Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » “Hayat koskocaman bir yük olmaya başladı”
Ocak 2018

“Hayat koskocaman bir yük olmaya başladı”

Alper Hasanoğlu’nun farklı mecralarda kaleme aldığı yazılarını bir araya topladığı yeni kitabı cinsellikten yalnızlığa, sosyal medyanın hayatımızdaki yeri ve anlamına, günümüz insanının hayatla ve kendisiyle olan ilişkisine uzanan, kısa ama yoğun yazılardan mürekkep.

BÜLENT USTA 

 

Psikiyatrist ve psikoterapist Alper Hasanoğlu Radikal ve Milliyet ga­zetelerinde, internet üzerinden yayın yapan Diken ve Gazete Duvar’da gündelik hayatı ve günümüz insanını referans alan köşe yazılarıyla da tanı­nıyor. İstanbul Erkek Lisesi’nden ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun olan yazar İsviçre’deki Basel Üniversi­tesi’nde psikiyatri ihtisası yapıp uzun yıllar orada çalıştı. 2010’da Türkiye’ye döndükten sonra kurduğu Therepia Group çatısı altında ekibiyle birlikte klinik çalışmalarına devam ediyor. Ha­sanoğlu’nun Özge Ekmekçioğlu’nun desenlerini çizdiği kitabı “Hayat ve Di­ğer Hastalıklar” cinsellikten yalnızlığa, sosyal medyanın hayatımızdaki yeri ve anlamından toplumsal travmalara, gü­nümüz insanının hayatla ve kendisiyle olan ilişkisini ele alan kısa ama yoğun yazılardan mürekkep. Kitabı konuşmak için Alper Hasanoğlu’nun ofisine gittik ve bu defa terapi koltuğuna Alper Hasa­noğlu oturdu, kendisine merak ettikle­rimizi sorduk...

Yurt içinde ve yurt dışındaki önemli okullarda eğitim aldınız ama yine de eğitim hayatınız bitmedi. Şimdi felsefe okuyorsunuz…

Evet, öğrenciyim aynı zamanda. İstanbul Üniversitesi’nde felsefe oku­maya başladım, uzaktan eğitim aracı­lığıyla. Eski Yunanca öğreniyorum bir yandan. Hep felsefe metinleri okuyo­rum zaten. Sistematik olarak bir okuma ve öğrenme çabası içine girdim. Bir de Türk-Alman Üniversitesi’nde, YÖK’ten iznini aldığımız bir sertifika programı­nı başlatacağız 2019’da. Entegratif Psi­koterapi Sertifika Programı… 20. YY.’ın başında olduğu gibi felsefenin de işin içinde olduğu bir eğitim programı. İn­sanlar hayatlarıyla ilgili sorunlarla kar­şılaştığında yaşamak ne anlama geliyor, ben bu hayatımda ne yapıyorum, hayat nedir gibi sorular sormaya başlıyorlar. Bu soruların hiçbirisi psikoterapi so­rusu değil, felsefe sorusu. Psikotera­pist, depresyon ya da anksiyeteyi tedavi edebilir ama bu tür sorular soran birisi karşısında felsefe bilgisine başvurmak durumunda.

Kitaba dönersek, öncelikle ki­taba neden “Hayat ve Diğer Hasta­lıklar” adını verdiğinizi sormak isti­yorum. Hayat, hasta mı?

O kelime oyununun cazibesine ka­pıldım aslında. Tabii ki gündelik ha­yatım, hayatın içindeki hastalıklarla geçiyor; hekim olduğum, psikiyatrist olduğum için. Eskiden de hayat elbette zordu ama hayat günümüzde kendisi­nin getirdiği yükümlülükler ve zorun­luluklarla koskocaman bir yük olmaya başladı. Bu yükü taşıyabilecek durumda olmadığını düşünüyorum insanın.

Nasıl bir yük? Kitapta da as­lında o yüklerden bahsediyorsunuz, yabancılaşma, depresyon…

Hayat, çok fazla şey istiyor bizden. Aslında hayatı suçlamak yanlış, kapi­talist sistem bizden bunu istiyor. Solcu bir jargonla söylemiyorum bunu. Ka­pitalist sistem, insanın kendisini feda edercesine sistemin işlemesi için ça­lışmasını ve kazandığı parayı da sistem için harcamasını talep ediyor. Bu arada insanın kendisi yok olup gidiyor. Sis­tem, insandan yalnızca belli bir şekil­de yaşamasını istiyor. Bir işi olacak, bu iş için çeşitli eğitimler alacak, düzenli saatler içinde çalışacak, yaşı geldiğinde evlenecek, çocuk yapacak, çok para ka­zanmaya çalışacak, yazın tatil yapmak zorunda, kışın tatile gitmek zorunda…

Bunlar olurken çok önemli bir şeyi kaçırmış oluyor insan, diyebilir miyiz?

