Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Diğer » “Anlam inşası, anlam denetimi de demek”

“Anlam inşası, anlam denetimi de demek”

“Anlam inşası, anlam denetimi de demek”07 Ocak 2025 - 02:01
Sanat eleştirmeni, editör ve edebiyatçı Süreyyya Evren, son dönem eleştiri yazılarında “Sanat ve Anlamın İnşası” üzerine yoğunlaştı. Evren, Kafka Kitap etiketli kitabında dört ana bölümle okuru modern ve güncel sanatta eleştirinin kimliğine, arayış ve pratiklerine yoğunlaştırıyor. Evren’e göre “...bugünün sanat dünyasının anlam inşasını merkezi bir işleve dönüştürmüş olması, inşa edilen anlamların dominasyonunu önemsemesine de bağlanıyor.”
EVRİM ALTUĞ
evrimaltug@gmail.com
 
Sanat eleştirmeni, editör ve edebiyatçı Süreyyya Evren’in Kafka Kitap etiketli yeni çalışması, “Sanat ve Anlamın İnşası” üzerine kuruluyor. Dört bölümden oluşan ve bir ‘Sunu’ ile açılışı yapılan eserin kapağında, Galeri Nev İstanbul etiketli, sanatçı Esra Özdoğan imzalı “Şüpheci Thomas No.3” adını taşıyan eser yer alıyor. 
 
Toplam 242 sayfalık çalışma, dipnotlarıyla, aktüel başlıklarıyla ‘çağdaş sanatta neler olup bittiği’ne dair çok sayıda fikri okur zihnine serpiyor. Kitapta, yakın geçmiş ve bugünü yansıtan örnek sanat tarihsel yapıtlara da görselleriyle referans veriliyor.
 
“Sarmal Senaryolar”, “Sanat İç Sessiz”, “Sanat ve Anlam Çerçevesi” ile “Sanat ve Tarihyazımı” alt başlıklarına sahip kitap, Evren’in sunu ile belirttiği üzere “...temelde günümüz sanatının mekanizmalarını araştıran yazılardan oluşuyor.” 
 
Halen Arter’de de, kültür sanat tarihi ve güncel sanat teorisi ile pratiği alanında bolca dirsek çürüten yazar, editör ve eleştirmen Evren, çalışmasında “Sanat dünyasında iyi ve kötü nasıl belirleniyor?”, ya da “Aktörlerin motivasyonları neler?” gibi kendi kendine gebe nice soru işaretini okurla hep birlikte araştırırken, öte yandan “Kurumların, sanat eleştirmenlerinin ve tüm aracıların edimlerini betimleyen motivasyonlarındaki değişimleri nasıl okuyabiliriz?” gibi tartışmalara da bolca perde aralıyor. 
Biz de hâl böyle iken, Fisun Yalçınkaya, Şebnem Soral Tamer, Mine Haydaroğlu, Christian Höller, Nilüfer Şaşmazer ve Katrin Sauerlander ile Esen Karol gibi imzaların katkısıyla hayat bulan kitabını, içerdiği meselelerin bol soru işaretli provokasyonu ile Evren’e yolluyoruz.
 
 
Sanat ve eleştiri kurumunun, ‘akademik veya küresel seçkinlik’ uğruna giderek ‘proje’leşmesi, büyük bir yap-boz uğruna izleyicinin sadece gelip geçici bir ziyaretçiye indirgeniyor olmasına karşı, bu kitabınız hangi safı tercih ediyor?
 
Kitaptaki yazılarda ziyaretçilerin görüşlerinin önemsizleşmesi tespiti var doğru. Ziyaretçilerin görüşlerinin önemsizleşmesinin hem sanat eleştirisini hem de genel olarak sanat üzerine düşünmeyi baltalayan bir yanı olduğuna dikkat çekmeye çalışıyorum. İzleyicinin/ziyaretçinin önemsizleşmesi ile kastettiğim ziyaretçi görüşlerinin sanatçıların kariyerleri ve sanatsal kararları ile sanat kurumlarının ve sanat profesyonellerinin kararları üzerinde etkisi olmaması. Sinemadan edebiyata pek çok disiplinde ziyaretçilerin ne düşündüğü bir şekilde esere ve yaratıcısına dair cümlenin içinde kendine yer buluyor. Güncel sanatta hayır.
 
