Bir hocanın gözüyle, “Göz Alabildiğine İstanbul” mesajları
20 Eylül 2024 - 02:09İstiklal Caddesi’nde yer alan Meşher’de yüz binlerce yerli ve yabancı ziyaretçiye kapısını açan “Göz Alabildiğine İstanbul: Beş Asırdan Manzaralar” sergisine akademik birikimiyle katkıda bulunanlardan biri olan ödüllü mimarlık tarihçisi Prof. Dr. Zeynep Çelik serginin izlerini Milliyet Sanat ile paylaştı.
EVRİM ALTUĞ
evrimaltug@gmail.com
Açıldığı 20 Eylül 2023 tarihinden bugüne dek, İstiklal Caddesi’nde yer alan Meşher’de yüz binlerce yerli ve yabancı ziyaretçiye kapısını açan “Göz Alabildiğine İstanbul: Beş Asırdan Manzaralar” sergisi, hatırasını arşivsel değerdeki ikinci baskı kitabına 29 Eylül’de bırakmak üzere geri sayımda.
Küratörlüğünü Şeyda Çetin ve Ebru Esra Satıcı’nın üstlendikleri sergi, Ömer Koç Koleksiyonu’nda yer alan çeşitli nadide eserlerden oluşurken, İstanbul’un Osmanlı payitahtı olduğu, 15. yüzyıldan 20. yüzyılın ilk çeyreğine uzanan bir zaman dilimini kapsıyor.
Sergide, ‘geniş açılı’ İstanbul manzaralarını gösteren tablolardan gravürlere, nadir kitaplardan albümlere, panoramik fotoğraflardan Yadigâr-ı İstanbul objelerine 100’ün üzerinde eser izleniyor.
Etkinliğe gerek sergide gerekse katalog hazırlığında akademik birikimiyle katkıda bulunanlardan biri olan, ödüllü mimarlık tarihçisi Prof. Dr. Zeynep Çelik ise bu özel kente özel serginin izlerini, son günleri yaklaşırken Milliyet Sanat ile paylaşıyor.
Sorularımıza akademik yaşamına devam ettiği New York’tan yanıt veren Prof. Dr. Çelik, serginin içerdiği doğrular kadar soru işaretleriyle de belgeselleştiğine değiniyor. Zeynep Hoca özel söyleşide İstanbul’un geleceği ve mimari, sosyal ve kültürel kimliğine yönelik soru ve ünlem işaretlerini de dile getirmeyi aksatmıyor.
Prof. Dr. Zeynep Çelik
Meşher’deki “Göz Alabildiğine İstanbul” sergisine bakınca, izleyicinin ilk aklına gelen, bir yıl boyunca devam ediyor bile olsa bu serginin yine uzatılması, gezici hale getirilmesi veya kalıcı yapılabilmesi yönünde oluyor. Sizin, bu sergi deneyiminden çıkardığınız ileriye dönük anlamlar oldu mu? Gerek yazılı gerek görsel manâda serginin sizdeki etkisi nedir?
Öncelikle belirteyim, benim sergiye küçük bir katkım var. Sergiyi küratörler (Ebru Esra Satıcı ile Şeyda Çetin) hazırladı. Beni davet ettikleri zaman çok memnun oldum. (...) Ömer Koç’un muazzam bir koleksiyonu var. Bütün eserlerin tek bir koleksiyondan geliyor olması çok ilgi çekti. Serginin özelliğinin ve seçimleri etkileyen esas faktörlerin birinin koleksiyonun içeriğine bağlı olması. Koleksiyonun küçük bir parçasını, bir temaya odaklanarak gösterdik.
Serginin önemini çeşitli açılardan değerlendirebiliriz. İstanbul çok efsanevî, fotojenik bir şehir. Her gelende aynı intibaı bırakmıyor ama genellikle belli yerlerine ısrarlı bir bakış açısı var. Sergi bunu çok güzel gösteriyor. Panoramalarda temsil edilen manzaralar şehir imajına dönük.
