Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Selin Gürel | Altın Koza’dan kalanlar

Altın Koza’dan kalanlar

12 Ekim 2016 - 10:10 | Reha Erdem'in yönettiği Altın Koza ödüllü 'Koca Dünya', yarışmanın gerçekten en iyi filmiydi.
Adana Uluslararası Film Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümünden beş film, kendini bilmez bir özgüven, tepetaklak politik doğruculuk ve geri kalan her şey…
Türkiye’de her film festivali yazısı, önce o festivalin varlığını devam ettirebilme başarısını kutlayarak başlar oldu. Herkes ve her şey, her an tehlike altında. Kültür sanat etkinliklerinde istikrar, gittikçe nadirleşen bir ayrıcalığa dönüşüyor. Bir de ipin ucundaki, İstanbul dışında düzenlenen bir film festivaliyse, vay haline…
 
Film festivallerinin kaderi, valilerin ve belediye başkanlarının elinde oldukça,  keyfi iptallerin sonu gelmeyecek. 7. yaşına girmeye hazırlanan Malatya Uluslararası Film Festivali’nin başına gelen de ancak keyfilikle açıklanabilir. Son hazırlıklarını tamamlamış, film başvuru süreci son bulmuş, film programına son halini vermiş, hatta yılın Onur Ödülleri’ni kimlere vereceğini bile açıklamış bir festivali, gerçekleşmesine 1 ay kala, sözde ileri bir tarihe ertelemek, hem açıkça iptal etmek hem de festival organizasyonundan zerre anlamamak demektir.
 
Bu şartlarda, Adana Uluslararası Film Festivali’nin yoluna istikrarla devam etmesine sevinmeyelim de ne yapalım?
 
Bu yıl Adana’da etkileyici bir yabancı film programı oluşturulmuştu. Adanalılar, yurt dışındaki büyük film festivallerinde prömiyerlerini yapmış, yılın en çok konuşulan filmlerini, Türkiye’de ilk kez izleme şansına kavuştu. Birkaç hafta sonra Filmekimi ve Altın Portakal’a uğrayacak ödüllü filmler, önce Adana’daydı. Biletlerin ücretsiz olmasının da etkisiyle, salonlar doldu taştı.
 
Ulusal Yarışma seçkisinde ise içerik itibarıyla farklı bir manzara karşıladı bizleri. Bilindiği üzere, Türkiye’deki film festivallerinde yarışan yerli filmlerin ortalama olarak yarısı, ilk filmlerden oluşuyor. Geçmişte ilk filmlerini izlediğimiz bazı yönetmenlerin ikinci filmlerini çeşitli nedenlerle çekememeleri ve bazı festivallerin prömiyer şartı nedeniyle, ilk filmlerde doğal bir bolluğa tanık oluyoruz. İtiraf etmek gerekir ki, seyirci olarak, festivalde ilk film izlemek daha gizemli ve heyecanlı bir deneyim. Özellikle orijinal ve ilham verici bir ilk filme rastlarsanız, sizin için festivalin seyri bir anda değişebiliyor. Yarışma kategorisinde yer alacak seviyeye ulaşamamış, yarışma dışı olarak değerlendirilmesi gereken ilk film örnekleriyle karşılaşmak ise tam tersi bir hissiyat yaratıyor. Bu yıl Altın Koza’da her iki ucu da gördük doğrusu.
 
Bülent Emin Yarar, 'Geçmiş'te Pulitzer ödüllü bir fotoğrafçıyı canlandırıyor.
 
Festivalde yarışan 12 filmin beşi yönetmenlerin ilk filmleriydi. Bunlardan biri olan “Geçmiş”in yönetmeni Çağdaş Çağrı’nın gösterim sonrası söyledikleri, Türkiye’de  ilk filmlerin devlet desteği alma yöntemleri adına hayli düşündürücüydü. Çağrı, filmini, festivallerin yarışma süzgecinden geçmesi için özel olarak tasarladığını şu cümlelerle itiraf etti: “Farklı bir senaryo yazmıştım. Ancak o senaryo destek alamayınca, ben de oyunu kurallarına göre oynamaya karar verdim ve Geçmiş’i yazdım. Ama sonraki filmlerimde Anadolu’daki sıradan insanların büyük hikayelerini anlatmak istiyorum.” Yönetmenin farkında olmadan verdiği ve bir de alkış alan bu cevap, bir seyirciden gelen “Cihangir’deki balkonunda manzaraya karşı sigara içen ve bütün kadınların peşinden koştuğu yalnız erkek klişesine saplanmaktan korkmadınız mı?” sorusuna yönelikti.
 