Bugün açılan bir solo sergiyi ziyaretçiler hiç beğenmeseler de eğer sanat profesyonelleri beğenirlerse sanatçının kariyeri tökezlemeden, dahası bunu farketmeden ve kaydını tutmadan ilerler. Yeni davetler almasının, övgüler, yükselişler yaşamasının önünü kesen veya açan ya da açmasa ya da kesmese bile hakkındaki cümleye gölgesi düşen birşey olmaz bu. Sonuçta bu bilgiyi bilmiyoruz bile, o kadar önemsiz. Hangi solo sergilerin izleyicilerce bu yıl daha çok beğenildiğine veya beğenilmediğine veya ekseriyetle nasıl yorumlandığına dair elimizde hiç veri veya hatta izlenim yok. İzleyicilerin ne düşündüklerine dair verilerimiz, bunların yayınlandığı, not düşüldüğü platformlarımız da yok. 
 
Kitabınızın 25. sayfasında verdiğiniz şair Ece Ayhan anekdotunda, Üsküdar'da sinemaya giden görme engelli sokak satıcısının gittiği filmleri 'Ben içimden seyrediyorum,' savunmasına selâm ile gelelim: Acaba günümüzde ‘âdeta sınava girer gibi’ sergi gezmek durumunda bırakılan ziyaretçilerin yapıt veya sergi adına maruz kaldıkları 'özel alan' daralmasına karşı sizin önermeleriniz neler?
 
Ece Ayhan anekdotlarla konuşmayı severdi. “Sen neden sinemaya geliyorsun ki?” sorusuna “Ben filmleri içimden seyrediyorum,” yanıtını veren gözleri görmeyen adam anektoduna, COVID-19 pandemisi sırasında İngiliz sanat tarihçisi Simon Schama’nın BBC Radio 4 için yaptığı ve aklında kaldığı kadarıyla zamanında gezdiği sanat müzelerini anlattığı program üzerinden, sanatın temsillerini ve deneyimlenmelerini tartışırken değiniyorum kitapta. 
 
Bunu günümüzde ziyaretçilerin ‘sınava girer gibi’ sergi gezmek durumunda bırakılmalarına bağlamandan anekdotu biraz genişlettiğini anlıyorum: Kullandığın anlamıyla “içimden seyretmek”, dışarıdan enformasyon veya yönlendirme almak mecburiyetinde olmadan, kendi iç dünyamda tadını çıkarabilmek, deneyimini yaşayabilmek anlamına geliyor gibi. Bu vurgu tam da kitabın başlığındaki meseleye değiyor, sanat dünyasının anlam inşasını merkezi bir işleve dönüştürmüş olması ve bu inşa edilen anlamların dominasyonunu önemsemesine bağlanıyor bu hâliyle. Anlam inşası anlam denetimi de demek çünkü.  
 
Günümüzde herhangi bir “uzak (yani sanat dünyası üyesi veya wannabe üyesi olmayan) ziyaretçiden” yapması beklenen ‘ödevler’ şunlar denebilir:
 
Videoları izlemesi, podcast’leri dinlemesi, metinleri okuması, karekodları okutması, ücretsiz malzemeleri toplaması, ücretlileri mümkünse satın alması, biletleri satın alması veya ücretsiz günleri saatleri kovalaması, olay yerinde (sanat mekânında) kendi görüşlerini ifade edebileceği bir aralık hiç olmayacağını bilerek bulunması, ona önerilen düşünme biçimlerinde eser üzerine söylendiği gibi düşünmesi. 
 
İkinci beklenti de yukarıdakilerin hiçbirini yapmadıysa da olur, hiç düşünmese, hiç okumasa da olur, ama en azından devamsızlık yapmaması, orada olması, orada olmaya dayalı olarak herhangi bir deneyim yaşaması. Ve bu o kadar herhangi bir deneyimdir ki ne olduğunu kimse gerçekten merak etmez. Yeter ki, yaşandığından bahsedilsin. ‘İçinden seyretmesi’ ama ne seyrettiğini mümkünse bize ya da başkasına söylememesi. 
 