“Beyazıt’tan İstanbul’un Panoramik Görünümü”, Girolamo Gianni, 1868
Tabii serginin sorunları da var: Gösterdiğimiz eserler Batılılar tarafından yapılmış. Günümüze kadar gelseydik, Türkiyeli ressam ve fotoğrafçılarının çok güzel tasvirlerini de katabilirdik; fakat zaten geniş olan konuyu daha da genişletmek istemedik. Doğrusu, bakış açısının hep Batı’dan olması beni biraz rahatsız etti. Bu yüzden Meşher ekibiyle birlikte, hiç olmazsa Türkçe edebiyattan İstanbul tasvirlerinin nasıl yapıldığına dair küçücük bir pencere açalım dedik.
Evet, Yahya Kemal Beyatlı, Tevfik Fikret, Suad Derviş, Nâzım Hikmet gibi örnekler sergide bize refakat ediyor…
Bu türden daha çok örnek var tabii… Biraz rastgele, biraz bilinen şeyler; yine de iyi oldu. En azından, serginin görsel malzemesi, edebiyat alıntıları ile tamamlandı, dengelendi ve karmaşıklaştırıldı.
Sanırım bu serginin gündeme taşıdığı bir unsur da, tarih yazımı veya ‘üretimi’ndeki ataerkil duruş oldu, değil mi?
Ataerkillik, resim sanatının o zamanlardaki tarihi koşullarından ileri geliyor. Bunu, az da olsa, kırmak için uğraştık. Bir iki kadın sanatçı var. Onların resimlerinde başka bir duyarlılık gördük! Meselâ bir tanesinde, Alicia Blackwood’un (o sıralar hastane olarak kullanılan) Selimiye Kışlası’nı gösteren bir resminin küçük bir detayında, yaralıların sedyelerle taşındığını fark ettik. Böyle ayrıntılar yakalamak, tamamen kadınlardan oluşan ekibimizi memnun etti. Edebiyattan baktığımız zaman, yine bazı Türk kadın yazarlara kulak verdik. Örneğin, Şukûfe Nihal, Halide Edip ve Suad Derviş…
“Üsküdar, Boğaz ve Kırım. Lady Alicia Blackwood Tarafından Yapılan Yirmi Dört Çizim”, Alicia Blackwood, 1857
Sergide dikkatimi çeken parçalardan bir tanesi: “Çanakkale’den İstanbul’un görünümü” oldu!
O eser hepimizi çok ilgilendirdi ve uğraştırdı! Çözümlemek için epey zaman harcadık. Misafirlerimize sergiyi gezdirirken, “Hadi bakalım çıkarın, nereden, nereye bakıyoruz?” sorusunu ısrarla sordum. Onlar da bizim gibi zorlandılar. Tabii ki tamamen uydurma bir görünüm bu.
“Çanakkale Boğazı’ndan İstanbul Görünümü”, James Mason, 1750
Zaten bütün panoramalarda gerçekçilik aramamak lâzım. Fakat bu sözünü ettiğiniz panorama meseleyi çok güzel anlatıyor! Tamam, ressam bir şeylerle aşina. Çanakkale, Marmara Denizi, İstanbul Boğazı’nın coğrafyasını az buçuk biliyor. Ama böyle bir görüntü mümkün değil! Hayal gücü ile üretilmiş. Yine de bu eserin karşısına geçip “Neye nereden bakıyoruz?” sorusunu sormamız, görme ve anlama gücümüzü zorluyor, gayet öğretici oluyor.
Aynı zamanda, serginin bize büyük bir yelpaze içinde siyasî mesajlar verdiğini de düşünebilir miyiz?
