Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Seçkin Selvi | Modern bir klasik ve çağdaş bir yorum

Modern bir klasik ve çağdaş bir yorum

04 Kasım 2017 - 01:11
Mam’Art Tiyatrosu büyük gürültü koparmadan, başarı yolunda tutarlı adımlarla hızla ilerlemeye devam ediyor. Yeni oyun da buna yeni bir örnek
KIZGIN DAMDAKİ KEDİ- Yazan: Tennessee Williams, Yöneten: Serkan Salihoğlu, Çeviren: Serkan Salihoğlu, Tuğrul Tülek, Feri Baycu Güler, Sahne tasarımı: Serkan Salihoğlu,  Feri Baycu Güler, Işık tasarımı: Serkan Salihoğlu, Kostüm tasarımı: Feri Baycu Güler, Sanem Türkkan, Oynayanlar: Sezin Akbaşoğulları, Tuğrul Tülek, Ayten Uncuoğlu, Ünal Silver, Bennur Duyucu, Ömür Kayakırılmaz.
 
Bu yazıya, oyuna değinmeden önce kişisel olduğu kadar sanırım İstanbullu tiyatro izleyicileri için de geçerli bir sorunu paylaşarak başlamak istiyorum. Bir dostumun tatil köylerinde belirli saat aralığındaki kahvaltı sistemi için söylediği güzel bir söz vardır: “İnsan uyanınca kahvaltı eder, burada kahvaltıyı kaçırmamak için uyanmak zorundayız.” Bu görüş ne yazık ki neredeyse salonsuz duruma düşürülen İstanbul’daki özel tiyatrolar için de geçerli: İnsan yaptığı işlere güvendiği toplulukların yeni oyunlarını ya da çok beğendiği yapıtların yeni yorumlarını izlemek için tiyatroya gider anlayışı, özel tiyatroların yerleşik salon yoksunluğunda oyunlarını farklı salonlarda sergilemek durumunda kalmasıyla, semt kovalamacaya dönüştü. Hem de İstanbul gibi, neredeyse il sınırının tamamı yerleşim alanı olan, Anadolu yakasındaki ucu ile Avrupa yakasındaki ucu arasında yaklaşık 125 kilometre mesafe bulunan bir şehirde bu kovalamaca gerçek bir soruna dönüşüyor. Diyelim ki Levent’te oturuyorsunuz, tiyatroya gidebilecek tek gününüz var ve belirli bir topluluğu izlemek istiyorsunuz. O topluluğun size uygun olan gününü ve semtini yakalamak işte en büyük mesele. O nedenle de tiyatro-seyirci ilişkisinde sorunlar yaşanıyor sanırım. Farklı salonlarda oynamak her iki yakadaki seyirciye ulaşma olanağı yaratıyor görüşünü de kabullenemiyorum. Her iki yakadakiler için günü ve semti denkleştirmek sorunu değişmiyor. Tabii bir de o kovalamaca sonunda izlediğiniz yapıt sizi hüsrana uğratırsa vay halinize. Ben de öyle bir gün ve semt denkleştirmesiyle bir başka yakada Mam’Art’ın yeni oyununu izleyebildim. Neyse ki, sonuç hüsran olmadı.
 
 
İki yıl önce Neil LaBute’un “Özel Kadınlar Listesi” oyunuyla perde açan, geçtiğimiz sezon da Eve Ensler’in “Nereye Gitti Bütün Çiçekler” oyunuyla çalışmalarını sürdüren Mam’Art bu tiyatro döneminde “Kızgın Damdaki Kedi” ile seyirci karşısına çıkıyor. İlk gençliğimizin Elizabeth Taylor, Paul Newman, Burl Ives, Judith Anderson’ın rol aldığı kült filmi, Broadway’deki ilk oynanışında Maggie’yi Barbara Bel Geddes’in, Brick’i önce Ben Gazzara’nın, daha sonra Jack Lord’un canlandırdığı, Burl Ives’ın sahnede de baba rolünü üstlendiği tiyatro literatürünün modern klasiklerinden “Kızgın Damdaki Kedi”. Tennesee Williams’ın bu unutulmaz yapıtı, şimdi çok farklı bir sahneleme anlayışıyla karşımızda. 
 