“Ziyaretçilerin görüşleri önemsiz, ‘kafa sayısı’ önemli.”
 
Ziyaretçinin görüşleri önemsiz ama ‘kafa sayısı’ önemli. Yani ne düşündüğünün bir anlamı yok, bir fark yaratmıyor ama orada olmasına ihtiyaç var. O yüzden biraz ‘enfantilize’ ediliyor (çocuklaştırılıyor) tabii, ona verilen ödevleri yapmazsa küsmesin, gene de okula gelsin diye bir çıkış yolu olarak öneriliyor “deneyim”. Anlamasan da bir şey sen deneyimine bak, der gibi. O yüzden tüm güncel sanat metinlerinde deneyim asla “out” bir sözcük değil, hep “in” bir sözcük. Kimse sergi metninde “deneyim” ifadesini kullanınca kendini geçmişte kalmış hissetmez, sanat dünyasından bu metni okuyan kimsenin gözüne batmaz. 
 
Benim bu duruma (senin ifadenle ‘alan daralmasına’) karşı önerim öncelikle ziyaretçilerin görüşlerin daha fazla farkedeceği platformlar oluşturulması. Bunun zamanla sanat yazısını/eleştirisini de etkileyeceğini, geliştireceğini sanıyorum. Sanata dair anlam inşasını daha yaygın ve daha sahici hâle getirmeye bir katkı yapabilir. Daha iyi metinlere, daha iyi tartışmalara, daha iyi tartışma sahnelerine varmamıza vesile olabilir mi diye bir denenebilir. 
 
 
Enduring Value?, 2012, Avusturya, Kunsthaus Bregenz.
 
“Bu bir PR başarısı falan değil…” 
 
Görsel ve/veya güncel sanatın –her nasılsa– kendini diğer sanat dallarından daha yukarıda, hani bir nevî 'Business Class' edasıyla görme eğiliminden rahatsız oluyor musunuz? Yoksa bu yanılsama sektördeki PR başarısına mı dayanıyor ? Bu manzara, örneğin Türkiye'de niçin edebiyat, opera, halk müziği, tiyatro veya cazda vb. yakalanmıyor ?
 
Bu şekilde algılaman aslında güncel sanatın hem bir eksisi hem de bir artısına değiyor olsa gerek. Artıdan başlayalım. Günümüzde tiyatro, sinema, şiir, roman, müzik şu bu – bunların hiçbirinde 1960’ların yenilikçi avangart hareketlerinin anaakıma dönüştüğü bir sistem hâkim değil. İçinde tek bir sözcük olmayan bir şiir ‘yazarsam’ bugün de deneysel bir iş yapmış sayılıyorum; Stan Brakhagevari bir film yapsam bugün de deneysel bir film yapmış sayılıyorum; ‘Living Theatre’vari bir oyun sahnelersem bugün de deneysel bir iş yapmış muamelesi görüyorum; gelgelelim, ikinci avangardın hiçbir sanatsal formu bugün deneysel sanat statüsünde değil, herhangi birini uygularsam onunla ne yaptığıma, o formla bugün ne yaptığıma bakılır, en ana kurumlarda ve sahnelerde yaşanabilir bu ve üzerinde durulan, dikkat çeken yanı formunun yenilikçiliği olmaz. Avangart seven herkesi güncel sanat içinde beslenmeye çeken bir şey bu hâlâ bugün. Öyle bakarsan güncel sanata, durmaksızın beslenebilirsin çünkü durmaksızın eskisinin üzerine koyarak yenisini üretir. Düşünmek, değerleri yeniden değerlendirip yeniden denemek istersen binbir ilhamla, ufukla, ihtimalle doldurur ceplerini. Andığın diğer disiplinlerde, edebiyatta, müzikte, tiyatroda, 60’larda deneysel kabul edilen bir formla yapılan bir iş bugün de deneysel addedildiğinden ve merkezi bir yerde tutulmadığından, ortada bir fark var ve bu farka bir yanılsama diyemeyiz. Bu bir PR başarısı falan değil yani bence. 
 