Siyasal tek bir mesaj veriyor mu? Sanmıyorum, fakat bir kere, tarihi olaylarla ilgili resimler var. Kaiser Wilhelm’in İstanbul’a gelişi üzerine şahane bir yağlıboya, ya da tarihi mektuplaşmalar var ki, bunlar da siyasî olaylara, Osmanlı İmparatorluğu’nun dış dünya ile ilişkilerine tanık oluyor. Kırım Savaşı’nı birkaç resimde görüyoruz. Örneğin Amadeo Preziosi’nin Kırım Savaşı sırasında Üsküdar’da İngiltere ordusunu gösteren bir resmi var. Bu resimde yok, yok. Ressam, İngiliz ordusunun kampını çok detaylı işlemiş. Benim çok sevdiğim bir detay, ön tarafta çamaşır yıkayan bir kadıncağız. Ordunun çamaşırı nasıl yıkanacak? Bunu bir şekilde resme koymuş, bizlere ordulara yönelik arka hizmetleri hatırlatıyor.
“Britanya Ordusu Üsküdar’da”, Amadeo Preziosi, 1854
Kısacası, bu resimlerin ayrıntılarına ne kadar bakarsak, tahayyül gücümüz o kadar provoke oluyor. Aynı şekilde işçiler var; hastaları taşıyan insanlar, kürekçiler var. Bunların hepsi gerçekçi mi? Belki değil. Ama yine de bir şekilde işe yarıyorlar. En azından şehir sakinlerini düşünmemizi sağlıyorlar.
Serginin ikinci katında da Türkler’i tasvir eden bir insan panoraması, Pieter Coecke van Aelst adlı sanatçıya ait “Türklerin Örf ve Âdetleri” panoraması yer alıyor. Buna da epey dikkat etmeliyiz, ne dersiniz? Bu açıdan serginin yansıttığı sosyolojik çeşitliliği nasıl yorumladınız?
Burada gerçekle hayal gücü yine birbirine karışmış. Sadece At Meydanı'ndaki aktivitelerin yoğunluğu, çeşitliliği inanılacak gibi değil. Ama şehrin en merkezî mekânının en tipik sayılan insan tipleri ile doldurulması çok anlamlı. 16. yüzyılda Batılı bir sanatçının, İstanbul’a gelip, neredeyse etnografik bir çalışma yapması pek mümkün değil diye düşünüyorum. Fakat bu harika panorama o devrin hayatı, töreleri hakkında sorular sormamıza, düşünmemize yol açıyor. Ayrıca, galiba İstanbul tasvirlerinde şehrin gündelik yaşantısı ile ilgili bir devir de başlatıyor.
“Türklerin Örf ve Âdetleri”, Pieter Coecke van Aelst.
Sorunuz beni Oryantalist sanatın ve yazımın ‘stereotip’ klişelerine götürdü. Bu konuyu dürtüklemek için edebiyat bizlere çok yardımcı oldu. Meselâ, (Suad Derviş’in (1905–1972) “Fosforlu Cevriye” romanındaki bilge ve cesur fahişe, İstanbul mezarlıklarının çok işlevli kullanımını anlatırken pratik bir tavır takınır: “İstanbul duvarlarına yakın, galiba Çatladıkapı’da bir bostan vardı. Bu bostanın bir köşesi mezarlıktı. Küçük bir mezarlık. İçinde dört beş mezar ve kocaman bir sanduka vardı. Bu bostanın bir inciri vardı abi, vallahi tam şu yumruğum gibi. İstanbul’un hiçbir yerinde böyle incir bulunmaz. Sonra da hemen bu bostanın arkasında Allah’ın boş arsaları… Viraneler… Eski bir takım mazgal delikleri… Burası gece yatmaya çok elverişliydi. İncir zamanı geldi mi, hep oraya göç ederdi bizim mikroplar. Bol gıda… Temiz hava… Gözünü sevdiğimin İstanbul’u, neresine gitsen lüküs hayat. Padişah gibi yaşanır vallahi…”
Biliyorsunuz, sergide şehrin mezarlıkları bolca tasvir edilmiş. İncir ağaçları da var. Tabii, Suad Derviş bu mezarlık olayına İstanbul’un marjinal kişilerinin açısından bakıyor.