Oyun ve yorumu
 
Mississippi’nin bunaltıcı bir yaz gecesinde, soylarının devamına meraklı tutucu bir Güneyli aile, babalarının 65. doğum gününü kutlamak için aile çiftliğinde toplanır. Lisedeyken iyi bir futbolcu olan oğul Brick, neredeyse alkolik olduğunu unutup eski günlerini yad etmek isterken bacağını kırar ve çiftliğe koltuk değnekleriyle gelmek zorunda kalır. Karısı Maggie ile arasındaki cinselliğe ve aile mirasının kime kalacağı konusuna dayanan sorunlar evliliklerini iyice sarsma noktasına getirmiştir. Brick’in can dostu Skipper’le birbirlerine aşırı düşkünlüğü karısının kafasında bazı soru işaretleri oluştururken, ailenin büyükleri de Brick ve Maggie çiftinin neden çocukları olmadığına kafayı takmışlardır. Aile ile karı koca arasında bu konular birer sır olarak kalırken babanın günlerinin sayılı olması da bir başka sır konusu olur.
 
Pek çok oyundaki başarılı yorumlarına aşina olduğumuz yönetmen Serkan Salihoğlu, oyunu alıştıklarımızın dışında bir çerçeveye oturtmuş. Oyun kişilerini çekirdek aileye indirerek, dolayısıyla oyunu tek perdeye sığdırarak başarılı bir dramaturgi çalışması yapmış. Gerek başka ülkelerde, gerekse Türkiye’de daha önce sahnelenen Tennessee Williams oyunları geleneksel ev içi/bahçe dekorlarında oynanırken Salihoğlu bütün aileyi boş denebilecek bir mekânın farklı köşelerine yerleştirmiş ve birkaç sandalye, bir karyola, bir koltuk, bir ayna ve bir elbise askısıyla sınırlı dekor parçalarıyla oyun düzenini tamamlamış. Mek’an farklılıkları ışık değişimleriyle aktarılıyor. Anne, baba, erkek kardeş ve karısı oyun boyunca arka plandaki sandalyelerde oturuyorlar. Kendi sahneleri geldiğinde öne çıkıp rollerini canlandırıyorlar. Maggie ve Brick ise hep ön sahnede yer alıyor. Bu düzen oyun akışını hızlandırdığı gibi, farklı sahnelerde oynama zorunluluğuna da kolaylık getiriyor. Dahası, söz ağırlıklı olduğu için bir noktadan sonra monotonlaşabilecek olan oyun, bu rejiyle hareketlilik kazanıyor, hantallığa düşme tehlikesinden kurtuluyor. Gördüğüm kadarıyla titiz bir dramaturji çalışmasıyla oyun Maggie,-Brick ve Brick-baba ikilisine odaklanmış. Bu kişilerin diğer aile bireyleriyle olan diyalogları ve o bireylerin oyun yapısı içindeki yerleri ikinci plana aktarılarak oyunun ekseni yalınlaştırılmış. Maggie’nin ailenin karşısına geçip oyunun sürprizi olan açıklamasını yaptığı sahne, bu yapı içinde finali zirveye çıkaran bir yaklaşım oluyor. Sahnenin arka planına, ailenin oturduğu sandalyelerin tepesine yerleştirilmiş olan bir sıra ışık, bazen özellikle ön sıralardaki izleyicilerin gözünü almak gibi bir olumsuzluk yaratıyor, ama bunun kolayca giderilebileceğini sanıyorum.
 
Sezin Akbaşoğulları bütün aile bireyleriyle
 
Hayallerini, fikirlerini ve yaşamının büyük bölümünü paylaştığı arkadaşı Skipper’ın intiharından sonra kendini içkiye vererek alkolikleşme eşiğine gelen, hiçbir konuda ödün vermeye yanaşmayan, duygulu, duyarlı Brick, Tuğrul Tülek’in incelikli oyunculuğuyla hayata geçiriliyor. Karı-koca kavgalarında bile ses tonunu yükseltmeyen, aşırılığa kaçmayan Tülek, o kavgalardan birinde patlama noktasına gelince gerçekten inandırıcı oluyor. Skipper’la ilişkileri konusunda insanların kafalarındaki soru işaretlerine açıklık getirmemek duyarlılığıyla da kişinin özeline olan saygıyı  vurgularken o ilişkini  gerçekliğini de vulgerleşmeden hissettiriyor.. 
 
Kızgın damdaki kedi deyimi, tam çevirisiyle diken üstünde olmak anlamında bir deyim. Oyunun “kedisi” Maggie de her an diken üstünde olan, kızgın sac dama basamadığı için gerginlikten zıp zıp zıplayan tatminsiz, histerik bir kadın. Oyunun başından sonuna kadar rolünün hakkını vererek çok başarılı bir performans gösteren Sezin Akbaşoğulları karyolanın üstünde zıpladığı sahnede, yatak gerçekten kızgın bir çinko dama dönüşüyor ve Akbaşoğulları öfkenin çaresizliğe, çaresizliğin öfkeye dönüşmesini abartmadan aktarmayı başarıyor.
 