Ama bunun bir eksisi de var, o da şu ki sanat tarihinin avangart bir momentinde değiliz, dahası, avangart ifadesinin hiyerarşik bir ifade sayılıp ezbere terkedilmesinde de olduğu gibi, her işimiz konsensüse göre; kabulleri yıkmaya dönük arayışlarda değil kabullerin içinde başarıya dönük arayışlarda sanat dünyası. O zaman da avangard formların, süreçlerin, yapıp etme biçimlerinin, içeriği ve yeniliği önceleyen bir ruh olmadan dolaşımda olmasıyla başetmek gerekiyor. 
 
Toplantıya zamanında gelen ilk sanatçı kimdi? Profesyonellik eğilimine kızacaksak, ilk taşı ona atalım. 
 
Eser - sergi okuması yapmak, onu eleştirmek sayılmalı mı? Kitabın 35. sayfasında dikkatimizi çektiği kadarıyla, "Neden her şeyin üretimi artarken, (kastedilen anlamda) eleştirininki artmıyor?" sorunuza rastlıyoruz. Bu yönüyle, günümüz yerli ve yabancı sanat ortamı için eleştirinin kısırlaştırılmasında, otosansür ve pazarlamanın ‘katkı’sı var mı? Sanat ve kültür basını bu konuda ne kadar sömürülüyor?
 
Ben oto sansürün sürekli hor görülmesinin çok tehlikeli bir yere bizi sürüklediğini görüyorum. Şöyle olduğunu düşün, yarın öbür gün Putin dönemi sona erermiş ve gidip Rusya sanat tarihine bakıldığında Putin döneminde hiç doğrudan muhalif eser üretilmediği görülürmüş, dahası, baskıcı olduğu söylenen dönemde hiçbir şeyin sansürlenmemiş olduğu bulunurmuş. Ve Rus sanatçılar da meğer otosansürü matah birşey saymadıklarından otosansür yaptıklarını da söylememişler hiç ve hep isteyerek bile isteye açıktan muhalif olmayan başka işler yaptıklarını söylemişler. Eh öyle olunca araştırmacılar, kimsenin sansüre uğramadığı, kimsenin otosansür yüzünden yaptığı şeyi yaptığını söylemediği, dolayısıyla herkesin istediğini yaptığı ve hiç baskı görmediği bir Putin dönemi sanat tarihi bulmuş olmazlar mı?
 
 
Süreyyya Evren, Fotoğraf: Jan Boeve
 
Son çeyrek asırda Türkiye'ye kazandırılmış kültür sanat ve dahi sanat tarihi ile araştırma merkezleri, 'ulusal tarih yazımı'na dair açık ve telaşlı bir gereksinime de ayna tutmuş olmuyor mu?
 
Ben bunu özellikle şu açıdan önemsiyorum: Bizim aslında modern sanatın kurumsal, ve söylemsel hâkimiyetinden güncel sanatın hâkimiyetine 1990’ların ikinci yarısında tam olarak nasıl geçtiğimizin tarihi yok, geçişli bir tarih yok. Geçişsiz bir Modern Türk Sanatı Tarihi var, bir de ayrı, kendinden başlayan Türkiye Güncel Sanatı Tarihi var. Türkiye Güncel Sanatı Tarihi de aslında hikâye olarak yok ya, eksik ya, neyse. Parçalı bir şekilde mevcut. 
 
Hikâye etmek için bir çabayı bizim zamanında Halil (Altındere) ile yaptığımız antolojilerde zannedersem bir nebze bulmak mümkün, ama şimdi onların da tekrar ele alınması gerekiyor. Özellikle 1970’lerin öncülerine dair sürekli yeni keşif geldiği ve geriye dönük yazımlar çeşitlendiği için. Ama 2010’lardaki, 20’lerdeki sıkışıklığın bireysel başarılar ve konsensüs kültürüne biat dışında bir sahnesi olmamasına karşın hikâyesinin bir adı tam konamadığı için de. 
 
