Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Filiz Aygündüz | Uyanıncaya dek yazmak
24 Şubat 2013 - 07:02
Yılmaz Erdoğan da, son filmi “Kelebeğin Rüyası”nda Rüştü ile Muzaffer’in hikayelerini anlatıyor. Biri 22, diğeri 24 yaşında filmde. Dostlukları en büyük zenginlikleri. Şiire ve aslında hayata olan büyük bağlılıkları da...
Onlar iki arkadaştılar. Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu. İkisi de şair, ikisi de Zonguldaklı, ikisi de hayat dolu, ikisi de ölüme yakın... Mehmet Çelikel Lisesi’nde okurken vereme yakalandı Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip Uslu ise liseyi bitirdikten sonra. “Öksürüverdim / Öksürüverdim hafiften/ Derken ağzımdan kan geldi” diyordu Uslu, “Kan” şiirinde. Ama kim takardı veremi: “Şöyle bir etrafıma baktım/ Baktım ki yaşamak güzeldi hâlâ”.

1940’lı yıllardı. Mükellefiyete tabi tutulan 15-65 yaş arasındaki Zonguldaklılar maden ocaklarında çalışmak zorundaydı. Jandarma göz açtırmıyordu kaçmayı aklından geçirene. Yüzlerde is karası... Açlıktan kokan nefesler... Ama ne gam; onlar seviyorlardı yaşamayı.

Peki yaşamak neydi? Belki de bilge Chuang Tzu haklıydı, belki de bir rüyaydı: “Rüyamda kelebek olduğumu gördüm. Acaba rüyasında kelebek olduğunu gören Chuang Tzu muyum, yoksa rüyasında Chuang Tzu olduğunu görmekte olan bir kelebek miyim bilmiyorum.”

Yılmaz Erdoğan da, son filmi “Kelebeğin Rüyası”nda bu bilinmez üzerinden, Rüştü ile Muzaffer’in hikayelerini anlatıyor. Biri 22, diğeri 24 yaşında filmde. Dostlukları en büyük zenginlikleri. Şiire ve aslında hayata olan büyük bağlılıkları da... Hayalleri var onların. Bir gün gelecek herkes onları tanıyacak.

O gün geldi işte. Yılmaz Erdoğan'ın "Kelebeğin Rüyası"yla yaptığı bu aslında. Bunu yaparken, şiiri film şeritlerine öyle bir takıp takıştırıyor ki, birbirlerine bu kadar çok yakışıyor olmalarına bir kez daha hayran kalıyor insan. Güçlü bir sinema dilinin eşlik ettiği ‘al gözüm seyreyle’ dedirten görsel şölen de cabası. Erdoğan'ın kurduğu dengeli yapı sayesinde, saat gibi çalışıyor tüm sahneler. Her şey kararında. Sadece iyi bir yönetmenlik sınavı verip ‘başyapıtını’ çekmekle kalmıyor üstelik, Behçet Necatigil rolünde de rafine bir oyunculuk sergiliyor. Rüştü Onur’u canlandıran Mert Fırat, çoktan kanıtladığı yeteneğini bu filmle biraz daha ileriye taşıyor. İlk ciddi beyaz perde performansıyla karşımıza çıkan Kıvanç Tatlıtuğ’a gelince, Muzaffer Tayyip Uslu’nun ‘veremden erimiş beden’inde devleşiyor. Hepsi de konuşturuyor oyunculuklarını. Tane tane, usul usul... Tek kelimesini atlamak istemiyor insan.

Gaz lambalarının ışığında, o çok kıymetli beyaz kağıtlara şiirlerini yazıyor iki arkadaş. Kimi zaman kurşun kalemle... Behçet hocalarının okuldan getirdiği daktiloyla bazen. Bazen duvarlara... En çok da seyredenin kalbine. “Yazın” diyor Necatigil, “Her fırsat bulduğunuzda yazın. Yazdıklarınıza âşık olmayın ama yazın!” Öyle bir yazmak onlarınki de... Aşk da bahanesi olunca şiirin... Kelebek ömürlü bu iki şair... Yazıyorlar hep. Uyanıncaya dek...

Senaryo krizi

Filmin çekimleri sürerken, 2012 eylülünde gazetelerde çıkan bir intihal haberi kafaları karıştırmıştı. İddiaya göre Yılmaz Erdoğan’ın “Kelebeğin Rüyası” filminin senaryosu ile gazeteci yazar Hikmet Bila’nın 2007’de yazdığı “Kömür Kara” adlı senaryosu benzerlikler taşıyordu. Filmi izledikten sonra Bila’nın 2012’de Morpa Kültür Yayınları’ndan çıkan senaryosunu okudum.

Bila’nın öyküsü de 2. Dünya Savaşı yıllarında Zonguldak’ta geçiyor. Evet onun da iki önemli karakteri Kerem (Rüştü Onur) ve Engin (Muzaffer Tayip Uslu). Ama hepsi bu kadar. Bila’nın senaryosunda, seferberlik ilan edilen devletin kömür ihtiyacı nedeniyle getirilen maden ocaklarında çalışma ‘mükellefiyet’inin sonuçları insanın gözlerini dolduracak bir sahicilikle işleniyor. Erdoğan’ın senaryosunda fonda duran bu hikaye, Bila’nınkinde göçüğüyle, grizu patlamasıyla, kendini kömür taşıyan katırlardan daha değersiz hisseden işçileriyle resmin kendisi. Hikmet Bila’nın senaryosunda, Ankara’da yatılı okulu kazandığı halde, maden ocağında çalışmak zorunda kalan Ali’nin trajik öyküsü, ana damarlardan biri. Erdoğan’ın senaryosunda böyle bir karakter yok. Bila’nın şairleri, hikaye boyunca çıkarmak istedikleri dergiye yoğunlaşıyor, Erdoğan’ın senaryosunda ağırlıklı olarak aşk zemininde, şiir tutkusuyla ilerliyorlar. “Kömür Kara”da Behçet Necatigil, şairlerin tanıdığı bir isim olarak ‘tip’ boyutunda geçerken, “Kelebeğin Rüyası”nda filmin kilit noktalarında duran, işlenmiş bir ‘karakter’. Yılmaz Erdoğan ‘kelebek’ metaforuyla, varoluş sorununa da göndermede bulunuyor. Fikret Bila senaryosunda böyle bir katmana yer vermemiş.

Özetle, iddialar çıktığında Erdoğan’ın yaptığı açıklamada dediği gibi "İki senaryo arasında, gerçek hayat hikayesi olmasından ötürü var olması kaçınılmaz doğal benzerlikler dışında hiçbir ilişki yok”. Şimdi artık film de, kitap da erişilebilir halde. Bu noktadan sonra onları ilişkilendirmek Bila’nın ve Erdoğan’ın emeklerine ayrı ayrı haksızlık olur.