Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Orhan Tüleylioğlu | Albert Camus ya da Özgürlük ve Devrim

Albert Camus ya da Özgürlük ve Devrim

18 Aralık 2013 - 02:12
Camus, “İnsan da, yaşam da saçmadır, boşunadır, rastgeledir, sağlam hiçbir şey yoktur, ama yine de yaşamak gerekir.” diyordu
Albert Camus, 4 Ocak 1960 günü taşrada geçirdiği bir trafik kazasında yaşamını yitirdiğinde cebinden aynı gün için satın aldığı, ama sonra kullanmaktan vazgeçtiği bir tren seferi bileti çıkmıştı. 
 
Camus, çağının örnek bir filozofuydu. Genç yaşta Nobel edebiyat ödülüne değer görülmüş, 47 yıllık yaşamına sığdırdığı tiyatro eserleri, denemeleri ve öyküleriyle 20. yüzyılın en önemli birkaç yazarından birisi olmuştu.
 
Jean-Paul Sartre, ardından şunları yazmıştı:
 
 
“Camus’yü öldüren kazaya, rezalettir diyorum, çünkü bu kaza, insancıl dünyada, en derin gerekliliklerimizin uyumsuzluğunu ortaya çıkarıyor. Camus, yirmi yaşında iken, ansızın kapıldığı, yaşantısını altüst eden bir hastalıkla, uyumsuzu - insanın budalaca yokluğunu - buldu. 
Alıştı buna, dayanılmaz koşulunu düşündü ve kendisini kurtardı. Bu iyileşmiş hasta, beklenmeyen ve dışarıdan gelen bir ölümle çiğnendiğine göre, yalnız ilk yapıtlarının gerçeği söylediği zannedilebilir. Buna göre uyumsuzluk, ne kimsenin ona ne de onun kimseye sorduğu sorudur; sessizlik bile denemeyecek, hiçbir şey olmayan bir sessizliktir.
 
Böyle olduğunu zannetmiyorum. İnsancıl olmayan, kendini belli eder etmez insanın bir bölümü olur. Durmuş her yaşantı, - bu kadar genç bir adamınki bile olsa - hem kırılan bir plak, hem de bütün bir hayattır. Bu ölümde, onu sevmiş olanlar için, dayanılmaz bir uyumsuzluk vardır.
 
Gene de bu parçalanmış yapıtı, bütün bir yapıt olarak görmeyi öğrenmek gerekir. Camus’nün insancıllığında, kendisini ansızın alıp götüren ölüme karşı insancıl bir davranış bulunduğu, onurlu mutluluk araştırmasının, ölmenin insanlık dışı gerekliliğini içine aldığı ve zorunlulaştırdığı ölçüde, bu eserde ve bu eserden ayrılamayacak olan yaşantıda, gelecekteki ölümüne karşı varlığının her anını kuşatmak isteyen bir insanın saf ve başarılı girişimini bulacağız.”
 
Albert Camus 7 Kasım 1913'de Cezayir'de Konstantine yakınlarındaki Mondovi köyünde doğdu. Mahzencilik yapan babası Lucien Camus, Alsace kökenliydi. Camus'nün doğumunu izleyen yıl, Marne savaşında yaralandı ve öldü. Camus'nün İspanyol kökenli annesi Catherine Sintes, okuma yazmayı hiçbir zaman öğrenememişti; dul kalınca temizlikçilik yaparak ailesini geçindirdi. Belcourt'un işçi mahallesinde yaşayan Camus, ağabeyi Lucien, annesi, büyükannesi ve felçli amcası iki odalı bir apartman dairesini paylaşıyorlardı. 
 