 
Borga Kantürk, Kısa Mesafeler Kitaplığı, Arter Kütüphanesi, 2023, ahşap kitaplık, 240 adet kitap, poster, değişken boyutlar. Sanatçının izniyle.
 
Kitabın 73. sayfasına alınan, Türkiye'deki "sol" ve "sağ" sanat eleştirisi okuması, 2025 itibariyle kendini nerede görünür ve etkili kılıyor?
 
Bunu bakıp hatırlamam gerek dedim ve baktım. Sanatın kamusal görünürlüğü arttığında ansızın politik yelpazenin solundan ve sağından gelen eleştirilerden bahsetmişim.  Ve evet, soldan gelenler genelde sanatın ‘ne’liğine değil de, finansal yapısına, prestij ekonomisinde sağladığı faydanın nasıl denetlendiğine (veya günün politik doğrucu değerleriyle uyumuna) dair oluyor.
 
“Eleştiri ‘parmak sallama’ olarak gelişiyor.”
 
Solun sanat eserinin kendi başına gücüne dair giderek artan inançsızlığı eserin anlamını asla kendi başına ve diğer eserlerle ilişkisi içinde inşa edemediği, hep tümüyle ekonomik ve politik bağlamından bulduğu inancıyla birleşiyor. Böyle olunca, eleştiri ‘parmak sallama’ olarak, ‘orada durma, onunla oynama, ona bakma bana bak’ şeklinde gelişiyor. 
 
Sağ yelpazeden gelen eleştiri ise eseri bir an için eser olarak ciddiye alıyor ve hemen ardından sanatlığını sökmeye davranıyor çünkü her tür modern sanatın modern yaşamın dindar yaşama üstünlüğü tezini savunduğu vehmine kapılıyor ve dindar yaşamın dindar sanat dışında bir sanatla karşılaşınca dağılmasından korkuyor; dolayısıyla sanata epey bir güç atfediyor ve o nedenle ne dediğine ve ne yaptığına da bakıyor, tabii, yanlış şeyi yaptığına karar vermeye yetecek kadar, bir adım ötesi değil. 
 
Soldan gelen eleştiri, sanat eseriyle karşılaşınca yaşanacak bir dağılmadan korkmuyor, o kadar güçlü görmüyor sanatı, ama sanatı sosyo-politik olarak kullanabilecek ekonomik ve politik aktörleri tehlikeli ve güçlü görüyor ve bu anlamda bir alet olarak sanatı devreye sokmanın doğru yönetimini tartışıyor. 
Tabii böyle olunca “nasıl bir eleştirel sanat yapmalıyım”, “ne gibi bir sanatsal cümle kurmak bugün anlamlı”, “hangi sanatsal strateji bana uygun, bugüne, yaşama uygun” diye düşünen sanatçının üretimleri ikincilleşiyor. Eserleri yerine üretimlerinin dolaşımını nasıl yönettiği öne çıkıyor. 
 
Bir anlamda, aslında, yanlış marka yönetimi eleştirisine benzer bir yere bağlanıyor. Eskiden, edebiyatta, imza yönetimi gibi dillendirilirdi – imzamı çektim, imzamı oraya koymam, vs. gibi. Sonraları imza ifadesi fazla büyüklenmeci bulundu, şimdi aynı anlama gelmek üzere ‘isim’ deniyor.
 
Soru şuraya bağlanıyor, sanatın sanat olarak ciddiye alındığı bir eleştirinin eksikliğini nasıl hissedeceğiz? 
 
Gerçekleştiğinde ne yöne gideceğini ve hangi anlam çerçevesini üreteceğini tanımı gereği baştan öngöremeyeceğimiz, dolayısıyla ‘kariyer dostu’ olacağına dair bir garanti vermeyen, sanatın sanat olarak ciddiye alındığı bir eleştirinin arzulanması için neler yapılabilir? 
Zaten bunları soralı da çok olmamış ama gene de buna 2025’ten yanıt ne olabilir diye bakacak olursam, sanatta bugün eleştirellik denince ne kastediliyor, eleştirel bir eserden ne anlaşılıyor oraya bakalım derim. 
  
