Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Filiz Aygündüz | Teyzem, Yalom ve ölüm
01 Ağustos 2017 - 11:08
Ölüm çok yakınıma gelmedikçe, bir kavram gibi duruyor galiba. Kabul ettiğim -öyle olduğunu sandığım- ama düşüncesini ötelediğim bir gerçek. Sürekli ölümü düşünerek yaşamak da mümkün değil zaten
Jung, 40 yaş için ‘hayatın öğle vakti’ dermiş. İki hafta öncesine kadar, hayatımın öğleden sonrasında kendi halimde yaşayıp gidiyordum. Hava hep pırıl pırıl değildi tabii. Kar da yağıyordu kimi zaman, dolu da. Ama işte sağlıklıydım. Sevdiklerim yanımdaydı. Ölüm uzaktaydı. Bir çarşamba günü geldi haber. Teyzemi kaybettim. O da olsa olsa hayatının akşam üstü saatlerindeydi. 57 yaşındaydı. Hastalığının teşhisiyle ölümü arası yedi ay sürdü. 33 kilo verdi, çok mücadele etti, hep iyileşeceğine inandı. Hatta Milliyet Pazar’da yaptığımız kanserden kurtulduktan sonra nikah tazeleyen Tülay Kırık'in haberiyle çok umutlandı. O da öyle yapacaktı. Gelin dergilerinden gelinlikler seçtik birlikte. Olmadı. Teninde yeni doğmuş bebek kokusuyla gitti.
 
Ölüm çok yakınıma gelmedikçe, bir kavram gibi duruyor galiba. Kabul ettiğim -öyle olduğunu sandığım-  ama düşüncesini ötelediğim bir gerçek. Sürekli ölümü düşünerek yaşamak da mümkün değil zaten. Ama çok canımdan birinin evine girince, benimkine de sızıyor. Korkuyu taklit eden kaygılar başlıyor. Ya anneme bir şey olursa, babama, kardeşlerime… Bana? Çektiğim acıyla birlikte o ‘kavram’ ete kemiğe bürünüyor, gölge gibi önüme düşüyor. Ölümlü oluşumuza dair, sözümona, bütün kabullenmelerim hükmünü kaybediyor. Böyle zamanlarda, aslında hayatla ilgili zor matematik sorularıyla her karşılaşışımda, kütüphanemin başköşesinde duran 768 sayfalık, farklı yaşlarımda beş kez okuduğum, her defasında farklı satırların altını farklı renkli kalemlerle çizdiğim kitaba koşuyorum. Irvin Yalom’un Kabalcı Yayınevi’nden 1999’da çıkan başyapıtı 'Varoluşçu Psikoterapi'ye…
 
Yine öyle yaptım. Teyzem, Karadeniz’in küçük bir sahil kasabasında toprağa verildikten sonra, kendimle yalnız kaldığım ilk an, kitabımı alıp 51. sayfayı açtım. 341’e kadar devam eden 'Hayat, Ölüm ve Anksiyete' bölümünü okumaya başladım. "Hayat anksiyetesiz yaşanmaz, ölümle de anksiyete olmaksızın yüzleşilmez. Anksiyete düşman olduğu kadar bir rehberdir ve otantik varoluşa giden yolu gösterebilir,” diyor Yalom. Yani bu kaygı hali normal. Ölümle yüzleşmek gerek. Bir değil birçok kez belki. Daha önce de yaptığım gibi. Peki bu yüzleşmenin faydası ne? Onu da şöyle açıklıyor Yalom: “Ölüm bize varoluşun ertelenemeyeceğini hatırlatır. Ve yaşamak için hâlâ zaman var. Eğer bir insan kendi ölümüyle karşılaşacak ve hayatı ‘olasılık olanağı’ (Kierkegaard) olarak yaşayacak ve ölümün ‘başka bir olasılığın olanaksızlığı’  (Heidegger) olduğunu bilecek kadar talihliyse, yaşadığı sürece son ana - ama ancak son ana- kadar hayatını değiştirme olanağı olduğunu fark eder.” Bir sürü şeyi değiştirme imkanı... Ve bu ancak ölümlülüğün kabulüyle oluyor. Bugün var, yarın var, öbür gün var, var da var diye bakınca ortaya çıkan rehavetten koruyor. İyi ve güzel şeyler yapma fırsatı veriyor. Devam ediyor Yalom: “Ölüm fikriyle bütünleşmek bizi kurtarır; bizi korku ya da kasvetli kötümserlik varoluşuna mahkûm etmekten çok, bizi daha otantik hayat tarzlarına atmak için bir katalizör olarak hareket eder ve hayattan aldığımız zevki arttırır. Bu görüşü destekleyen, ölümle kişisel olarak yüzleşmiş insanların tanıklıkları var elimizde.” Hayattan zevk alma kabiliyeti de ölüm fikrini kabul etmekten besleniyor yani. Peki ama nasıl yaşamalı ki, beraberinde ölüm fikrini de kabul edelim. Ona da bir cevabı var Yalom’un: “İnsan ölümü aklında tutarak varoluşun sayısız getirilerine karşı takdir etme ve minnettarlık duyma durumuna geçer. ‘Nasıl yaşanacağını öğrenmek istiyorsan ölümü düşün’ derken Stoiklerin kastettiği budur. Burada söylenen şey sürekli olarak hastalıklı bir ölüm meşguliyeti değil, varlığın bilinçli ve hayatın daha zengin hale gelmesi için zemin ve figürün odakta tutulması ısrarıdır. Santayana’nın söylediği gibi ölümün sunduğu karanlık arka plan hayatın yumuşak renklerini bütün saflığıyla öne çıkarır.” Ve en önemli soru, bu korkuyla nasıl başa çıkılır? Söz yine Yalom’un: “Tatmin hissi, hayatın iyi yaşandığı hissi, ölüm korkusunu hafifletmektedir. Nietzsche tipik abartısıyla şöyle demektedir: ‘Mükemmel hale gelen, olgunlaşan her şey - ölmek ister. Olgunlaşmamış her şey yaşamak ister. Bütün acı çekenler yaşamak ister, böylece belki olgun ve neşeli ve arzulu olabilir - daha ileride, daha yüksekte ve daha parlak olanları arzular.”
 
Acım çok büyük hâlâ. Yalom’un tabiriyle ‘yürüyen bir yara’ gibiyim. Elim varmıyor numarasını telefonumdan silmeye… Ama bir kez daha anladım ki ölümlülüğümüzü kabul etmem lazım. Teyzeminkini, annemin, babamın kardeşlerimin, sevdiğim tüm insanların ve kendimin ölümlülüğünü. Bunun için daha fazla mesai yapmalıyım. Böyle bir derdiniz varsa sizin de, Yalom’un kitabını mutlaka okuyun. Sadece bunun için değil insanın şifrelerini çözmek için… Hayatın gece yarısı gelip bir balkabağıyla yalnız kalmamak için…