecek, bambaşka bir şey. Elbette bununla birlikte fotoğrafta boyut algısı da çok yaratıcı bir şey. Telefondan baktığında örneğin, 20 x 30 cm. bir fotoğrafı da, 10 x 150 cm.’lik bir fotoğrafı da ‘aynı boyutta’ görüyorsun. 100 x 250 cm.’lik bir ‘triptik’i de aynı boyda görüyorsun. Boyutla ilgili o algı oluşmadığı zaman, hepsini de bir sergi, kendi içinde bir seri ve birtakım işlerde aslında tek resme, surete dönüştüğünü düşündüğümüz bu vaziyette gerçeğini görmenin tabii ki bir kıymeti, önemi var. Elbette kitap da kalıcı bir şey. Ama, her zaman gerçeğini görmek, çok başka bir deneyim.
Etnografik, biyografik, dokümanter olmak gibi ‘klişe’ kaygılar, sizi ‘kartvizit’ üretimden de mümkün mertebe uzak kılıyor. Bu mesafeli üretim biçiminiz, izleyenin aklına hep bir ‘ressamlık’ hali getiriyor. Kompozisyonlarınızda hem bir doğaçlama ve hem de bunun yarattığı özgür olma hali var; ama bununla beraber gelen bir nevî mükemmeliyet kaygısı da yok değil. Gerek zihinde, gerek ışıkta, gerek geometride kusursuzlar. Adeta her kadraj kendi içinde bir tür meditasyon üretiyor. Zihindeki imaj ve kurgunun ortak bir arayış hali söz konusu. Bu ‘koalisyon’ nasıl oluşuyor? Bir imaj aynı anda nasıl bu kadar ‘mükemmel’ ve ‘bağımsız’ olmaya çabalıyor?
Bunu ben 10 sene önceki ilk sergimde fark ettim. Bir şeyler çekiyorum. Yani, benim ‘birşeylere bakma’ şeklim var. Çekiyorum, biriktiriyorum, arada bakıyorum, duruyorum, dönüyorum, hani, bir dünyada geziniyorum. Aslında tüm bu fotoğrafları hep hatırlamak için çekiyorum. O fotoğraflardaki ‘oyun’ları çok seviyorum.
Fakat şöyle bir şey fark ettim: Kesinlikle fena oturmuş huylarım var. Meselâ bugüne kadar ben ‘perspektifi kötü’ olan bir şey çekememişim. Ciddi bir şekilde böyle bir sorun var. Yani ben başka bir yerden hiç bir şekilde bakamamışım. Hep, kendimce doğru perspektifi çekmişim. Kendimce hep ilgi çekecek olan, ‘doğru olan’ o konuları çekmişim. Onun dışında da bir fotoğraf yok. Korkunç kısıtlayıcı ve teknik açıdan inanılmaz ‘at gözlüğü’nden baktığımı fark ettim.
İsimsiz, Hasan Deniz, 2014
Bunu daha sonradan kırmaya, dediğin gibi biraz daha rahat olmaya çalıştım. Ne kadar kırabildim, bilemiyorum ama önce bir fotoğrafın içinde bir fikir olması gerekiyor. Benden bir şeyin olması gerekiyor. Hepsinden daha önemlisi, o fotoğrafın bana karşı dürüst olması gerekiyor. Bir zaman ben bunu niye sergiledim, niye çektim, gösterdim dediğimde bir yalan olmaması gerekiyor.
Bir yandan da tabii, estetik olan bir şeyler benim de ilgimi çekiyor. Bu bizim yumuşak karnımız ve ben de insan olduğum için estetik bir şeyleri seviyorum.
Meselâ fotoğrafta boşlukları çok seviyorum. Hani, Japonların ‘Ma’ hikâyesi. Çünkü hayatta her şeyi bir boşluk varsa görürsünüz. Müzikte, sessizlik varsa o müziği duyarsınız. Seste boşluk ve sessizlik yoksa aslında sesin de bir anlamı yoktur.
Aynı şekilde, fotoğrafta da bir boşluk yoksa ona baktığınız yerde bir boşluk yoksa gibi, ilişkilerde de buna, o boşlukların var olması gerektiğine inanıyorum ben.