Evet, ne istiyor insan, gerçekten herkes bunu mu istiyor? Sistem insan­ların gerçekte ne istediğini sorgulama­sına izin vermiyor, mutlu olman için bunları yapman gerekir diyerek dikte ediyor. Bunu isteyen insanlar da ola­bilir, bunda sorun yok, ama dayatılan bu yaşam tarzını kabul etmeyenlere deliymiş gibi muamele ediliyor. İnsan­lar kendilerinden şüphe eder hale ge­liyor. Mesela bizim Alman bir biyoloji öğretmenimiz vardı, bütün yazlarını Toroslar’da kelebek peşinde koşarak geçirirdi. Bir kelebek buldu, onun adını verdiler kelebeğe. Bir sürü insan onun için deli midir nedir diyebilir, kelebek peşinde koşarak hayatını geçiriyor. An­lam, ancak bizim bulduğumuz, bizim anlamlandırdığımız şeydir. Nihayetin­de hayata baktığımızda kendiliğinden bir anlam yok. Bu boşluktan yararlanı­yor kapitalist sistem.

Anlam krizinden dolayı bu çağ­da hayat hasta diyebilir miyiz?

Evet, bu açıdan hayat hasta. Behiç Ak’ın çok güzel bir karikatürü var. Tera­pistle hasta karşılıklı oturuyor. Hasta, “Çok iyi bir işim var, çok iyi bir evliliğim var, çocuklarımın sağlığı yerinde, iyi para kazanıyorum, ama ben çok mut­suzum,” diyor. Terapist de “Yetti be sizden,” diye kızıyor. Hakikaten mutlu olmak için bunlar yetmiyor. Bunlarla mutlu olan insanlar elbette var, bunlar kötü şeyler demiyorum, ama birileri için de hayat bunlardan ibaret değil. Mutlu olmak için illa Göcek’te bir tek­nenizin olması gerekmiyor.

Kitaptaki yazılarda sosyal med­yayla ilgili eleştirileriniz var. Sorun sosyal medyanın kendisi mi, yoksa kullanımıyla ilgili mi?

Sosyal medyanın kendisiyle ilgili bir sorun yok. Güvercinle haberleşmekten mektuba geçilirken de çeşitli sorunlar olmuş olabilir. Sosyal medya, haber­leşme ve iletişim için çok güzel bir şey. Sosyal medyanın kullanım biçimlerine de karşı değilim; ama insanlar, sosyal medyayı kullanma biçimleriyle kendi­lerine kötülük yapıyor. Sosyal medyay­la insanların gösterdikleri şey, biz çok iyiyiz, çok mutluyuz, harika bir hayat yaşıyoruz.

Bunun böyle olması, Melanie Klein’ı anarsak haset etme ve haset ettirmeyle ilgili olabilir mi? Tüke­tim toplumunun bir döngüsü…

Kendilerinin kıskanılması ve hatta haset edilmesini arzuluyor olabilirler. Kendisi de haset ediyor ve böyle bir şey yaptığını biliyor olmasına rağmen, başkalarının çok mutlu fotoğraflarını gördüklerinde, onların da ‘mış gibi’ yap

 tıklarını unutup “Onlar ne kadar mutlu ben ne haldeyim,” diyor. Halbuki kendi de bir fotoğraf koyarken öyleymiş gibi yapabiliyor. İnsanlar kendi mutsuzluk­larının başkaları tarafından fark edil­mesinin, başarısızlık, değersizlik, za­yıflık olarak görüleceğini düşündükleri için, içlerinde ne olursa olsun dışarıya acayip derecede iyi bir hayat yaşıyor­muş izlenimi vermeye zorlanıyorlar. O yüzden hiçbir şey otantik yaşanamıyor.

Sahte kendilikleri teşvik eden bir ortam…

Tabii, tabii… Gerçek ve doğal olmak­ta zorlanıyorlar, kendileri olamıyorlar. Terapide de kendileri olabilmeleri için epey bir zaman geçmesi gerekiyor. Bir süre sonra fark ediyor, terapi ortamı yargılanmadıkları, kendilerini ispat et­mek zorunda olmadıkları bir yer. Sosyal medyanın insana yaptığı şey şu. Freud­yen bir yerden konuşursak, sosyal med­yada kimse kimseyi görmediği ve hiçbir kontrol mekanizması olmadığından insan içindeki bütün kötücül duyguları rahatlıkla ortaya çıkarabiliyor. Zaten ülkemizde süperegonun gelişimi, baba­nın işe veya kahvehaneye giderek çocuk bakımını anneye devretmesinden kay­naklı olarak sıkıntılı, sınırlar belirsiz.