Böyle bir aileden gelen bir çocuk birçok toplumda birinci sınıf, hatta iyi bir eğitim görme şansına sahip olamaz. Neyse ki Fransız eğitim sistemi - en azından Avrupalı çocuklar için - Fransız devriminin fırsat eşitliği ilkesini gerçekleştirmeye özen gösteriyordu. İlkokulda öğretmeni Louis Germain'in dikkatini çeken Camus, bu öğretmen tarafından Cezayir'deki Lise'nin burs sınavlarına hazırlandı. Daha on üç yaşındayken André Gide, Montherlant ve Malraux'yu okumuştu, bu yazarlardan özellikle Malraux onu derinden etkileyecekti. Bu dönemde belli başlı tutkuları futbol ve yüzmeydi; özellikle yüzmenin Camus'nün eserinde neredeyse kutsallığa varan bir önemi vardır. 1930'da veremle ilk tanışmasından sonra, kalabalık aile evinden uzaklaşmak zorunda kaldı. Bir süre, edebiyat meraklısı bir kasap olan - Voltaire'ci ve anarşist geleneğin üyesi olduğu da söylenir- eniştesi Gustave Acault'nun yanında oturdu. 1932'de, Cezayir Üniversitesi'ndeyken erken dönem kitaplarından ikisini ithaf ettiği Jean Grenier'nin etkisi altına girdi.  
 
Camus, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Combat gazetesinde yazdığı yürekli yazılarla çağının gerçek bir tanığı olduğunu ispat ederken hem Fransa'nın Cezayir ile yaşadığı sorunlar hem de kısa süre önce üyeliğe kabul edildiği ve yükselişini sürdüren Komünist Parti ile mesafelerini açıkça ortaya koymuştu. 
 
Kızı Catherine Camus  "Babam, ünlüymüş o meğer, ölene kadar bilmiyordum. Öldüğü zaman anladım. İmrenilecek bir durum değil” diyor ve şunları ekliyordu:   
 
“Benim için babaydı o. Tuhaf, ama tuhaf şey. Gülüşüne bayılırdım. Başkaları için, Albert Camus bir efsaneydi, baba değil. Bilincinde olmadığım ve babamın bizden uzak tuttuğu şöhret, erkek kardeşimle benim üstümüze düştü ve ezdi bizi. 14 yaşındaydım. Hiç kimse, hiç ama hiç kimse benim acı çekebileceğimi düşünmedi. Annem bile. Darmadağın olmuştu. ( …)
 
Okulda babamın mesleği sorulduğu zaman, ben de “yazar” diye yanıt verdiğimde dert oluyordu bu bana. Marangoz bir meslek erbabıdır. Ya yazar? Evde kalıp çalışma masasının başında bir şeyler karalayan adam miskinin teki sayılır… Babamı rahatsız etmememiz beklenirdi. Ama rahatsız ettiğimizde de hiçbir şey demezdi. Oturup kalkmak, yemek yemek ve başkalarına saygı göstermek konusunda hem dikkatliydi hem de ciddi. Annemin ya da anneannemin tokatlarını yeğlerdim fazlasıyla. Onlarlayken, bir aptallık ettiğimde kesilecek faturayı bilirdim. Öderdim, gönül rahatlığıyla sıfırdan başlardım yeniden. Babamlayken ela gözlerinin bir bakışı ve birkaç sözü yeterdi insanın kendini yerin dibine geçmiş hissetmesi için. (…)”
 
Odasında yazı takımı vardı. Babam ayakta yazardı, siyah ya da lacivert mürekkeple. Ama burada, bu taraçada, yere oturarak yazdı İlk Adam’ı. Serviye karşı. Servi hâlâ yerli yerinde.”
 
Camus,  “İnsan da, yaşam da saçmadır, boşunadır, rastgeledir, sağlam hiçbir şey yoktur, ama yine de yaşamak gerekir.” diyordu. Bu insanın insanlığı kabul etmesi ve ne kadar sınırlı olursa olsun, insan yazgısını sevmesi demekti; insan az bir şey, ama yine de çok şeyedir, demek istiyordu.
 
Kafekültür yayıncılık, dünyanın kültür belleğinin en önemli ve saygın kişilerinin biyografilerine yer verdiği yeni dizisi Kişiler’in ilk cildini 7 kasım 2013 günü 100. yılına giren unutulmaz Fransız yazar Albert Camus’ye ayırdı. Yazar ve editör Gülser Erçel'in hazırladığı, önsözünü Halil Gökhan’ın kaleme aldığı "Albert Camus: Özgürlük ve Devrim" kitabı Camus üzerine Türkçede şimdiye kadar yapılmış en kapsamlı ve yoğun çalışma.