Annede Ayten Uncuoğlu ile babada Ünal Silver deneyimli oyunculuklarıyla göz dolduruyorlar. Bir yandan torun torba sahibi olmayı düşleyen Güneyli bir çiftin hayallerini, öte yandan babanın hastalığıyla ilgili umutlarını ve düş kırıklıklarını içtenlikli bir biçimde aktarıyorlar. Ünal Silver baba-oğul dertleşmesindeki sahnede kendi yaşam felsefesini dile getirirken, Ayten Uncuoğlu gerçekleri yok sayarak yok etmeye çalışırken çarpıcı karakterler çiziyorlar. Fazla sivrilmemiş rollerde ikinci oğlu oynayan Ömür Kayakırılmaz ile karısını canlandıran Bennur Duyucu rollerinin gereğini yerine getirerek ekip oyunculuğuna katkıda bulunuyorlar.
 
“Kızgın Damdaki Kedi” yönetmenin ve oyuncuların yorumuyla bu yılın izlenmeye değer yapımlarından biri olarak öne çıkan, ihmal edilmemesi gereken bir oyun.
 
İletişim: 0212.253 67 11 – 0533. 373 43 79
 

Amerikalı oyun yazarı Rajiv Joseph’ten bir kara mizah

 
Bana her şeyden uzaklaşıp ormanda yaşamak istemeyeceğini söyle o zaman!
 

Arkalarında bakmamaları gereken bir anıt ve yüzyıllardır doğru sanılmış bir söylence olan iki adam yaşamı ve otoriteyi sorguluyor

 
TAC’IN NÖBETÇİLERİ- Yazan: Rajiv Joseph, Çeviren-yöneten: Sami Berat Marçalı, Yrd. yönetmen: Seda Türkmen, Dramaturg: Dilek Tora, Dekor-kostüm tasarımı: Marta Montevecchi, Işık tasarımı: Alev Topal, Orijinal müzik-ses tasarımı: Ersin Ersavaş, İllüstrasyon: Dilan Sarıoğlu, Fotoğraf-teaser: Çağla Çağlar, Asistanlar: Abdullah Karanfil, İlayda Öncü, Maral Tatar, Oynayanlar: Kaya Akkaya, Murat Eken
 
1648 yılında, Hindistan’dayız ya da 2017 yılında yeryüzünün herhangi bir yerindeyiz. Karşımızda iki asker, iki nöbetçi. Ellerinde murassa birer eğri kılıç,  bellerinde palalar. Arkada dünyanın en ünlü aşklarından biri adına yaptırılan, dünyanın en ünlü anıtlarından birinin, Tac Mahal’in silueti. Dillere destan hikâyesi ve eşsiz mimarisiyle dünyanın yedi harikasından biri olmuş, aşkın ve cennetin tasviri görkemli yapı Tac Mahal'in doğumuna saatler var. Günün ilk ışıklarında görülmeyi beklemekte. Meraklı gözlerden uzak tutulması için on altı yıl bir duvarın arkasına gizlenmiş, kimsenin neye benzediğini bilmediği bir güzellik. O duvarın önündeyse uçan tahtırevanlar, taşınabilir delikler ve rengarenk kuş sürüleri var.
 
“Masallar çocuklar içindir. İmparatorluk nöbetçileri için değil!”
 
O söylenceye göre Şah Cihan, anıtın güzelliğini inşaatta çalışan yirmi bin işçiden başkasının görmesini inşaatın sürdüğü on altı yıl boyunca yasaklamış. Anıt tamamlanır tamamlanmaz da Tac Hahal’in güzelliğine eş başka bir yapı inşa etmesinler diye o yirmi bin işçinin ellerini kestirmiş. Bugün bunun yalnızca bir efsane olduğunu biliyoruz, ama o dönemde yaşayanlar, hele Şah Cihan’ın kulları sıradan nöbetçiler gibi olanlar, anlatılanların gerçekliğini çaresizce kabullenmişler. Yine de çocuk olmadıklarından masallara pek de kulak asmak istemezler. En azından bazıları.
 
Karşımızdaki Hümayun ve Babür adlarındaki iki nöbetçiden biri de kulak asmayanlardan. Yüksek mevkideki birinin oğlu olan, belki de imparatorluk nöbetçiliğine babasının nüfuzu sayesinde getirilen Hümayun, büyüklerinin her şeyin iyisini bildiğine tartışmasız inanan, inanmazsa neredeyse çarpılacağını düşünen, arada bir göbeğini kaşımaktan başka eylemi olmayan biridir. İkinci nöbetçi Babür ise gördüğü, duyduğu her şeyi merak eden, sorgulayan ve Hümayun’un kendilerine dayatılan gerçeği kabullenişine itiraz edip, “Bence Allah bizim daha çok şey öğrenmemizi, daha çok şey bilmemizi istiyor,” çıkışını yapan biri olarak görülmesi yasaklanmış anıtı ille de görmek ister. 
 