Kitabın genel havasında, son zamanlarda ses getiren “Black Mir­ror” TV dizisindekine benzer bi­çimde distopik bir atmosfer var. Hastalanan bu hayat, sizce nasıl iyi­leştirilir? Ne yapacağız?

Şimdi aslında, bu kitap yayına ha­zırlanırken Doğan Kitap’tan Cem Er­ciyes’i aradım, Cem dedim, benim yeni bir kitabım var. Dur dedi, daha bu kitap yayınlanmadı. Bu aslında onunla ilgili bir kitap, oluştu, oluşmak üzere. “Be­lirsizliğe Rağmen Hayatı Seçmek”, ismi bu olacak çok büyük ihtimalle.

Bu kitabın da müjdesini vermiş olduk.

Söyleyebiliriz rahatlıkla, kitap bit­mek üzere. Emin olun, kurtuluş yal­nızca ve yalnızca, kişinin kendisi için hayatını anlamlı, değerli yaşamasını sağlayacak, erdemli bir duruşta. Etik bir duruşta… İyi insan olmak, dürüst olmak, yardım etmek ve yardım al­mayı kabul etmek, dayanışma içinde olmak… Para ve hırs peşinde değil de kişiye manevi ve mental tatmin vere­cek bir uğraş içinde olmak. Benim için felsefeyle uğraşmak olabilir, bir başkası için Toroslar’da kelebek peşinde koş­mak olabilir, yalnızca beni ilgilendiren ve kendi kararımla arkasından gittiğim değerlerimin olması. Kimisi için iyi bir dindar olmak, kimisi için iyi bir baba ya da anne olmak, kimisi için antropolog ya da piyanist olmak olabilir. Burada temel şart, başkaları için değil, kendim için bunu istemek. Çözüm bence buy­muş gibi geliyor.

 

 “Anlamak istediğimi yazıyorum”

Kitabın benzerlerinden önemli bir farkı hazır reçeteler sunmaması, kişinin yaşama ve yaşamına derinlikli bir yerden bakmasını teşvik etmesi.

Hayatın anlam krizini suistimal eden ve hazır reçeteler sunan bir piyasa var elbette, psikoterapide de böyle şeylere tanık oluyoruz. Bunun en önemli nedenlerinden birisi de Türkiye’de hâlâ ruh sağlığı yasasının olmaması. Böyle bir yasa olmadığı için, biz seninle çıkıp mürekkeple terapi yaparak insanların anksiyetesine son veriyoruz diyebiliriz, sen ne diyorsun, ne saçmalıyorsun diyecek hiçbir kurum yok.

Okur bu kitapta ne bulacak?

Okurun bu kitapta ne bulacağını bilmiyorum. Ben sadece merak ettiğim şeyleri yazdım. Ben okumadan bir şey yazılabileceğini düşünmüyorum. Ben durmadan okuyorum ve günde sekiz saat boyunca da insanlar bana bir şeyler anlatıyor. Bütün okuduklarım ve bana anlatılanlar birbirleriyle iç içe geçiyor ve bu arada da kendi yaşadıklarımla birlikte bende çeşitli sorular oluşuyor. Bu kitabı okuyacak olanlar, ‘belirli bir entelektüel meraka sahip şehirli insanların bu hayatta ne derdi varı’nı bulacaklar.

Uzun yıllardır çeşitli gazetelerde köşe yazıyorsunuz. Yazmaya başladığınız zamandan bu yana, yazdığınız konularda nasıl bir değişiklik oldu? Hayat değişiyor…

İlk geldiğim zamanlarda narsisizmle ilgili çok yazmışım. Şimdi bu kitaba baktığımda çok az narsisizm var. Ben anlamak istediğim şeyi okuyup yazıyorum. Şimdi değerler ve anlamlar üzerine daha çok yazıyorum.

Kitapta çizimler de olacak.

Özge Ekmekçioğlu, Radikal’de yazmaya başladığım zaman yazılarıma illüstrasyonlar çizmeye başladı. Onunla ortak bir kitap bu. Bu kitapta çok özel bir şey yaptık, ben bütün yazılarımı Özge’ye verdim, Özge bütün yazılara kendi çağrışımlarına uygun olarak çizdi.

Etiketler: alper hasanoğlu