Mezarlıkları başka yazarlar da konu alıyor. Örneğin Halid Ziya’nın “Mai ve Siyah” adlı romanında, mezarlıkta duyulan kişisel çelişkiler, üzüntüler var. Romanın kahramanı Ahmed Cemil, Eyüp’teki mezarlığı kız kardeşi İkbal’in erken ölümü üzerine hissettiği derin yas duygularıyla birleştirir; Giallina ve Preziosi gibi ressamların aktardığı cennetvari sahneleri, ünlü roman kahramanının mutsuzluğuyla tanımlar: “Birer yeşil sütun gibi uzanan iki servinin üstünde süzülerek, elenerek, çekingen, sanki bu yarı karanlık sessizlik köşesine bir hayat gülücüğü yollamaktan utanarak, perişan güneş kırıntıları, toprakların siyah ıslak rengine dökülmüştü. Sanki bu yoksun gençlik, yatağının üzerine telli, pullu bir avuntu örtüsü çekmek istemişti.”
Mezarlıkları yabancılar sadece ‘pitoresk’ manzaralar olarak görmüşler.
“Haliç’e Doğru Bakışla Eyüp Mezarlığı”, Amadeo Preziosi, 1854
Elbette kaçınılmaz olarak kent mimarisi de söz konusu, başta yangınlar gelmek üzere, İstanbul’un tecrübe ettiği mimarlık ilişkisini geçen zamanda nasıl okuyorsunuz?
Yangınlar sonrası İstanbul'un pek çok yeri yeniden düzenlenmiş. Bunları şehir ölçeğinde özellikle haritalarda görüyoruz. Resimlere gittiğimizde şehrin mimarlıkla ilişkisi çok karışık hatta çarpık yorumlanmış. Bazılarında tamamen uydurulmuş. Şehrin öyle tasvirleri var ki İstanbul’la ilgisi yok! Belki bu sanatçılar İstanbul’a hiç gelmemişler! Fakat İstanbul siluetinin kubbeler ve minarelerle tanımlandığını bildikleri için kendileri de İstanbul’u kubbeler, minareler ile çok kalabalık bir şekilde donatmışlar. Hangi minare, hangi cami anlayamıyorsunuz bile! Ama aşırı hayalî tasvirlerin eğlenceli olduğu kesin.
Şehrin birkaç noktası var ki o hepsinde görülüyor. Sarayburnu, Topkapı Sarayı, Ayasofya, Süleymaniye… Bazılarında, Ayasofya hiç Ayasofya’ya, Süleymaniye hiç Süleymaniye'ye benzemiyor. Kısacası, tasvirlerin gerçekle ilgileri her zaman bir soru işareti.
Bakış noktalarını da düşünmek lâzım. Bunlar insanı çok yanıltabiliyor. Tabii sanatçının yorum yapma özgürlüğü var. Bazen mesafeleri görsel olarak daha çok bilgi verebilmek için kısaltıyor, şehrin fiziksel karakterini kendi amaçlarına göre yorumluyor, çarpıtıyor.
Sanırım eserlerden birinde de, Çemberlitaş - Beyazıt alanında gördüğümüz bir ‘Eski Kışla’ var, öyle değil mi?
Bence esas ilginç olanı Eski Saray. Süleymaniye’ye doğru baktığınıza bu Eski Saray’ın kalıntılarını görüyorsunuz. Bu, karmakarışık bir kompleks. Topkapı Sarayı yapılmadan evvel, orada Fatih Sultan Mehmed döneminde bir saray inşa edilmiş. Hatta daha sonraları Topkapı Sarayı’nda istenmeyen kişileri bu Eski Saray’a sürgüne yolluyorlar. Bundan “Muhteşem Yüzyıl” dizisinde bile çok bahsedilir.
Ömer Koç Koleksiyonu üzerinden dikkatimi çeken bir diğer unsur da, Osmanlı minyatürlerine bu konuda hiç başvurulmaması veya biriktirilmemesi olmuş. Yanılıyor muyum?
Çok doğru söylediniz, tabii bu sergiye yapılan bir eleştiri. Farkındayız. Ama öncelikle Osmanlı’da İstanbul’u gösteren çok sayıda minyatür yok. Hepimizin bildiği Matrakçı Nasuh’un Haliç'in iki tarafına bakan minyatürü var. Küratörlerimizin tam ne düşündüğünü bilmiyorum ama anladığım kadarıyla koleksiyonda bu konuda minyatür yok.