 
Serhat Kiraz ve Hakan Gündüz, An/Moment, sergiden görünüm, Maçka Sanat Galerisi, 2021. Sanatçının izniyle.
 
Kitabınızın 80'nci sayfasında, (kadın, ekoloji, İslâm, queer, milliyetçilik eleştirisi ve azınlıklar ile) andığınız "Batıda çalışan politik iş kategorilerinin", zaten Batının temsilcisi olduğu inancıyla varolan çağdaş Türkiye'deki sanat kurumu ve özel koleksiyonlarına, bienale sanatçı ve tema seçkilerine bakalım. Ya da küratoryal sergilere odaklanalım. Bunun da pekalâ ‘pragmatik bir sahtekârlık’la karşımıza çıktığı, yine koleksiyonlar ve sanatın ‘kariyer borsası’na yaradığı söylenemez mi?
 
‘Pragmatik bir sahtekârlık’ veya ‘kariyer borsası’ gibi ifadeler fazla sert geliyor bana, ama fazla sert olmaktan başka bir sorunları da var, sanki aradan sıyrılan birtakım üçkâğıtçılar sorunumuz varmış gibi tınlıyor. Öyle bir sorunumuz yok bence. Herkes herkes kadar sahtekâr ve herkes herkes kadar dürüst. Daha sistemsel, daha yapısal sorunlarımız var bence. 
Ayrıca, sanki Batıda çalışan politik iş kategorileriyle faydalar elde edilmiş de, bu adaletsiz faydaları eleştirmekten herkes korkuyormuş gibi bir anlam çıkıyor. Halbuki benim “Batı’da çalışan politik iş kategorileri (kadın, ekoloji, İslam, queer, milliyetçilik eleştirisi, azınlıklar, vs.) daha önce hep buradaki modernist (devrik) sanat iktidarı tarafından ve ulusalcı veya modernist sosyalist eğilimler tarafından, biraz da Batı’yı öfkeyle yücelterek eleştirildi; halbuki sanatçılar (bu anlamda Türkiye’den bir sanatçı yapınca Batı’da çalışacağı, karşılık bulacağı pek söylenemeyecek) çalışma koşulları, para ilişkileri, hazır kategorilere tercüme edilemeyen çelişkileriyle yerel adaletsizlikler, güvencesizlik/kırılganlık, eşitliğin arzulanmaması, aşağıdan politika üretme deneylerinde yaşanan özgün sorunlar ve politik baştan çıkarma gibi gündelik meseleler üzerinde durduklarında burada da pek karşılık bulmadı. 
Dolayısıyla ‘Batı’da çalışan’ dedikleri politik iş kategorileri tek ‘çalışan politik iş kategorileri kümesi’ olarak kaldı. Alternatifi, genişletilmesi demek olacaktı politika denince ne anladığımızın ve bunun form anlamında neler demek olabileceğinin. Yapmak istiyor muyuz ayrı konu, ama galiba bunu henüz yapmadık,” derken söylemeye çalıştığım özetle şuydu: Politikadan ve eleştirellikten ne anladığımızın sürekli yeniden gözden geçirilmesi gerekir. 
 
“Bir şey ya konsensüsün içinde ya da dışındadır…”
 
Ayrıca, zaten konsensüs kültürünün egemen olduğu sanat dünyası demek zaten her şey eleştiriden muaf demektir. Çünkü birşey ya konsensüsün dışındadır, dolayısıyla eleştirilemeyecek kadar dışlanmıştır, ya da içindedir, eleştirilemeyecek kadar içerilmiştir. Eleştirilebilmesi için birşeyin değerlendirilmesi sözkonusu olmak gerekir. 
 
