Baş döndüren güç ve iktidar
Edward Berger’in yönettiği ve yılın en çok konuşulan filmlerinden biri olan “Conclave/Konsey”, zorlu bir papa seçimini merkeze alıp etkileyici bir insan portresi çiziyor.
JANET BARIŞ
janetiko@gmail.com
Tek mekânda gizem-gerilim olarak tasarlanan, Edward Berger’in yönettiği ve prömiyerini Toronto Film Festivali’nde yapan “Conclave/Konsey” yılın din, papa ve entrika temalı filmlerinden. Altın Küre’de en iyi yönetmen, erkek oyuncu ve müzik de dahil olmak üzere altı dalda aday olan ve En İyi Senaryo Ödülü’nü kazanan Konsey, Oscar’ın da gözde filmlerinden biri.
“Konsey” genellikle papa ve etrafında gelişen olaylarla gördüğümüz Vatikan filmlerinden farklı olarak papanın ölümüyle açılıyor. Daha en baştan seyircinin gözünün önünden ayrılan papanın yerine birinin seçilecek olması ve bu gerilimi taşıyan süreç, “Konsey”in de bel kemiğini oluşturuyor. Robert Harris’in romanından aynı adla uyarlanan filmin ana karakteri yeni papa seçimlerinde kilit bir rol üstlenen Lawrence. Yavaş yavaş kardinallerin Vatikan etrafında toplanması ve seçimin yaklaşması ile birlikte ise Lawrence’ın sırtındaki yükler de artmaya başlıyor. Gelen ve papa olmak isteyen her kardinalin hem güç hem de dini bağlantıları kendine özgü. Bu noktada özellikle herkesi ayrı ayrı tanıyabiliyor, zaaf ve iktidar hırsı arasında uzanan ince çizgide insan olarak nasıl savrulabildiklerini görüyoruz.
“Konsey” kısıtlı mekânda geçiyor olsa da hem anlatısı hem de anlatısına eşlik eden görsel gücü ile tipik bir seçim filmi olmaktan çıkıp etkileyici ve düşündürücü bir yapıya bürünen filmlerden. Lawrence’ın oylama başlamadan önce hiçbir şeyin kesin olamayacağı ya da inancın da şüphe taşıyabileceğine dair yaptığı konuşma, bunun en temel göstergelerinden biri. Çünkü kardinal de olsalar papalığa aday olanlar gerçekten çok temiz, itaatkâr ve inançları ile hareket eden insanlar değil. Her insan gibi kendine özgü zaaflarla şekillenen, marazları olan kişiler. Fakat papa olmak büyük bir güç. Böyle bir güce sahip olma ihtimali bile kardinallerden bazıları için baş döndürücü. Yine de daha mağrur, soğukkanlı görünmek, aslında içten içe o gücü elde etmek için her şeyi yapabilecekken öyle değilmiş gibi davranmaları seyirci için düşündürücü alanlar açıyor.
Güçlü oyunculuklar
Filmin en etkili kısımlarından biri de oyunculuk. Lawrence’ı canlandıran Ralph Fiennes’ın başrolde parladığı ve çekip çeviren karakter olarak bütün kardinalleri idare etmeye çalışırken bir de adil olabilmek için gösterdiği çaba, Fiennes’ın oyunculuğunda bir an bile sarkmadan ilerliyor. Yine yardımcı rolde Stanley Tucci de bu açıdan incelikli bir oyunculuk sergiliyor. Daha çok erkek egemen bir dünyada geçen filmde çok fazla kadın oyuncu olmasa da Isabella Rossellini’nin ortaya çıktığı anlardaki parıltısı da hemen seziliyor.
Edward Berger ince detaylar, mizansenler ve renkleri ustalıkla seçerken kamerasını bütünlüklü bir biçimde kullanıyor. Hareketli kameranın hem ana karakteri hem de yan karakterleri takip etme biçimi, sınırlı mekânda akışı değiştiren, dinamikleştiren bir duygu yaratırken gerilimin beslendiği anlarda seyirci üzerinde daha da katmanlı bir etki yapıyor. Burada özellikle görüntü yönetmeni Stephane Fontain’i de anmak gerek zira kırmızı ve siyah arasında dönüşen renk paleti filmin dokusunu besleyen en önemli anları resimsel bir ifadeye büründürüyor. Böylelikle neredeyse her sahnede yer alan Lawrence karakteri de Rönesans resim sanatını andırır bir biçimde perspektifin kendisi oluyor.
Lawrence’ın bir denge unsuru olmaya çalışırken zaman zaman tökezlemesi ve hassas görünüşü, bu karakterin bakışının seyirciye diğerlerinden daha güçlü bir biçimde geçmesini sağlıyor. Papaya üzülürken üzerindeki sorumluluğun ağırlığını hisseden Lawrence, zaman geçtikçe karşılaştığı gerçeklerle baş etmenin yollarını arıyor. Nitekim seyirci de diğer kardinalleri yine Lawrence’ın gözünden görüyor. Kameranın Lawrence’ı takip etme biçimi de bu süreci besleyen bir unsur. Yine de mesafeli bir yaklaşım olduğunun da altını çizmek lazım. Seyirciyi hak vermek ya da taraf tutmak yerine, sürecin nasıl işlediğine odaklıyor. Finaldeki beklenmedik sürpriz ise güç, iktidar veya beklenen adayların aksine hiç düşünülmeyen ya da ‘öteki’ görülen bir adayın nasıl da öne çıkabileceğini; vicdan, etik gibi muhasebelerde nasıl da beklenmedik bir sistemin inşa edilebileceğini gösteriyor.
Mekânın ritmi
Yönetmen Edward Berger bir yandan romanın izinde giderken bir yandan da kilisenin gerçeğini dünyevi gerçekle birleştiriyor. Bu her ne kadar bir papa seçimi olsa da filmin iktidarı ve gücünü, inancı, inançsızlığı sorgulayan bir yanı da var. Finale doğru gelinen noktada zaten bildiğimiz ezberleri bozan yapısı da bu şekilde kurulmuş. Mekânın zaman zaman bir labirente dönüşerek seyirciyi de içine çeken bir girdap gibi konumlanması da önemli. Bu noktada seyirci zaman zaman hızlanan kamerayla mekânı takip ederken zaman zaman da yavaşlayan, hatta duran, sabitlenen anlarla sadece dini bir süreci değil, şapelin duvarlarından ona bakan resimlerin izini de takip ediyor.
Güçlü bir müziğin eşlik ettiği atmosferin gerilimli bir yanı olduğunun da altını çizmek gerek. Sadece seçim süreci değil çevrilen entrikalar, gizlenen sırlar açığa çıkarken yaşanan gerginliği besleyen müzik, filmin etkin unsurlarından. “Konsey”in politik bir mesaj verme kaygısı yok gibi görünse de bir çeşit liberalizm propagandası yaptığını, seyirciyi ikna etmek gibi bir çabası olmasa da bunun peşinden gittiğini söylemek de mümkün.
Bir önceki filmi “Im Westen nichts Neues/Batı Cephesinde Yeni Bir şey Yok”ta da Birinci Dünya Savaşı zamanı Almanya’sına uzanan Edward Berger, yine Vatikan’daki bir meseleyi ele alarak Avrupa’nın hassas meseleleri etrafında gezinmeye devam ediyor. Yönetmen olarak tekniğine ve meselesine hâkim olduğunu her ayrıntıda görebileceğiniz “Konsey” de ileride Berger filmografisi içerisinde hatırlanacak olanlardan.
