Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Bir mücadele insanının anıları
Eylül 2012
Bir mücadele insanının anıları
Gazeteci Doğan Özgüden'in anılarının yer aldığı "Vatansız Gazeteci"nin ilk cildi 12 Mart'ta Özgüden ailesinin yurt dışına gitme dönemlerini kapsıyor. İkinci cilt ise Özgüden'in 1971'den 2011'e kadar yaşadıklarını içeriyor Bu yakınlarda yolum Belçika'ya, Brüksel'e düşünce, ne zamandır yapmak istediğim bir şeyi yapma imkanı buldum: İnci-Doğan Özgüden çiftiyle buluştum. Onlar Türkiye'yi terk edeli bir ya da iki kere yalnız Doğan'ı, o da 'ayaküstü' denecek koşullarda, görmüştüm. Ama bu sefer üçümüz birlikte yemek yedik, uzun uzun konuştuk.
Doğan'ın anılarını yayımladığından haberim vardı. Onları da verdi: İki koca cilt, birlikte bin sayfayı biraz geçiyor. Birinci cilt, 12 Mart'la İnci-Doğan çiftinin kendilerini yurt dışında bulmalarına kadarki anıları kapsıyor, Avrupa'da ilk günlerde bitiyor. İkinci cilt de bundan sonrası, ama kitap sona yaklaşırken yıllar da daha çabuk geçiyor. Dönüşte okumaya başladım, şu anda bitirmek üzereyim.
Bin sayfa ama kolayca okunuyor. Yılların deneyimine sahip bir gazeteci Doğan Özgüden. Söylemek istediğini kestirmeden ve yalın bir biçimde söylemenin 'ilmini almış'. Tam söylemeyip ima ettiği şeyler olsa da, bunların ne olduğunu hemen anlıyorsunuz. Baştan söyleyeyim, ben Doğan Özgüden'le ilgili olarak önyargılıyım. 'Önyargı' ille de olumsuz bir şey değildir. Doğan Özgüden'le İstanbul'da Ant'ı çıkarırken tanışmıştık. Siyasette neden yanayız, neye karşıyız, bunlar birbirini tutuyordu. 'Çizgi'den başka, 'kişilik' olarak da Doğan benim sevdiğim bir insandır, hep öyle oldu. İnci ile hep iş üstünde karşılaşırdık, çünkü iş üstünde olmadığı bir zaman bilmiyorum. Bizim oturup iki çift lakırdı etme imkanı bulduğumuz kısa aralıklarda o gene bir şeyler yapıyor olurdu.
'Biz' cephesi
Her konuda tıpatıp anlaşacağız diye bir kural yok. Böyle bir şeyin olabileceğine de inanmıyorum zaten. Bunlar ancak 'hiyerarşik' ilişkilerde mümkündür, çünkü orada şef söyler, öteki dinler. Baştan farklı bir şey düşünmüşse de şefi dinleyince, "Ha, doğrusu buymuş" der. Onun için 'teorik birlik ve beraberlik' sağlanır. Eşit ilişkide ise her zaman nüanslar vardır. Benim Özgüden'lerle yakınlığım bunu da içeren bir şey. Sonuç olarak hep üç aşağı beş yukarı aynı doğrultuda olduk.
Bu ortak düşünce faslını böyle biraz uzatarak yazıyorum, çünkü Doğan'ın bunca yıllık anılarının çoğu bununla ilgili, bitmez tükenmez mücadeleyle dolu hayatında hep bu sorunla uğraşmış. Asıl mücadele bu toplumun yerleşik otoriter karakteri. Adına faşizm mi deriz, bonapartizm mi deriz (aslında böyle şeyler hiçbir zaman katışıksız olmaz), değişmeyen bir iktidar yapısı ve bir siyaset kültürü, baskıcı, ırkçı, devletçi bir milliyetçi ideoloji biçimi. Bunlar Özgüden çiftinin(ve birçoğumuzun) değişmez düşmanları, hasımları. Ama bunlarla uğraşır, mücadele ederken işin bir de 'biz' cephesi var. Orada ne oluyor?
Doğan'ın elli küsür yıllık anılarının gösterdiği gibi orada da iyi şeyler olmuyor. 1964'te bir nedenle TİP'ten ihraç edilen Doğan Özgüden '80'lerde yeniden aynı konumda buluyor kendini. Ama tabii bunlar işin 'highlight' kısmı. Aradan geçen zaman içinde olanlar da çok farklı değil. Değişik grupların birbirleriyle ilişkileri korkunç.