İkincisi, bu resimler o kadar farklı geleneklere bağlı ki Batı resimleriyle bir araya getirmek yeni bir araştırma gerektirebilirdi.
Başka bir kaynak ise çeşitli Osmanlı kentlerindeki evlerde görülen ve İstanbul’u panoramik olarak gösteren ‘duvar resimleri’. Bizim sergimizdeki resimler gibi, onlar da hayal ürünü. Bu bir halk sanatı. Bizim gösterdiğimiz panoramalar ise halk sanatı değil. Sanıyorum ki küratörler bunu düşündüler. Belki kataloğa minyatürler ve duvar resimlerini ele alan bir yazı eklemek yerinde olurdu.
Yeniden geriye dönük bakacak olursak, size göre T.C. Kültür Bakanlığı ve türlü medyaların günümüzde sürekli tasvir etmeye çalıştıkları İstanbul ve geçmişin İstanbul’u arasında türlü yakınlıklar var mı?
Bu sevmediğim soruyu hep soruyorlar. Siz de sordunuz! Bugünle geçmiş arasındaki direkt bağlantılar beni rahatsız ediyor…
Sarayburnu’na, Süleymaniye'ye, Galata Kulesi’nden baktığımızda 16. veya 19. yüzyılda gördüğümüz imaj, tekrar yakalanabilir bir imaj. Ama başınızı bir parça Üsküdar’a doğru çevirdiğiniz zaman, şehrin muazzam değiştiğini algılıyorsunuz. Bakanlık İstanbul’un hangi imajını ‘satmak’ istiyor, bilmiyorum. Efsanevî, stereotip bir imajı yakalayabilirsiniz, ama İstanbul artık bu değil. Belki de, hiç bir zaman bu değildi. Sergide ön planda görmediğimiz taraflar, Batı’nın egzotizm arayan bakışını ilgilendirmeyen fakir-fukara mahalleri.
Sergide Abdullah Biraderler’in panoramik fotoğrafları önemli bir eşik gibi duruyor. Bu fotoğraflar nerelerden çekiliyor ?
Fotoğraflar iki kuleden, Galata ve Beyazıt Kuleleri’nden çekilmiş. Şehri pencere-pencere anlatıyorlar. Mehmet Rauf’un ‘Mirat-ı İstanbul’ (1896) kitabında da İstanbul, Galata Kulesi’nin pencerelerinden ayrıntılı bir şekilde anlatılır. Fotoğraf panoramaları ile bu metni yan yana getirmek ayrıca ilginç oldu.
“Bayezid Kulesi’nden İstanbul Panoraması”, Abdullah Biraderler, 1878
Çalışmalara baktığımızda, İstanbul’da dönemin nüfus azlığı ile doğadaki ‘flora’ - bitki örtüsü ve ‘fauna’daki etkisi de çok dikkat çekiyor. Değil mi?
Şehrin bazı yerlerinde nüfus çok az. Ama bazı bölgeler kalabalık. Bu konuda, ressamlara ne kadar güvenebiliriz, emin değilim. Nedeni ise insan manzaralarının biraz dekoratif olarak eklenmiş olmasıdır. İstanbul nüfusunun değişik zamanlarda ne kadar olduğunu biliyoruz. Tabii ki bugünle karşılaştırılabilir gibi değil. Fakat, yer yer yoğun bir yapı dokusu var. Bazı mahaller çok kalabalık, bazıları değil. Bu bilgileri görsel tasvirlerden parça parça alıyoruz.
Hayvan ve bitki çeşitliliği ise çok hoş. Dikkat ettiyseniz, sergideki resimlerde mesireye giden araba dolusu kadın tasvirleri var. Bunlar da birbirini hep tekrar ediyor ama İstanbul’un açık mekânlarının nasıl kullanıldığı hakkında bizlere bir şeyler öğretiyorlar.