Halbuki sanat dünyasının sanat profesyonellerinin ağırlığını oluşturduğu konsensüs kültürü değerlerin yeniden değerlendirilmesini gene kendi profesyonel ilgilerine göre kendi yapar, izleyiciye bırakmadığı gibi (veya için) eleştirmene de bırakmaz. Okur-ziyaretçi denklemde olmadığı sürece, yazar/eleştirmen de aslında (köprü olmak veya değerlerin üretimine katılmak anlamında) işlevsizdir. Sürekli konsensüs rüzgârlarını takip ederek suyun üstünde kalmaya çalışır, işlevi de sanat dünyası profesyonellerinin prestij ekonomisi denklemlerinde çarpan rolüne dayanır. Kanaatleri etkileyemez. 
En son ne zaman bir yazı okudun ve kanaatlerin değişti veya kanaatlerini sorguladın? Kanaatlerimiz enformel sohbetlerle, kaş kaldırmalarla, imalarla, prestij limanlarındaki etkili figürlerin yargılarını anlayıp çoğaltmayla, küresel dalgaları zamanına hissetmeyle, bu anlamda dünyadan okuyup neye uyulacağını vakitli kavramayla ve bunu olabildiğince doğal gözükecek şekilde yapmayla değişiyor. 
 
 
Raed Mutar, Untitled (İsimsiz), 2012, Rijin Sahakian izniyle. Fotoğraf: Eric Tschernow.
 
Kitabınızda, (s. 101'de) yabancı bir kaleme (Petrovich) atıfla 'eleştirmenin sanatçı için çalışmadığı'na dikkat çekiyorsunuz. O hâlde eleştirmenin patronu ve müşterisi kimdir ?
 
Bu konuyu kısa geçmek zor geliyor çok. Uzun uzun konuşmak gereken bir konu. Petrovich’in eleştirmenin sanatçıyı memnun etmesinin gerekmediğini söylediğinden bahsetmişim. “Sanatçının mutlu olması da gerekmiyor. Sanatçı nefret de edebilir, veya yazılanları anlamayabilir. Sinir olabilir. Tıpkı sanatçının ürettiği eserlerin sanat yazarını memnun etmeyebileceği, mutlu etmeyebileceği, sinir edebileceği gibi,” dedikten sonra sinemadan örnek vermişim: 
 
“Sinema eleştirmenleri de yönetmenler için veya aktörler ve aktrisler için veya yapımcılar için çalışmıyor. Seyrettiklerini başkalarıyla birlikte anlamlandırmak ve sinema üzerine bir şeyler düşünmek isteyen herkes için ve kendi hesaplarına ve içinde konuştukları platformun (dergi veya TV veya başka bir şey) ismiyle ve çerçevesiyle konuşuyor, yazıyorlar.” 
 
Yani eleştirmen kimin için yazıyor diye de sormak anlamlı olabilir sık sık demek istiyorum. Ve bunu başka disiplinlerle karşılaştırmalı yapmalı… 
 
Sanat yazarlığını, sanatta eleştiriden özellikle ayırıyorsunuz. Bunun gibi, kurumların ‘basın bülteni’ ihtiyacını hangi yönden olumluyor veya eleştiriyorsunuz? 
 
Basın bülteni sanatta anlam inşasının spesifik bir mecrası. Ama bunu bir ihtiyaç diye tanımlarsan, herhangi bir ihtiyacı kim neye göre olumlayabilir ya da eleştirebilir; ihtiyaçsa ihtiyaçtır. Mesele şu: Nasıl çalışıyor? Sanat yazısı nasıl çalışıyor, basın bülteni nasıl çalışıyor, mekanizmalar neler? Nasıl sorusunu kovalamaya ihtiyacımız var diyeceğim. 
 
Bu röportaj özelinde bilhassa vurgulamak istediğiniz özel bir konu başlığı, çağrı veya ajanda bilginiz – proje anonsunuz var mıdır?
 
Bir çağrı yapsaydım herhalde sanat yazısının neliği üzerine daha fazla birlikte düşünmeye daha fazla kişiyi çağırmak isterdim. 
 
 Sanat ve Anlamın İnşası, Ed: Selnur Güneş, Ekim 2024, 242 sf., Kafka Kitap