Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Yazarlar » Elif Tanrıyar | Efsanelerin gölge tanıkları

Efsanelerin gölge tanıkları

18 Temmuz 2017 - 10:07 | Solda, Celeste Albaret Proust'un büstüyle; sağda Joyce Johnson, Kerouac'e dair diğer kitabı "Minor Characters"ı yazdığı sıralarda.
İki özel kadın, edebiyat tarihini değiştirmiş iki efsane yazarın yaşamını anlatıyor. Marcel Proust’u sadık hizmetkarı Celeste Albaret’den, Jack Kerouac’ı sevgilisi Joyce Johnson’dan dinliyoruz
Edebiyat her zaman tesadüfleri sever. İki kadın… İkisi de 22 yaşında, tüm hayatlarını baştanbaşa değiştirecek iki erkekle tanıştılar. Ve sonrasında yalnızca kendi kişisel tarihlerini değil, dünya edebiyat tarihini de etkileyecek bir yaşama adım attılar.
 
Bu iki kadından ilkinin adı Celeste Albaret’ydi. Fransa’nın bir taşra kasabasında yaşarken, 1913 yılında evlenip, özel şoför olan kocasının işi nedeniyle Paris’e taşındı. Ve orada, kocasının en özel müşterisi olan Marcel Proust ile tanışmasıyla tüm hayatı bir anda değişti. O yıl, Proust’un başyapıtı olan "Kayıp Zamanın İzinde"sinin ilk cildi olan "Swann’ların Tarafı"nın yeni yayınlandığı da dönemdir. Ve Monsieur Proust’un imzaladığı kitapları adreslere götürmesi için kendisine bir kurye lazımdır. Bu hiç tanımadığı şehirde fena halde sıkılan genç Celeste için böylece bir iş doğar. Esasında bu iş biraz da ince düşünceli, hassas Proust’un sevgili şoförünün genç eşinin bir tür depresyona girmek üzere olduğunu sezmesiyle yaratılmıştır biraz da. Sonrasında ise tarih kaderin ağlarını örer, tesadüfler birbirini kovalar ve Fransa’nın 1. Dünya Savaşı’na girmesiyle birlikte hem Celeste’in kocası hem de Proust’un uşağı savaşa çağrıldıkları için bu iki insan Paris’te birbirlerine sığınmak zorunda kalırlar. Görünürde Celeste, onun hizmetkarıdır ancak gerçekte Proust’un ölümüne dek geçecek olan o yaklaşık on yıl boyunca, en sadık sırdaşı ve dostu olur. Ve en önemlisi de bütün bu yıllar boyunca "Kayıp Zamanın İzinde"nin satır satır yazılmasını izler. O dev eserde yer alan irili ufaklı olayların ve karakterlerin aslında nelerden ve kimlerden ilham alınarak doğduğuna tanıklık eder. İşin en vurucu yanı ise müzmin hasta ve doğuştan hassas ve takıntılı bir ruha sahip olan bu edebiyat dâhisinin gündelik yaşamını, tıpkı görünmez bir elin tam zamanında değmesi gibi kolaylaştırarak, dünya edebiyat tarihine bu önemli eserin kazandırılmasına bir anlamda katkıda bulunmuş olur.
 
Düz Yazı Yayınları’ndan çıkan "Monsieur Proust", işte bu sadık hizmetkar Celeste Albaret’nin Marcel Proust’un yanında yaşadığı, yazarın son on yılını ve özel yaşamını samimi bir şekilde en küçük detayına dek anlatıyor. Albaret, sevgili Monsieur Proust’unun ölümünün ardından tam 50 yıl boyunca, kapısını aşındıran onlarca kişinin cazip tekliflerine rağmen onun aziz hatırasına ihanet etmemek için susmuş, ancak seksenli yaşlarına geldiğinde, Marcel Proust’a dair yalan yanlış söylentilerin ortalığı kapladığına şahit olunca, artık konuşmanın ve onu en yakından tanıyan kişi olarak gerçek Marcel Proust’u anlatmanın zamanı geldiğine ikna olmuş. “Tek amacım, bu dünyadan gitmeden önce onun hakkındaki bilgileri elimden geldiğince iyileştirmek. Hepsi bu. Söylenmesi şarttı,” diyor Albert. Sonrasında da bir hayalet yazar olan Georges Belmont ile aylar süren görüşmelerinin ardından ortaya bu kitap çıkmış. Bu son derece akıcı ve bir film gibi gözünüzün önünde akan kitap, yalnızca büyük bir edebiyat dâhisinin yaşamına birinci elden bir göz atmamızı sağlamıyor, gerçek anlamda ‘kayıp gitmiş bir zamanın’ da yeniden tüm ihtişamıyla gözümüzün önünde belirmesini sağlıyor.
 
