Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Elif Tanrıyar | "Okumak seksidir”
23 Ocak 2018 - 02:01
Çağdaş dünya edebiyatının en önemli isimlerinden İngiliz yazar Jeanette Winterson, “Sanat Başkaldırır”da, ‘görme biçimlerinden’ nabız gibi atan tutkulu bir dille bahsediyor.
“Okumak seksidir.” Bunu ben demiyorum, Jeanette Winterson “Sanat Başkaldırır, Coşku ve Cüretkarlık Üzerine” (Sel Yayınları) adlı, sanat ve edebiyat üstüne yazdığı denemelerinden oluşan kitabında söylüyor. Kitabın adında, İngilizce anlamından kaynaklanan bir çift anlamlılık var aslında. Orijinal adıyla “Art Objects”, yani aynı anda hem “Sanat başkaldırıır” hem de “Sanat objeleri” anlamına geliyor. Bu çift anlamlılığı kitap boyunca da görüyorsunuz aslında, çünkü Winterson bir yandan sanatın coşkulu ve cüretkar yönünden bahsederken, bunu çeşitli sanat ve edebiyat yapıtları üstünden yapıyor. Ve asıl olarak kendi cüretkar ve coşkulu dilini konuşturuyor. Zaten kendisi de “Ben dil uyanırım, dil uyurum,” diyerek, bu dünyadaki en büyük tutkusunun, herkesten ve her şeyden önce dil ve kelimeler olduğunu defalarca söylüyor. Her seferinde daha da tutkulu ve esrik bir şekilde…
 
 
Ama öncelikle kitaba adını da veren ilk bölüm olan “Sanat Başkaldırır”da,Winterson’ın değme sanat kritiklerine şapka çıkartacak bir denemesiyle karşılaşıyoruz. Hayatı boyunca dili ön planda tutmuş bir edebiyatçı olarak, beklenmedik bir anda bir tabloya ilk görüşte aşık olmasıylaresim sanatına nasıl tutulduğunu anlattığı bu bölüm, masalsı güzellikte bir atmosferle bu güzel kitabın da açılışını yapmış oluyor. “Bir seferinde Noel’de Amsterdam’a gitmiştim. Kar yağıyordu, kanallar soğuktan buz tutmuştu. Neşe içinde tek başıma ‘flaneur’lük ederek dolaşıyordum. Küçük bir galerinin önünden geçerken bir tablo gördüm; beni durdurma gücü, yoluma devam etme gücümden fazla olan bir tablo.”
 
 
Ve ardından şehirdeki müzeleri gezebilmek için seyahatini uzatan Winterson, bir yandan dünyada yeni bir dil olduğunu keşfederken (sanatın ve resmin dili), bir yandan da bu dili aslında hiç bilmediğini ve bu sanat eserlerini ‘okuyamadığını’ fark ediyor. Ardından da en iyi bildiği şeyi yapıp kendi kendisini hummalı bir okuma kursuna sokup, sanat üzerine sıkı bir eğitimden geçiriyor. Ama onları tanımanın asıl yolunun onlara dikkatle bakmaktan geçtiğini de unutmadan… Ve sonrasında da (müteveffa John Berger’in kulakları çınlasın!) bakmak ve görmek üstüne müthiş bir algı düzeyine erişip, bizlere de bu yazıyı armağan ediyor. Sanatı ve özellikle de güncel sanatı anlamak için onu anlamsızlık ve tuhaflıkla yargılamadan önce, asıl sorunu önce kendi bakış açımız ve bilinç düzeyimizde aramamız gerektiği bilincini de bize kazandırmayı ihmal etmeden… Ve şöyle diyor; “Hakiki sanat, onunla karşı karşıya kaldığımızda, olduğumuz ‘ben’e meydan okur.”
 
 
Bu nefis ilk bölümün ardından ise bildiği en iyi şeyi yapıp edebiyatın sularında dolaşmaya başlıyor. Bu kez de edebiyat tarihine dalıp gözde yazarları kadar ona çok hitap etmeyenleri de ihmal etmeden, yazarlar ve eserleri üzerinden bir ‘bakma ve görme’ eylemine girişiyor. Yeri geliyor tarihsel dedikodulardan bahsediyor yeri geliyor kişisel okuma zevklerinden… Bir yandan belli bir dönemdeki edebiyat tarihine değin adeta bilgilendirici bir mini kurstan geçiyorsunuz bir yandan ise daha önce varlığını hiç fark etmediğiniz yeni bakış ve değerlendirme perspektifleri kazanıyorsunuz. 
 
 
Edebiyat tarihindeki en önemli kurgusal oyunlardan “Orlando” ile Virginia Woolf, “Alice B. Toklas’ın Otobiyografik Yaşamı” ile de GertrudeStein’dan bahsettiği kitabında, kendisi de sürekli gerek dil gerek anlam gerekse de kurgu oyunları yapan Winterson; kendi yazınından bahsettiği son bölümde ise bu oyunların altını defalarca çizerek hem okurunu tatlı bir huzursuzluğa sürüklüyor hem de sanatın ister resim ister edebiyat olsun anlamlı zıtlıklar ve deviniler üstüne kurulmuş olduğunu gösteriyor bize. Bir de sonsuz bir akış ve canlılık…
 
 
Cinsel kimlik meselelerini de atlamadığı kitapta, Winterson’ın kendi çocukluğu ve aile yaşamından bahsettiği son derece kişisel bölüm ise, dile ve edebiyata neden bu kadar tutkulu olduğunu son derece çarpıcı bir şekilde gösteriyor size. Kelimelerin sonsuz bir şelaleden akar gibi ona nasıl ulaştığını ve neden her daim bir tür dil esrikliği içinde yaşadığını derinden hissediyorsunuz. 
 
 
“Ben kitaplara güvenirim,” diyor Winterson ve ardından ekliyor “Sınır tanımaz bir güven, tutkunun parçasıdır. Madem ‘Doğa kendini seven yüreği hiç aldatmamıştır,’ dil neden aldatsın ki?” Kitaplara ben de güvenirim. Çocukluğumdan beri beni hiç aldatmadılar. Öte yandan görünmez bir güce sahip olduklarını da bilir ve o yüzden onlara her daim belli bir sakınım ve saygıyla yaklaşırım. Tıpkı Winterson’ın da söylediği gibi; “Siz bir kitabı elinize alabilirsiniz ama bir kitap sizi odanın öbür ucuna fırlatabilir. Bir kitap sizi rahat koltuğunuzdan alıp deniz kenarındaki kayalıklara taşıyabilir. Bir kitap sizi kocanızdan, karınızdan, çocuklarınızdan, bütün benliğinizden ayırabilir. Ömür boyu çektiğiniz bir acıyı dindirebilir. Kitaplar kinetiktir ve her devasa güç gibi, onu elinizde tutarken dikkatli olmanız gerekir.”
 
Jeanette Winteson, evet haklı. Okumak seksidir ve kelimeler ruhumuzu coşku ve cüretkarlıkla esrikleştirir.