Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Selin Gürel | Bella’yı uğurlarken…

Bella’yı uğurlarken…

21 Kasım 2012 - 07:11
“Twilight / Alacakaranlık”ın aşık ve aciz kadınına nihayet veda ediyoruz. Yenileriyle karşılaşmamak dileğiyle“Twilight / Alacakaranlık” serisinin Bella’sını sinema tarihinin derinliklerine yolculadığımız kutlu bir hafta yaşıyoruz. Gençlerin romantizm anlayışına fantastik bir boyut kazandıran insan-vampir aşkı meselesi, 2008’deki ilk filmden sonra denklemin insan tarafında ilginç çıkarımlara kaynaklık etti. Adı ve konumu vesilesiyle savunmasız güzelliğin simgesi olarak tanımlanan Bella karakteri, ilk bölümde fantastik bir gençlik filminin aşık ve tam da bu aşk yüzünden kendince cesur kahramanıyken, devam filmlerinde anti-feminizmin doruklarına ulaşan bir anlayışın öznesi oldu. Hal böyle olunca Bella’ya tahammül etmek fazlasıyla zorlaştı. Ancak dünyanın geri kalanı öyle düşünmüyor olmalı ki, seri kendilerini Bella’nın yerine koyan, bu sıfatla önce Edward ve Jacob takımları oluşturan, sonra da bu takımları çarpıştıran insanların omuzlarında taşıdığı bir fenomen haline geldi. Zaten asıl tehlike de buydu: Son derece hatalı bir temsilin böylesine yüceltilmesi.

Serinin dördüncü filminde Edward Cullen
(Robert Pattinson) ve Bella Swan (Kristen
Stewart) sonunda vuslata eriyorlardı.
Popüler bir figür, bir fenomenin baş kahramanı, masum esas kadın ve her daim kurtarılması / korunması gereken değerli bir hazine olarak görülen Bella karakterinin çöküşünü hızlandıran birçok vukuatı var. Terk edilince kendini uçurumlardan atmak, yalnız kalamayacağını anlayınca teselliyi başka bir erkeğin kollarında aramak ve her iki tarafı da idare edip kendini yüce bir karar mekanizması haline getirmek... Ama Bella’nın bir kadın olarak acizliği en çok da “The Twilight Saga: Breaking Dawn - Part 1 / Alacakaranlık Efsanesi: Şafak Vakti Bölüm 1”de akıllara zarar bir boyuta ulaştı. İlk cinsel deneyimini yaşayacak olan Bella’nın gerginliği, adeta bir korku filminden fırlamış gibiydi. Gençleri cinsellikten soğutacak bu anlayış, ilk gece sonrasında hamile kalan ve çocuğunu doğurmak için ölümü bile göze alan “küçük anne Bella”ya varınca daha vahim bir hal aldı. Birkaç dakika öncesinin ürkek Bella’sı, karnındaki çocuk sayesinde bir anda güçlendi, önüne çıkan her engeli devirecek, yüce bir kadına dönüştü. İşte annelik böyle bir mucizeydi.

Mutlu aile tablosu.
Geçen hafta gösterime giren son filmde de, artık bir vampir olması sebebiyle fiziksel güç kazanan, özgür ruhlu bir genç kadına dönüşen, üstelik de insanlığının acizliğinden kurtulunca cinselliğini doya doya yaşayan bir figüre dönüştü Bella’mız. Gençlerin gözünden bakınca, durum şöyle seyrediyor: Genç kız bir vampire aşık olur, vampirin yokluğunda bir kurtadamla flört eder, vampirde karar kılar, evlenir, gergin bir ilk gece sonrası hamile kalır, doğururken hayatını kaybeder ve ölmeden hemen önce vampire dönüştürülür; vampir olunca da nihayet kendini bulur, önündeki sonsuz hayata uyum sağlayabilecek mutlu bir kadına evrilir. Ne hikaye ama!

Bir kadın tarafından yazılmış “Alacakaranlık” serisinin kadına olan bu muhafazakar bakış açısını, vampir-insan aşkının olası pürüzleri üzerinden aklamaya çalışması belki de yapabileceği en kötü şey. Seri hazır sona ermişken, sinemadaki kadın temsilleri arasında bir utanç kaynağı olan Bella’yı kimsenin özlemeyeceğini hatırlatmayı bir borç biliyorum.