Sözgelimi sizin kimi çalışmalarınızda ABD’li bilim-kurgu yazarı Philip K.Dick’i, özellikle de “Bıçak Sırtı” filmine ilham veren distopik polisiyedeki derdi hep kesiştirdiğim olmuştur. Karşımızda hafızası olan imajlar vardır; ama bunlar bizim hafızamız da değildirler. Bununla beraber aynı imajlar bize o özgürlüğü verirler. Biz de o imajlardan içeri gireriz ve sizin bu yaptığınız esasen hem özverili, hem de çekici bir tutumdur.
Buna sevindim; çünkü bu serinin neredeyse tamamında ‘acaba çok mu kişisel oldu’ dediğim de oldu. Bu serinin, bugüne kadar en çok kendim için yaptığım seri ve sergi olduğunu belirtmem gerekiyor. Senin veya bir başkasının da bunun içine girebiliyor olması, benim için çok büyük bir hediye.
Çünkü bazı işler, izleyiciyi içine almazlar ve bu sizden kaynaklı da değildir. Adeta sanatçının kafasının içindeki dünyanın bir tür dokunulmazlığı vardır. Bu, çok sayıda sanatçının ister istemez yaşadığı ya da yaşattığı bir şeydir. Orası onun dünyası, onun imaj alanıdır. İzleyici bir şekilde oraya adım atmak ister ama çekinir. Utanır. Sakınır. Sizin fotoğraflarınızda ise tersi bir ‘emanet’ hali söz konusu.
Ama emanetçiyiz zaten. Biraz ‘bekçilik’ hali var. Serginin epey ağır toplarından biri emanet: Sergide, diğerlerinden daha da değişik olan iki tane iş olduğunu söyleyebilirim. Biri bir video. O videonun bir ismi var. Yine sergide, sadece bizim oto-portremizin bir ismi var.
"İmroz Gotik", Hasan Deniz, 2023
Video ise gitmek ile kalmak arasında bir yerde. Evet bir video ama, video gibi de değil. Bir fotoğraf gibi de algılanıyor. Bu fotoğrafın niye bir ‘ekran’da gösterildiği de sorgulanabiliyor. Bu, bir video aslında ve çok, çok ağır hareket ediyor. İşte o, senin az önce dediğin gibi bir ‘emanet’ aslında: Çok sevgili arkadaşım Ali Arif Ersen’in bana 20 küsür sene önce hediye ettiği bir teneke oyuncak bu. Çok, çok hafif hareket ediyor. Ali’nin o emaneti ile ben iki ayrı zamanda çektiğim iki fotoğraftan bir deniz ve bir gökyüzü yarattım. Bunu ufka oturttum. Kendince bir yere gitmeye çalışıyor. Ama aslında hiç bir yere gidemiyor. E, emanet de biraz öyle bir şeydir ya zaten. Size bir yere gidecek diye verilir. O mal sizde ve hafızanızda mevcut olduğu sürece vardır. Aslında sizden sonrası da meçhuldür. Biraz da artık size aittir o emanet.
Onu imha da edemezsiniz. Aranızda bir saygı ilişkisi mevcuttur artık.
Aynı şekilde, yine bir emanet diyebileceğimiz şey, aslında bir çöpe atılmış bir piyano iskeleti ki, onu da bana Ali hediye etti. Bir gün aradı, geleyim mi deyince gel, buyur abi dedim. Bunu çöpten bulmuş. O en, en acayip haliyle, kendi zaten paramparça olan bir şey, ben de parçalanmasına biraz müdahale ediyorum. Bunu parçalara bölerek, ondan üç ayrı fotoğraf çekip, tek bir suret çalışıyorum. Şimdi o, serginin merkezinde bir adacık gibi, apayrı bir yerde duruyor. Anlatılması da biraz tuhaf. Tamamen kontrollü ışık kurularak çekilmiş. Bir sürü özelliği ile bambaşka bir yerde duruyor. Ve bu aslında sana şunu da sorduruyor: Aslında hayatta bizim değer verdiğimiz, paha biçip tuttuğumuz, torundan anneanneye geçen bir ‘taş’ o yani. Orada, ‘Aslında nedir ki?’ gibi de bir durum var yani. Neye çok kıymet veriyoruz? Neyi saklıyoruz? İnsanlık için gerçekten ne çok kıymetli? Bunun gibi bir şey.