Hayvanlara gelince, Avrupalılar sokak köpeklerine çok düşkünler, biliyorsunuz. Ama, resimlerde sadece sokak köpekleri değil, inekler, atlar, eşekler, vb. de var. Develer biraz uydurma tabii. Dediğiniz gibi hayvan ve bitkiler, ressamların, daha sonra fotoğrafçıların ilgisini çekmiş. Ama sadece panoramik fotoğraflara yöneldiğimiz için, onları gösteremedik.
Özellikle, Pera’daki sınıf çeşitliliği, yüksek Avrupa kimliği kendini giyim kuşamda da gösteriyor. Apartmanlaşma başlıyor. Doğru mu?
Tabii ki. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren mimarideki değişmeyi görüyoruz. Panoramaların pek çoğunluğu Galata’dan yapıldığı için, ön kısımlarında Avrupa tarzı mimariye rastlıyoruz. Kimileri konsolosluk kimileri başka binalar. Yani Pera ile Tarihi Yarımada arasında bir ikileme olduğunu izliyoruz. Mimariye değinmekte çok haklısınız. Fakat sokak boyutuna inilmediği için, sergideki resimlerde şehre hep uzaktan bakıldığı için, binaları tek tek irdelemek güç.
Sergideki ilginç parçalardan biri de ‘Peep Show’ mantığı ile işleyen ‘gözetleyici İstanbul kâğıt manzaraları’...
‘Peep Show’lar vaktiyle Avrupa’da pek popülermiş. ‘Bir delikten bakıp gerçeği ne kadar yansıtabiliriz?’ meselesi, buraya gelmemiş insanlar için çok eğlenceli. Bir delikten bakıyorsunuz, şehrin çeşitli mekânlarını, binalarını, insanlarını üç boyutlu görüyorsunuz. Gerçeği yansıtmasalar da, İstanbul'a duyulan ilgiyi iletmeleri açısından önemliler. Sergide ayrıca çok eski bir İstanbul ‘yap-boz’ (Puzzle) var. Bunlar, İstanbul’u geniş kitlelere tanıtma açısından çok yararlı olmuş şeyler.
Anonim, “Constantinopel”, Almanya, 1835.
Sergide paylaşılan parça ve görüntülerin izleyicide bıraktığı bir etki de bu panoramaların en azından tescilli replikalarının satın alınabilmesi, evlerde yeniden izlenebilmesi oluyor. Yine, serginin özel kataloğunun da baskısı tükenmiş, ikinci baskıyı yapmış diye öğrendik!
Doğrudur. Ocak ayında “Çağrışımlar” başlıklı bir panel yapmıştık. İstanbul’u bilip, iyi tanıyan ve değişik bakış açılarından değerlendiren uzmanları çağırdık. Gülsün Karamustafa, Latife Tekin, Murat Belge, Murat Germen, Dikmen Gürün ve Cem Behar.
(https://www.youtube.com/watch?v=JN8QqWJL87A
https://www.youtube.com/watch?v=AeYPvsBeaAA )
Panelimize, sergiye, sizin dediğiniz tema ile yaklaştık. Buna ve serginin dürtüklediği kişisel çağrışımlarına odaklandık. Çok ilginç oldu. Örneğin, Cem Behar müzik konusundaki çağrışımlar üzerine bilgiler verirken, Latife Tekin İstanbul’un ‘kenar mahalleleri’ ile ilgili konuştu. Katılımcılar sergiye ses, renk ve koku kattılar. Sergiyi gezen herkeste ayrı ayrı çağrışımlar oluşmuştur. Bunları toplayabilmek mümkün olsaydı, çok daha zengin bir panorama ortaya çıkardı.
İstanbul’la ilgili en büyük kaygınız nedir?
Düzensiz gelişme tabii çok kötü. Şehir hizmetleri beni kaygılandırıyor. Önünüze bakmazsanız, düşme tehlikeniz yüksek. Trafiğe girmek bile istemiyorum. Yeşil alanlar giderek azalıyor. Her bir yeşil alanda bir lüks otel olması dikilmesi beni üzüyor. Çocukluğumdan bu yana büyük şehrin geçirdiği değişim inanılmaz. Yine de nostaljinin kötü bir eğilim olduğunu göze almalıyız. Zira olumlu gelişmeler de var.