Bunları, araya bazı eğlenceli episodlar da sıkıştırarak, sakin sakin anlatıyor Doğan. Özellikle birinci cildi okurken hemen hemen hiç yabancılık çekmedim, diyebilirim. Bildiğim insanlar, bildiğim olaylar. Yurt dışına çıktıktan sonra anlattıkları benim açımdan biraz değişti: Bildiğim insanlar, epeycesini bildiğim olaylar. Örneğin 12 Eylül sonrasında Behice Boran'ın da, Nihat Sargın'ın da Belçika'da bulunduğu, Doğan'ın onları neredeyse her gün gördüğü dönemde olanları hiç bilmiyordum.
Ama, dediğim gibi, insanları biliyorsun; olayların nereye vardığını da gözlemlemiş, öğrenmişsin. O zaman ortada fazla şaşırtıcı bir şey kalmıyor. "Boşlukları doldurma" gibi bir işlem oluyor.
'Sönmüş yanardağ'
Türkiye'de tarih, büyük ölçüde 'anı' formu içinde yazıya geçer. Çünkü asıl belirleyici olayların kaydı kuydu pek yoktur. 'Belge' inceleyerek bir yerlere varamazsınız, belgeleri bulsanız bile. Çünkü, diyelim bir parti talimatı buldunuz, "Sola gidilecek" diyor, onu yayımlarken sözlü olarak "Sağa gidilecek" diye talimat verilmiştir. Devletin tarihi özellikle böyledir, çünkü devlet durmadan yazıya geçmemesi gereken işler yapar; iz bırakmama tekniğini de oldukça iyi geliştirmiştir. Düşünün, hala sır olan ne çok olay var tarihimizde!
Ama devletin dışındaki siyasi oyuncuların tarihi de bundan çok daha fazla saydam değildir. Benzer kaygılar o çevrelerde işler. Şimdi Doğan Özgüden'in bu yazdıklarına birçok çevreden 'yalanlamalar' gelebilir, gelir de, anlatılanların birçoğu 'sönmüş yanardağ' sınıflamasına girse bile. Ama ben beklediğim nesnellik çabasını gördüm Doğan'ın anlatısında. Başınızdan geçenleri anlatıyorsunuz: Yaşarken elbette değer yargılarıyla bakmışsınız olaylara. İster istemez bir öznellik olacaktır. Ama böyle anılarda sık rastladığmız bir şey, yazanın gereğinde ekleyerek, gereğinde çıkararak, yani bazı şeyleri eğip bükerek anlatmasıdır. Doğan Özgüden'in böyle bir çabası yok
Doğan'ın anılarını yayımladığından haberim vardı. Onları da verdi: İki koca cilt, birlikte bin sayfayı biraz geçiyor. Birinci cilt, 12 Mart'la İnci-Doğan çiftinin kendilerini yurt dışında bulmalarına kadarki anıları kapsıyor, Avrupa'da ilk günlerde bitiyor. İkinci cilt de bundan sonrası, ama kitap sona yaklaşırken yıllar da daha çabuk geçiyor. Dönüşte okumaya başladım, şu anda bitirmek üzereyim.
Bin sayfa ama kolayca okunuyor. Yılların deneyimine sahip bir gazeteci Doğan Özgüden. Söylemek istediğini kestirmeden ve yalın bir biçimde söylemenin 'ilmini almış'. Tam söylemeyip ima ettiği şeyler olsa da, bunların ne olduğunu hemen anlıyorsunuz. Baştan söyleyeyim, ben Doğan Özgüden'le ilgili olarak önyargılıyım. 'Önyargı' ille de olumsuz bir şey değildir. Doğan Özgüden'le İstanbul'da Ant'ı çıkarırken tanışmıştık. Siyasette neden yanayız, neye karşıyız, bunlar birbirini tutuyordu. 'Çizgi'den başka, 'kişilik' olarak da Doğan benim sevdiğim bir insandır, hep öyle oldu. İnci ile hep iş üstünde karşılaşırdık, çünkü iş üstünde olmadığı bir zaman bilmiyorum. Bizim oturup iki çift lakırdı etme imkanı bulduğumuz kısa aralıklarda o gene bir şeyler yapıyor olurdu.