Sergi gezerken maruz kaldığımız şeyler arasında ‘Kişinin gördüğünü yakalamakla sorumlu muyuz?’ konusu da öne çıkar. Bazen sanatçı, izleyene (sessizce) “Kardeşim hayır, benim burada ne ürettiğim, ne koşullarda ürettiğim, neyi tasvir ettiğim artık benden çıkmıştır, sen buradan istediğin yere gidebilirsin,” der. Ama bazı sanatçı da izleyicisine, “Orada bir bulmaca (ve yanıt) mevcut, bunu bulmakla yükümlüsün,” diyebilir. Bu tür halleri, sıçramaları tecrübe ettiğiniz oluyor mu?
Buna vazifelendirme demeyelim ama bazı fotoğrafların hikâyesini duyunca onlar için daha kıymetli olabiliyor. Yoksa ben bir şey öğrettikten sonra, izleyicimin de ortaokul öğretmeni filan değilim. Bunu anlamazsa eksik olur vb. fikirde değilim. Biraz daha rahat olunması gerektiğini düşünüyorum. Resimde, müzikte, fotoğrafta bu böyledir vb. demek, benim çok tedirgin olduğum şeylerdir. Buradaki bazı fotoğrafların hikâyelerinin insanların içlerine daha iyi geleceğini düşünürüm elbette. Ama yoksa bu böyle bilinirse bir anlamı vardır, böyle bakılırsa tüketilir demek de bana uzak geliyor. Serbest olunması gerektiğini düşünüyorum.
Bununla birlikte melankoli de sizin sanatınıza yaratıcı bir enstrüman olarak yansıyor.
Eh, o bana da çok iyi gelen bir şey. Hüzünlü de şeylerden beslendiğimi, genelinde bana çok iyi geldiğini, kıymetli olduğunu düşünüyorum. Daha karanlık işlerden, daha sakin dünyalardan. Çünkü hayat, öyle bir şey. Neşeli olduğu gibi, hüzünlerle, acılarla da bir hayat yaşıyoruz. Tamamen neşeli, harika, ideal bir hayat da eksik bir hayat bana göre.
İsimsiz, Hasan Deniz, 2023
Olabilecek en ‘görülmemiş’ ve yabanî şeyi görüntülemek uğruna her türlü kılığa, kamuflaja maruz kalan, yaş ortalaması yüksek, sabırlı ve yüksek teknolojik makinelerle baştanbaşa yüklü ‘doğa fotoğrafçılığı’ grupları vardır, bilirsiniz. Sizde ise bunun tam karşısında duran çok başka, manevî kaideler karşımızda duruyor. Bu benim aklıma 1989 tarihli ütopya filmi Field of Dreams’ı (Düşler Tarlası) getiriyor. Filmin başkahramanı, bir mısır tarlasından atalarına vefa uğruna beyzbol sahası yapmak adına hayalet oyuncularla temas kurar. İşte bunun gibi sizin kadrajlarınızda da izleyici bir süre sonra hayat ve ötesi ile ilgili kendi oyun alanını kurabiliyor. Bu gerçekten iyi gelen bir şey. Zaten bu yüzden boşluğun altını çiziyorsunuz.
Tabii ki, bu yüzden durmak da çok önemli hayatta. Bir şeyi yaşamak önemli; bir şeye yetişmek değil yoksa. Hani hayat epey bir süredir öyle yaşanıyor ya; konsere yetişiyorsun, başka bir şeye yetişiyorsun. Öyle değil. Durarak, hakkını vererek. Oraya, bir konsere gidiyorsan, duracak, nefes alacaksın. Hissedeceksin orayı.
Ben çok fotoğraf çeken biri değilim. Çekeceğim zaman da o sükûnet içinde kendi başıma, baş başa kalmayı daha çok seviyorum. Biriyle birlikte fotoğraf çekmek ise bana hiç bir zaman iyi gelmedi. Durmayı sevdiğimi de şöyle fark ettim: Çok gençken birtakım konserlerde fotoğraflar çekiyordum. Fotoğraf çekmenin bir kötü yanı da, yaşanması kıymetli birçok anı yaşayamama durumu. Fotoğraf çekimi insanı bambaşka bir kimliğe büründürüyor. Fotoğraf çekerken o anı kaçırıyorsunuz. Ben de bunu becerdim. ‘Bu anı yaşamak, fotoğraf çekmekten çok çok daha kıymetli,’ deyip, o anlarda çekmiyorum.