Sergi gezici olamaz mı peki?
Birkaç kişiden, “Bu sergiyi sürekli kılsanız, Meşher İstanbul Panoramaları Müzesi olsa,” diye bir istek geldi. Ama karar koleksiyon sahibinin. Ömer Bey’in başka projeleri var. Gezicilik konusunu bilemiyorum. Bu kadar değerli eseri oradan oraya taşımak kolay değil.
İstanbul’un zaten böyle bir sergiye çok ihtiyacı varmış. Kitap, yüklü fiyatına rağmen, ikinci baskıyı yapmış! Serginin gördüğü ilgiden son derece memnunuz. Hem yerli halk geldi, hem yabancılar gezdi. Meselâ, mimarlık tarihi konusunda belki de en önemli dergi olan Journal of the Society of Architecture Historians’da (JSAH) gayet olumlu bir tanıtım yazısı yayımlandı. JSAH arşivlenen bir dergi olduğundan, sergi uluslararası bir çerçeveye uzun ömürlü bir şekilde kaydedilmiş oldu.
Restorasyon meselesini de öne çıkaran bir sergi bu. Bu konu giderek bir fanteziye mi dönüşüyor?
Restorasyon meselesi çok düşündürücü. Binaların tek tek restorasyonu için bu panoramik görüntüler ne kadar yararlı olabilir? Şehrin düzenlenmesi için, yine bunlara ne kadar güvenebiliriz? Bu sorunuzu başkaları da sordu. Resimlere ne kadar güvenebileceğimiz konusunda şüphelerim var. Örneğin daha önce bahsettiğimiz “Kaiser’in Gelişi” temalı resimde, Dolmabahçe Sarayı, Dolmabahçe Camii, Saat Kulesi, daha ilerde Ortaköy Camii ve aralarındaki konut dokusu görünüyor ama bütün mesafeler, daha çok şey temsil etmek adına ‘kısaltılmış’. Sokak dokusunu anlamak mümkün değil. Genel izlenimi güzel veriyorlar, ama, daha önceden ifade ettiğim gibi, doğrulukları her zaman sorgulanmalı.
“Kayzer II. Wilhelm’in 1898’de İstanbul’u Ziyaretinde SMY Hohenzollern II
Dolmabahçe Sarayı Önlerinde”, Max Rabes, 1898
Bildiğiniz gibi, günümüzde ‘restorasyon’ adı altında ‘maket’ler bize yansıtılıyor.
Kendimi tekrarlayacağım... Sergideki resimler, şehrin büyük imajına yönelik olduğundan, eski eserlerin teke tek restorasyonunda pek yararlı olmaları, pek mümkün görünmüyor.
İstanbul’da gerçekleştirilmiş restorasyon ve koruma amaçlı projelerin arasında, örneğin son zamanlarda tamamlanmış Çinili Hamam, Teşvikiye Camii ve Kız Kulesi projelerinin restorasyonlarını çok başarılı buluyorum. Bu işlerin başındaki mimarlar ve ekipler kararlarını ciddi araştırmalar sonunda almış ve titizlikle tatbik etmişler. Sonuçlar da meydanda.
Kötü örnekler de dolu. İlk aklıma gelen, eskice bir proje: Soğukçeşme Sokağı. Bildiğiniz gibi, bu sokak sakinlerinden temizlenerek, sahte, turistik bir bölge ‘yaratıldı’. Bir çeşit Disneyland. Sonunda, turistik açıdan da pek başarılı olamadı.
Kentin mimari ve jeolojik açıdan geleceğine dair acil endişe ve uyarı ile beklentileriniz nelerdir?
Sergiden başka yerlere geliyoruz, ama kişisel fikirlerimi kısaca belirteyim: Geniş bir vizyondan yoksun, düzensiz yapım, kişiliksiz yerleşmeler, şehrin siluetini radikal bir şekilde değiştiren binalar. Tabii, nüfus yoğunluğu da büyük sorun. Listem uzun, daha fazla ayrıntıya girmeyeceğim.