“Geçmiş”, tam da o seyircinin açıkladığı gibi, “hem kadınçeker hem kadınsavar” yalnız kovboy mitine saplanıp, bu “ıssız adam” klişesinin hayli başarısız ve inandırıcılıktan yoksun bir versiyonuna dönüşüyor. Başarılarını önemsemeyecek kadar (!) derin ve dumanlı bir melankolinin içinde yaşayan Pulitzerli fotoğrafçı tiplemesi, Bülent Emin Yarar’ın bütün çabasına rağmen en ufak inandırıcılıktan yoksun. Yönetmenin kafasındaki “festival filmi” formülü, karakterinin altını doldurmayı gerektirmiyor belli ki. Minimum diyalog, kırgın ve öfkeli kadın karakterler, iç mekanda anlamsız turlar atmadan duramayan bir kamera, ana karakterin sözde ruh halini yansıtan karanlık renkler, manzaralı balkon, bol sigara ve elbette kadınlarla yatarak içindeki acıyı harlayan prensimiz… “Geçmiş”, baştan sona “-miş gibi yapan” bir sipariş film. Ve işin kötüsü, tam da yönetmenin hedefine uygun şekilde maddi destek alıp, Altın Koza yarışmasına girebilmiş. Yönetmenin kendisi de, çıkardığı işin farkında üstelik. “Bundan sonra halka ineceğim” kabilinden açıklamalar yapıyor. Neresinden bakarsanız bakın, trajedi…
 
Hinar Saleem imzalı 'Dar Elbise' kötü anlamda dehşet verici bir deneyim.
 
Bir diğer trajedi, yine yarışmada izlediğimiz Hiner Saleem imzalı “Dar Elbise” vesilesiyle yaşandı. Filmini bir Orta Doğu şehrinde çekmek isteyen ancak çeşitli nedenlerle İstanbul’da karar kılan Saleem’in hikayesi, bu yeni coğrafyaya uyarlanma zahmetine katlanılmadığı için tek bir duygu bırakıyor üzerinizde: Dehşet. Babalarının, ağabeylerinin ve kocalarının sözünden çıkamayan kadınların özgürleşme umudunu anlatmak için yola çıkmış olan yönetmen, Türkiye’de, hele hele İstanbul’da yaşayıp da özgürlükleri kısıtlanan gerçek kadınları portrelemeye biraz olsun yaklaşmadan, başka bir ülkenin gerçeğini filmin üzerine gelişigüzel oturtmaya çalışıyor. Kalın köşeli, akıllara zarar karakterler; sahicilikten fersah fersah uzaklarda seyreden bir toplum portresi; aynı anda hem cinsiyetçi hem muhafazakar hem de homofobik olmayı başaran bir hikaye; beylik bir mesaj… Bu özellikleri öyle dehşet verici bir seyirlik vaat ediyor ki, “Dar Elbise”nin sinemasal bağlamda da çok zayıf bir film olduğu gerçeğine sıra gelmiyor bir türlü. Portrelediği toplumu biraz olsun tanımayan yönetmenin, gösterim sonrası bir seyirciden gelen “Film için ne kadar araştırma yaptınız, bu toplumu ne kadar tanıyorsunuz?” sorusuna cevabı, akıllara durgunluk veren cinstendi: “Ben sosyolog değilim, 15 yıl da araştırsam yetmez.” Türkiye’de “kadın”ı anlatmaya soyunan bu gibi filmlerin yarattığı asıl tehlike, mağduriyeti yanlış yorumladıkları halde, bu kısmen iyi niyetli misyonları sebebiyle her türlü eleştiriden muaf tutulmayı garantilemeleri. Bir bakıma, yanlış malzemelerle kurulmuş da olsa, bir politik doğruculuk özgüveni… Saleem, Türkiye’de geçen ve Türkçe çektiği filminin, Türkiye toplumunu yansıtmak gibi bir sorumluluğu olmadığını düşünüyor. Oysa tam da bu sahte yansıma üzerinden prim yapmayı hedefliyor. Filmini sosyolojik bir temele oturtamazken, bu topluma dair sosyolojik analize soyunması, “Burası Türkiye olmak zorunda değil, dünyanın herhangi bir yeri olabilir” gibi kaçamak cevaplarla geçiştirilebilecek kadar basit bir kendini bilmezlik değil maalesef. Yurt dışındaki festivaller tarafından reddedildikten sonra soluğu Adana’da alan “Dar Elbise” seviyesinde bir filmin, kadrosundaki Tuba Büyüküstün’ün popülerliğine rağmen, Altın Koza tarafından da yarışmaya alınmaması gerekiyordu.
 