Günümüz sanatçıları fotoğrafı bambaşka bir sıçrama taşı olarak da kullanabiliyor. Edebiyat ile fotoğraf çok güzel bir flört yaşayabiliyor. Aklıma melez üretimler geliyor. Fotoğrafa çok güzel ‘kaçarak geri gelebilen’ bir Sophie Calle geliyor örneğin aklıma. Ya da metnini imgeye püskürterek bambaşka akışlar üretenler oluyor. Yoko Ono veya Joseph Kosuth, daha niceleri gibi. Siz, metinle ne kadar ilgilisiniz?
Açık söyleyeyim; ben yazabilseydim, fotoğraf çekmezdim. İkisi birbiriyle çok iyi olabileceği gibi, birbirini yok edebilecek olağanüstü riske sahip bir durum da sunuyor. Bu benim ancak çok büyük cesaret gösterirsem deneyebileceğim bir şey. Bazı çok iyi örnekleri olduğu kadar, ‘sası’ örnekleri de var. Sen de biliyorsun. Gerçekten yazabilseydim, yazdığıma inansaydım, fotoğraf çekmeyebilirdim.
İsimsiz, Hasan Deniz, 2018
Parklar kentler için genelde ‘yalnızlık vahaları’ olarak çalışır. New York Central Park, İstanbul Gülhane, Paris Lüksemburg, Londra Hyde, Berlin Mauerpark, Viyana Volksgarten gibi. Sizin fotoğraflarınızda da kişinin parkta teneffüs ettiği o yabani, lakin sınırlı özgürlük hali seçiliyor. Bu kompozisyonlar kişiyi mutluyken olduğu gibi, mutsuzken de kabul edebiliyor. Her seferinde başka şeyler vadedebilen bu kadrajlar, taşıyıcılıklarıyla izleyicide neler, sizde neler uyandırıyor ?
Bu güzel sözleriniz için size özellikle çok teşekkür ederim. Ne diyeceğim bilemedim. Benim fotoğraflarımı genellikle esprili buluyorlar. İzleyici bazen bu karelerde tanıdık bir şeyi de görebiliyor.
Örneğin ben bir film seyretmiştim. Uzaya gidilen bir film diye, bana bunu önerdiler. Orada bir sahne var. Dünyadan uzaya yollanan imajlarla ilgili bir bölümde, art arda birer saniye ile dünyanın farklı yerlerinden fotoğraflar görülüyor. Japonya’dan market fotoğrafı, Portekiz’den domuz kulağı kemiren bir abi, Türkiye’den kebapçı vb. gibi, kendi içinde hiçbir bağı olmayan bir sürü imaj tık tık tık diyerek, belki bir saniyenin de altında hızla geçiyor. Orada onlar hızla geçerken, Paris Pere Lachaise’den bir mezar fotoğrafı da geçti. Ama Jim Morrison, Yılmaz Güney vb. değil. Ve ben o fotoğrafın aynısını çekmişim. Tabii onu görünce acayip heyecanlanıyorsun. Film bitince ilgili sahneyi dondurdum ve Gülcem’e çağrıda bulunarak, vaktiyle analog ile çektiğim o fotoğrafı gösterdim. Aynı açıdan, aynı mezar taşını çekmiştim. Tabii böyle bir şey görünce, senin de dediğin gibi insan acayip heyecanlanıyor. Böyle hızla geçerken, arada benim o yatan sakallı abiyi gördüm!
Çalışmalarınızla baş başa kaldığınızda flört ettiğinizi hissettiren belli bir sanat tarihsel akım mevcut mu? Minimalizm, Op-Art, dAdA gibi?
‘Absürd’ü çok sevmekle birlikte, öyle çok absürd şeyleri de sergilemiyorum açıkçası. Başka bir yerden bakmakla ilişkilendirilerek illa söylenecek olursa, belki biraz ‘gerçeküstü’ne yakın olduğunu iddia edebiliriz.
İsimsiz, Hasan Deniz, 2016
Gözünüzü nasıl dinlendiriyorsunuz ?