Sergideki kültürel - turistik koleksiyon kaynaklarının yansıttığı önemli bir unsur da, tarihsel uzamda ‘Konstantinopolis’ ve ‘İstanbul’ arasındaki dönüşüm süreci. Bunu Jacques Pervititch sigorta haritalarında da titizlikle görmüştük. Kentin birçok semtine Batılılarca (ve Azınlıklarca) verilen adlar da, serginin önemli verileri arasında bize göz kırpıyor. Bu resim ve haritalardaki adlar, bugün yeniden ve yabancı yazılışlarıyla (Örn: Kadi-keuy / Kadıköy, Üsküdar - Scutari vb.) kullanılmalı mıdır?
İstanbul’un adı hep muğlak. Zaten, ‘İstanbul’ da Rumca’dan gelmiş. 20. yüzyılın başında, Osmanlıca belgelerde ‘Kostantiniye’ olarak geçebiliyor. Bunu çeşitli şekillerde yorumlamak mümkün. Örneğin şehrin tarihine, Konstantin’in kurduğu şehre saygı.
Fransızcada yabancı isimlerle oynama meselesi, bizim için geçerli. Meselâ, Beyazıt, ‘Bejazet’ oluyor, Muhammed “Mohamey” oluyor. Başka yerlerde de ilginç örnekler var. En komiklerinden biri, Cezayir şehrindeki 17’nci yüzyıldan kalma “Ketchaoua” Camii. Bu isim Cezayir’in işgalinden beri tekrarlanmış, esas ismi yok olmuş. Yakınlarda keşfettim: orijinal adı Keçiova Camii imiş, zira önünde keçi pazarı kurulurmuş.
Özgün isimlere dönelim demek de, her zaman doğru değil, zira o durumda da neden bahsettiğimiz belli olmayabilir. Ama tabii ki İstanbul, tabii ki Kadıköy, tabii ki Üsküdar… Yine de, kullandığımız konuma dikkat etmemiz gerekir. Kısaca, sorunuza kesin bir cevabım yok.
Bilgi: https://www.mesher.org/sergiler/istanbul-tr
Zeynep Çelik kimdir?
Türkiye doğumlu Mimar, Mimarlık tarihçisi ve kuramcısı, akademisyen Zeynep Çelik’in çalışmaları özellikle 19.ve 20. yüzyıl kent tarihi, sömürgecilik, oryantalizm ve modernite konularına eğiliyor. Bu sonbahardan itiabaren Columbia Universitesi Tarih Bolumunde arastirma kadrosunda olan Çelik, daha once yine Columbia Üniversitesi’nde Sakip Sabanci Misafir profesörlügü yapmistir (2020-2024). New Jersey Institute of Technology’den emeklidir. Kitaplari arasina , "İstanbul'u Yeniden Yapmak: 19. Yüzyılda Bir Osmanlı Kentinin Portresi" ‘Türk Araştırmaları Enstitüsü Kitap Ödülü’nü,.. "Imparatorluk, Mimarlik ve Sehir" ise Mimarlık Tarihçileri Cemiyeti tarafından verilen 2010 Spiro Kostof Ödülü'nü kazandi. Çelik, Osmanlı kent, kültür ve zihniyet tarihi alanlarında yaptığı çalışmalarından dolayı, 2013 yılında Boğaziçi Üniversitesi Fahri Doktora unvanına layık görüldü.
Çelik’in, kariyerinde lâyık görüldüğü ödüllerin başlıcaları şöyle sıralanıyor:
John Simon Guggenheim Memorial Foundation Fellowship (2004)
American Council of Learned Societies Fellowship (1992, 2004 ve 2011)
National Endowment for the Humanities Fellowship (2012)
Vehbi Koç Ödülü (2013)
Sarton Madalyası (Ghent Üniversitesi, 2014)
Giorgio Della Vida Ödülü (UCLA, 2019)
Tamayouz Ödülü (2019)