Ne şanslıyız ki, yukarıda bahsi geçtiği gibi, “festivalin seyrini değiştirebilecek kadar güçlü bir ilk film” de vardı yarışmada: “Albüm”. Festivalden En İyi Yönetmen dahil dört ödülle ayrılan “Albüm”, Romanya Yeni Dalgası ve Kuzey sinemasından izler taşıyan, benzersiz bir aile kurumu ve nihayetinde toplum eleştirisi örneği. Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yapan film, Türkiye’nin gündelik absürdlüğünü, evlilik vitrininde renk vermeden ayakta kalmaya çalışan bir çift üzerinden soğukkanlı bir kaçıklıkla yansıtırken, sinemamızda daha önce hiç rastlamadığımız bir anlatım tekniği kullanıyor.
 
Menderes Samancılar, "Babamın Kanatları"nda.
 
İlk filmlerden bahsederken, Kıvanç Sezer’in yönettiği “Babamın Kanatları”nı da atlamayalım. Dramatik bir işçi sınıfı hikayesini, duygu sömürüsüne hiç bulaşmadan, hafif dozda mizahla da destekleyerek anlatmayı bilen Sezer’i tebrik etmek gerek. Hikaye kurgusu konusunda bazı sıkıntıları olsa da, yaşayan karakterleri ve akılda kalan, güçlü performanslarıyla, “Babamın Kanatları” yarışmanın yüz akı filmlerindendi. Nihayetinde Adana’dan yedi ödülle döndü. Yarışmada boy gösteren bir başka yapım, Derviş Zaim’in “Rüya”sı, dallanıp budaklandıkça yolunu kaybeden bir film. Kağıt üzerinde muhakkak ilginç duran bir hikayeyi peliküle aktarırken anlamlı bir bütün oluşturamayan Zaim, sık sık tökezleyen bir anlatıya teslim oluyor. Oysa tercih ettiği sıra dışı yöntemin en ufak bir zayıflığa tahammülü yok. “Rüya”, bir taslak film sanki ve biz ilk taslağını izliyor gibiyiz.
 
Yarışmadan En İyi Film ödülüyle dönen Reha Erdem’in “Koca Dünya”sı ise gerçekten de yarışmanın en iyisiydi. Dışarıdaki kirli dünyadan kaçıp doğaya sığınan iki kardeşin masallardan ilham alan hikayesi, en çok da orijinal bir Külkedisi uyarlaması tadı bırakıyor damaklarda. Cehennemden çıkan ama cennette de tutunamayan iki kardeş/eş, Erdem sinemasının yaralayan büyülü gerçekçiliği ile koyun koyuna. Yeşim Ustaoğlu’nun son filmi “Tereddüt”teki performansıyla büyüleyen Ecem Uzun, “Koca Dünya”da da bir o kadar iyi. Festivallerde verilen Umut Veren Genç Oyuncu ödülleri yüzünden, Uzun gibi oyuncuların teorik olarak En İyi Kadın Oyuncu adaylarının dışında tutulması büyük haksızlık.