İkinci kadının adı ise Joyce Johnson’dı. 1956 yılı sonbaharında, 21 yaşında, prestijli New York Barnard College’lı bir edebiyat öğrencisiyken, okuyup son derece etkilendiği "The Town and The City"nin karizmatik yazarı Jack Kerouac’la yalnızca birkaç ay sonra, Ocak 1957’de tanışacağını söyleselerdi, kuşkusuz buna pek de inanmazdı. Ancak Johnson, "On the Road"u (Yolda) 1951 yılında yazmış olsa da, henüz yayınlamamış, yani büyük şöhretiyle henüz çarpılmamış olan bu çekici adamla tanışmakla kalmamış, onunla iki yıllık bir ilişkiye de adım atmıştı. Johnson zaten sonrasında birlikte geçirdikleri bu yılları anlatan "Minor Characters" adlı bir roman da yazarak, prestijli bir edebiyat ödülüne de sahip olmuştu. Ancak bizde de Ayrıntı Yayınları’ndan bu hafta yayınlanan "Jack Kerouac’ın Yalnız Hayatı"nda, Johnson bu kez bambaşka bir döneme yoğunlaşıyor ve bu efsane yazarı çocukluk yıllarından ve ailesinin hikayesinden anlatmaya başlayarak, kitabı; Kerouac’ın "Visions of Cody"nin giriş bölümlerini yazdığı dönemde, 1951 yılının Kasım ayında olanları anlatarak tamamlıyor.
 
Jack Kerouac ve Joyce Johnson '50'lerin sonunda New York'ta.
 
Johnson, bu biraz sıra dışı yöntemini seçme nedenini şöyle açıklamış; “O’nun hikayesinin yalnızca bir bölümünü aktarmayı seçtim. Çöküş döneminin kasvetli detayları başka kitaplarda bulunabilir ancak bana göre önemli olan, Jack’in kendi bakış açısına uyan bir üsluba ulaşmaktaki zaferidir -onu okumaya devam edecek olmamızın sebebi de budur-. Beat Kuşağı’nın varlığı çok uzun süre devam etmemişken, Jack’in eserleri yaşamaya devam etmektedir.”
 
Joyce Johnson, her ne kadar Kerouac’ı kız arkadaşı olması sebebiyle yakından tanıyor olsa da, anlatmış olduğu dönemde onun yanında değilmiş tabii. Ancak yine de hemen hemen başka hiçbir Kerouac araştırmacısına nasip olmayan bir lükse sahip olmuş ve Kerouac’a dair en nitelikli arşiv olan ve dışarıya kapalı durumdaki (Kerouac’ın mirasçıları hariç) New York Halk Kütüphanesi’ndeki Berg Koleksiyonu’na ulaşma iznini elde etmiş. Ve kitabını da buradan elde ettiği Kerouac’ın kendi sözlerine, özel mektuplarına, en yakın arkadaşlarının, özellikle de Allen Ginsberg, Neal Cassady ve John Clellon Holmes’ün mektuplarına, günlüklerine ve kitaplarına dayandırarak yazmış. Joyce Johnson da, aynı Celeste Albert gibi bu kitabı yazmadan önce uzun bir süre beklemiş yine de. "'Zavallı Leecie' diye yazmıştı Jack benim de bir karakter olarak yer aldığım 'Desolation Angels'ta, ‘Yahudi olmayan beni hiç anlamadı.’ Eğer bu biyografiyi, çok daha az sayıda güvenilir bilginin mevcut olduğu ellilerimdeyken yazmış olsaydım şüphesiz ki hatalı varsayımlar beni yanlış yollara sürüklerdi,” diyor Johnson bu konuda.
 
Kitabın en dikkat çekici özelliği, çocukluğundan itibaren gözünüzün önünde büyümesine tanık olduğunuz ‘efsane’ bir yazarın, bilmediğiniz pek çok yönünü de görmeniz oluyor. Her anlamda özgürlüğün simgesi olan Kerouac’ın disiplinli bir Katolik ailede büyümüş olması nedeniyle ruhunda kalan çelişkileri de, aslında ilk gençliğinden itibaren bir yazar olmaya kendini nasıl adayıp, yoğun bir şekilde çalıştığını da, onu etkileyen ilk yazarları da birer birer okudukça, kafanızda da bambaşka bir JackKerouac imgesi oluşmaya başlıyor ve karakteri çok daha derinleşip, ölümüne doğru yaşadığı kişilik değişimleri de anlam kazanıyor. Öte yandan tabii ki başyapıtı Yolda’nın yazılma aşamasını adım adım takip etmek de ayrı bir zevk oluyor.
 
Bu iki güzel kitabı da öncelikle iki efsane yazarın ‘insan’ hallerini tanımak için okuyun, ancak yine de okur okumaz ikisinin de külliyatını baştan sona yeniden devirmek ve anlatılanların izlerini takip etmek için dayanılmaz bir açlık duyacağınızı da sakın unutmayın!