'Biz' cephesi
Her konuda tıpatıp anlaşacağız diye bir kural yok. Böyle bir şeyin olabileceğine de inanmıyorum zaten. Bunlar ancak 'hiyerarşik' ilişkilerde mümkündür, çünkü orada şef söyler, öteki dinler. Baştan farklı bir şey düşünmüşse de şefi dinleyince, "Ha, doğrusu buymuş" der. Onun için 'teorik birlik ve beraberlik' sağlanır. Eşit ilişkide ise her zaman nüanslar vardır. Benim Özgüden'lerle yakınlığım bunu da içeren bir şey. Sonuç olarak hep üç aşağı beş yukarı aynı doğrultuda olduk.
Bu ortak düşünce faslını böyle biraz uzatarak yazıyorum, çünkü Doğan'ın bunca yıllık anılarının çoğu bununla ilgili, bitmez tükenmez mücadeleyle dolu hayatında hep bu sorunla uğraşmış. Asıl mücadele bu toplumun yerleşik otoriter karakteri. Adına faşizm mi deriz, bonapartizm mi deriz (aslında böyle şeyler hiçbir zaman katışıksız olmaz), değişmeyen bir iktidar yapısı ve bir siyaset kültürü, baskıcı, ırkçı, devletçi bir milliyetçi ideoloji biçimi. Bunlar Özgüden çiftinin(ve birçoğumuzun) değişmez düşmanları, hasımları. Ama bunlarla uğraşır, mücadele ederken işin bir de 'biz' cephesi var. Orada ne oluyor?
Doğan'ın elli küsür yıllık anılarının gösterdiği gibi orada da iyi şeyler olmuyor. 1964'te bir nedenle TİP'ten ihraç edilen Doğan Özgüden '80'lerde yeniden aynı konumda buluyor kendini. Ama tabii bunlar işin 'highlight' kısmı. Aradan geçen zaman içinde olanlar da çok farklı değil. Değişik grupların birbirleriyle ilişkileri korkunç.
Bunları, araya bazı eğlenceli episodlar da sıkıştırarak, sakin sakin anlatıyor Doğan. Özellikle birinci cildi okurken hemen hemen hiç yabancılık çekmedim, diyebilirim. Bildiğim insanlar, bildiğim olaylar. Yurt dışına çıktıktan sonra anlattıkları benim açımdan biraz değişti: Bildiğim insanlar, epeycesini bildiğim olaylar. Örneğin 12 Eylül sonrasında Behice Boran'ın da, Nihat Sargın'ın da Belçika'da bulunduğu, Doğan'ın onları neredeyse her gün gördüğü dönemde olanları hiç bilmiyordum.
Ama, dediğim gibi, insanları biliyorsun; olayların nereye vardığını da gözlemlemiş, öğrenmişsin. O zaman ortada fazla şaşırtıcı bir şey kalmıyor. "Boşlukları doldurma" gibi bir işlem oluyor.
'Sönmüş yanardağ'
Türkiye'de tarih, büyük ölçüde 'anı' formu içinde yazıya geçer. Çünkü asıl belirleyici olayların kaydı kuydu pek yoktur. 'Belge' inceleyerek bir yerlere varamazsınız, belgeleri bulsanız bile. Çünkü, diyelim bir parti talimatı buldunuz, "Sola gidilecek" diyor, onu yayımlarken sözlü olarak "Sağa gidilecek" diye talimat verilmiştir. Devletin tarihi özellikle böyledir, çünkü devlet durmadan yazıya geçmemesi gereken işler yapar; iz bırakmama tekniğini de oldukça iyi geliştirmiştir. Düşünün, hala sır olan ne çok olay var tarihimizde!
Ama devletin dışındaki siyasi oyuncuların tarihi de bundan çok daha fazla saydam değildir. Benzer kaygılar o çevrelerde işler. Şimdi Doğan Özgüden'in bu yazdıklarına birçok çevreden 'yalanlamalar' gelebilir, gelir de, anlatılanların birçoğu 'sönmüş yanardağ' sınıflamasına girse bile. Ama ben beklediğim nesnellik çabasını gördüm Doğan'ın anlatısında. Başınızdan geçenleri anlatıyorsunuz: Yaşarken elbette değer yargılarıyla bakmışsınız olaylara. İster istemez bir öznellik olacaktır. Ama böyle anılarda sık rastladığmız bir şey, yazanın gereğinde ekleyerek, gereğinde çıkararak, yani bazı şeyleri eğip bükerek anlatmasıdır. Doğan Özgüden'in böyle bir çabası yok
Etiketler: Doğan Özgüden Vatansız Gazeteci milliyet Posta Akşam sürgün Belçika Gazetecilik 12 Mart 1971 12 Mart Darbesi Murat Belge