Bakmayarak. Ben, çektiğim fotoğraflara çok sonra bakarım. Çektikten sonra, kamera üzerinden de bakmam ve çektiğim şeye, dijitalde daha sonra bakarım. Ben analog fotoğraf çekmeyi de, banyo için beklemeyi de çok severim. Orada daha kendime doğru bir kafa var. Bir ‘ev albümü’ kafası bu. Onları banyoya verdiğimde, onun bir heyecanı vardır. Onu duyuyorum meselâ. Onlar gelince hemen WeTransfer’dan indirip bakıyorum. Ama dijital çektiğim, çok merak ettiğim bir şey yoksa dönüp de bakmam.
Tabii bu sergi için kurgudaki eksik birtakım yerler vardı. Onun için özellikle bu sergi adına geri dönüp birtakım çekimler yaptım. Meselâ o portreler, geçmişimdeki Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık dönemime gönderme bir seridir. Orada hayalî olarak, bir şarkıyı bana tüm danışmış kişilere dinletiyorum. Aynı ışık koşulunda, rengi açık tişörtlerle, olabildiğince dikkat çekmeyecek bir görüntüde, şarkıya dair iki dakika 16 saniye boyunca görüntülerini çekiyorum. Oradaki hareketten, azından, çoğundan, bulanıklıklardan bir ‘durum analizi raporu’ çıkarıyorum.
Bütün bu görüşmelerin hikâyesi de, tüm bu suretlerin bir araya getirdiği tek bir suret çıkarıyor. Bu aslında benim suretim gibi. Burada benim bir hedefim ve istemesem de onun bir mantığı var. Onlara da bu gözle baktım. Bir tane çektim baktım, tamam, olmuş dedim. Sonra bir tane daha çekeyim dedim. Oradakilerden azami üç fotoğraf çektim. Yoksa normal hayatta öyle özel bir durum olmadı.
Örneğin piyanoda, o üçlemede, o fotoğrafın kafamda teknik, teknolojik olarak oturması gereken bir yapı var. Onu çekerken dönüp, sistemde oturtabilir miyim diye bakıyordum. O çalışmada bakacak olursan, yine arada sessizlik de vardır. Birbirlerine değmeksizin de asılıyorlar. Ama onun asıl duygusu, tamamen çöpe atılmış bir şeyi bekletip, ona emaneten bekçilik ederek, en iyi şekilde koruyarak, senin en kıymetli dediğin, paha biçemediğin, ‘gerçekten ne kadar kıymetli ki’ gibi, oradaki ‘şey’lerin gerçek değerleri nedir ki gibi bir sorudur.
Özellikle siluet-portreler serisini izlerken aklıma Britanyalı dışavurumcu ressam Francis Bacon da gelmedi değil…
Evet, Bacon’a benziyor. O biraz (Gerhard) Richter’a da benziyor. İkisini de andırıyor.
Siz biraz da zamanı kullanıyor ve ışığın yazısı yerine, onun resmini yapmaya yöneliyorsunuz… Hani üstat Enis Batur’a özenerek sayıklayalım, ‘ışığı zamana batırıyorsunuz’... Bunu yaparken de lokomotif gibi üretmek yerine, bile isteye raydan çıkıyorsunuz.
Biraz öyle, çünkü o iki dakika, 16 saniyelik çekim çok da alışılmış bir şey değil. Hani laf aramızda, fotoğrafta sunum modası filan var; evet güzel bir sürü sergiye gidiyoruz. İyiler. Çok hoşumuza gidiyor. Ama konu, hep aynı. O beni çok sıkıyor. Bütün seri hep aynı. Başka bir bakış açısı ile başka bir hikâye görememek beni çok sıkıyor. Kent / Urban, Geri Dönüşüm, Minimal vb. moda oluyor. Bakıyorsun, hep bir tanıdık imza gibi aynı işler sürekli üretiliyor. Zaten her şey o kadar iyi basılıyor ve çekici hale getiriliyor, aynı zamanda da o kadar çok fotoğraf çekiliyor ki, bir süre sonra sen o sergiye niye gidesin ki gibisinden bir durum oluşuyor. Sen, bu telefona aktığın ölçüde fotoğraf tüketiyorsun. Bir günde o telefonda gördüğün imajın tamamını, gerçek resim olarak günlük yaşamında görüyor musun? Böyle bir tuhaf hali de var.
Bilgi: https://hasandeniz.me/
Kaynak: https://millireasuranssanatgalerisi.com//tr/exhibitions/past/hakiki-hikayeler