Ama güzelliği görmenin, güzelliğe bakmanın, güzelliğe sahip olmanın bir bedeli vardır. Mesele o bedeli ödemeye hazır olup olmamaktır. Oyun işte bu ikilemden hareketle otoriteyi, kişinin birey olarak var olma hakkını, karşıt görüşlü iki kişinin ileri sürdükleri düşüncelerle sorguluyor. Bu sorgulama, kesin kamplara ayrılmış toplumlarda insanların aynı konuda nasıl farklı uçlara sürüklendiklerini gösteriyor.
 
Oyun ve yorumu
 
B Planı topluluğunun ikinci yılında, tiyatromuzu gençleştiren kişilerden biri olarak tanıdığımız Sami Berat Marçalı yorumlamış oyunu. Boş bir alanda, farklı sahne görüntülerinin projeksiyonla yansıtılarak kullanışlı bir dekor oluşturduğu kutu biçiminde bir fonun önünde, yine o boş alanda duruyor nöbetçiler. Şafak vaktindeyiz. Güneş ha doğdu ha doğacak ve arkalarındaki o tamamlanmış güzellik dünyaya sunulacak. Ama Babür’ün meraklara açık yapısı güneşin doğuşunu bekleyecek kadar sabırlı değil.  Nöbetçilerin nöbetteyken konuşması da yasak olduğundan, Hümayun’un kaş göz işaretiyle yaptığı uyarılar sonuçsuz kalır. Yönetmen Marçalı, iki nöbetçiyi yan yana yerleştirerek ve konuşma yasağını hareketsizlikle de pekiştirerek oyunun akışını sözlere bindiriyor. Marta Montevecchi’nin Hint çağrışımı yapan kostümleri ve sözünü ettiğim kullanışlı dekor tasarımı ile Alev Topal’ın nokta atışı ışık düzeni de Marçalı’nın yalın yorumunu gerçekleştirmeyi sağlıyor. 
 
Konuşmaların ve hareketlerin çok sınırlı olduğu oyun düzeninde, Hümayun’u oynayan Kaya Akkaya, mimikleriyle sözlerden çok daha etkili bir ustalık sergiliyor. Murat Eken’in Babür’ü ise çok sevimli bir hinoğlu hin. Sami Berat Marçalı, Kaya Akkaya ve Murat Eken, uzun lafa gerek duymadan dünya düzenini sorgulamayı ve izleyicilere de o sorgulamanın kapılarını açmayı başarıyla gerçekleştiriyorlar. 
  
İletişim: 0542.761 54 29  
 
 
Su Yücel, Hasan Ali Yücel’in torunu, ressam Güler Yücel ve şair Can Yücel’in kızı. Çocukluğunda resim öğretmeninin resmini yarışmaya göndermesiyle başlayan serüveni Strasbourg Beaux-Arts’da aldığı resim eğitimiyle devam etti. Camille Hirtz, Camille Claus ve Sarkis Zabunyan'dan dersler aldi. Strasburg, Ürdün, Viyana, Vancouver gibi dünyanın çeşitli yerlerinde kişisel sergiler açtı. Halen İz TV için Türkiye’nin değişik bölgelerini kapsayan sanat temalı bir dizi belgesel hazırlamaktadır.. 
 
Sanatçının anlatımıyla; "Benim için resim yapmak bir tür günlük tutmak aslında. Bu günlüğü zamana yayılan bir dizi resimle oluşturdum. Dizinin her bir parçası benim serüvenimi, yaşamımdaki hikayeleri,duyguları, yolculukları yansıtıyor...Bu dizilerin toplamı belgeselimi oluşturdu....Kendi belgeselimi resimlerle yarattım bir nevi...Benim için resim 'Belgesel', belgesel 'Resim' oldu." 
 
Su Yücel'in resimlerinde serbest fırça darbelerinin ustalığı, farklı malzeme ve tekniklerin geleneksel objelerle buluşması dikkat çekiyor.. Eserleri yurtiçi ve yurtdışı önemli koleksiyonlarda yer alıyor. 
 
Su Yücel ; Türkiye'de uzun bir aradan sonra "Su'yun Seferi' adlı sergi ile Türker Art'ta 2 Kasım - 25 Kasım 2017 tarihlerinde izleyiciyle buluşuyor.
  
Türker Art 
Şakayık Sok. Ful Apt. No: 43 D: 2 -/ Teşvikiye
0212 296 53 25