Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » "Kaybedecek bir şey kalmadığında hafiflersiniz"
Haziran 2015

"Kaybedecek bir şey kalmadığında hafiflersiniz"

Çiğdem Anad, yeni romanı "Yalnızlık Bilmecesi"nde ABD'li bir adamla evlenerek yola çıkan Derya'nın hem geçmişini sorgulatıyor hem de başkarakterinin yaşadıklarına siyasi bir boyut kazandırıyor.
E. Nida Dinçtürk
 
Yıllar boyunca yaptığı işler heyecanla takip edilen gazeteci Çiğdem Anad, kimselere çaktırmadan basından el ayak çekerken edebiyat dünyasındaki yerini sağlamlaştırıyor. Dördüncü romanı “Yalnızlık Bilmecesi” ile okurların karşısına çıkan Anad, kimliğine ve hayatına dair derin sorgulamaların içinde kaybolan ‘Panter Derya’nın öyküsü ile bize, 17 Aralık yolsuzluk soruşturmasının ve Türkiye’nin uluslararası hesaplaşmalarının sırlarını fısıldıyor. İşin daha da tuhafı Anad, aslında tüm bunları reel bir karakterin yaşadıklarından esinlenerek anlatıyor. 
 
Öncelikle, neden böyle bir aşk ve kendini bulma hikayesini Türkiye ile dünyanın siyasi iklimini fon edinerek anlatmak istediniz?
Aşk ya da bir insanın hissettiği herhangi bir duygu, yaşadığı ülkeden, çevreden, koşullardan bağımsız olamaz. Eski aşklar yeni aşklara benzemiyor. Çünkü ülke, çevre, insanlar, koşullar, her şey değişti. Bu nedenle duyguları anlatırken, o duyguları besleyen atmosferi betimlemek kaçınılmaz. Romandaki ilişkiler daha çok ihtiyaçlara, kişisel zaaflara göre şekilleniyor. 
 
Romandaki karakterleri, son zamanlarda yaşadığımız olayların aktörleri ile özdeşleştirebilir miyiz? 
Tamamen özdeşleştirebilirsiniz. Bu romanda açık açık 17 Aralık yolsuzluk soruşturması var. Tabii keşke yolsuzluğu ispatlamak bu romandaki kadar kolay olsaydı. Gerçi yolsuzluğa ilişkin belgeler, bu kitaptaki kurgudan daha da hızlı ortaya konuldu ama üstü örtüldü bir şekilde. 
 
Tüm bunları aldatılan kadın imajı üzerinden anlatmanızın nasıl bir anlamı var?
Bu kadın hiç beklemediği bir kişi tarafından, tam da huzura erdiğini varsaydığı zaman, tam da hayat yolculuğunda bir toprak parçasına yerleştiği zaman aldatılıyor. Derya kimliğini bulduğunu, geçmişle hesabını tamamladığını zannettiği zaman, yeniden mücadeleye başlıyor. Bir insan başkalarından bağımsız kendisini sevdiği zaman dikleşebiliyor.
 
Derya bir anda ABD ile Türkiye arasındaki siyasi krizin kilit ismi oluveriyor. Devletler arasında yaşanan siyasi krizlerin böyle bir yapısı var mı? Sıradan insanlar bile kendilerini bir anda, bu filmin içinde bir aktör olarak bulabilirler mi?
Devletler arasında cereyan eden krizlerde insanların yapısının çok etkili olduğunu göz ardı edemeyiz. Devletin yapısında yer alan kişilerin ülke menfaatlerini gözetmek asli görevleri olsa da görevlerini yaparken uyguladıkları yöntemlerde kişilik yapılarının kayda değer ağırlığı olduğunu biliyoruz. Mesela, Abdullah Gül'ün Erdoğan'dan farklı bir ideolojisi olmamasına rağmen, karakter yapısının farkı nedeniyle AKP muhaliflerinin tercih edeceği bir isim olabildi. Bunun yanında Türkiye'de sıradan insanların bile siyasi denklemde çok önemli hale geldiğini bizzat gördük. 
 
Kitabın politik yapısından biraz uzaklaşıp beşeri örgüsüne değinecek olursak... Derya, hiç kimseye müdanası olmayan bir kadınken bir anda nasıl aldatılan bir eşe, kendisini çocuklarından bağımsız düşünemeyen bir anneye dönüşüyor?
Derya hiç kimseye müdanası olmayan bir kişi olabilmek için uğraşıyor. Yalnız başına büyümesi ona iki yol gösteriyor: Ya kendini başkalarına sevdirmek için şekilden şekle giren bir insan olacaksın ya da kendi yaşam tarzını ortaya koyup, kimseye eyvallah etmeyerek, seçimlerinin bedelini ödemeye hazır bir insan olacaksın. Derya ikinci yolu seçiyor. Tabii kimse dümdüz bir yolda ilerleyemez. Yokuşları inip çıkarken mola vereceğimiz yerler, ev kuracağımız sokaklar, bineceğimiz araçlar değişir. Gerçek hayatta da böyledir zaten.
 
Derya yaşlandıkça anne ve babasına benzediğini fark ediyor. Hayat gerçekten böyle mi işliyor? Ebeveynlerimizin istemediğimiz özelliklerini kendimize kopyalayarak mı yaşlanıyoruz?
Gerçekten böyle galiba. Çocuklar anne babalarını aşıp, geçse de, yaşlandıkça ailelerinden aldıkları özellikleri daha çok yansıtıyor. İnsanların oturma kalkma, yeme içme, ayakkabılarını giyme ve çıkarma şekillerine, gülme biçimlerine, sinirlilik hallerine dikkat ederseniz, bu kadar basit eylemlerinde bile aile yapıları hakkında tahminde bulunabilirsiniz.
 
 
“Gazetecilik ayrı, edebiyat ayrı”
Gerçekten en hafiflediğimiz an kaybedecek hiçbir şeyimizin kalmadığı an mı?
Nohutla, fasulyeyi paylaşmak kolaydır. Kaç kilo bakliyat yiyebilirsiniz ki? Ama milyonlarını kimse kaybetmek istemez. Dünyayı tüketecek parası olsa, uzaya gitmek ister. Dolayısıyla küfesi dolu olanlar daha az paylaşır. Çocuğunuz yoksa, ölümü daha kolay göze alırsınız. Âşık olduğunuz biri yoksa yaşlılık çizgilerini daha az önemsersiniz. Sağlığınız yerinde değilse iş kaygısı duymazsınız. Evet, kaybedecek bir şey kalmadığında hafiflersiniz.
 
Bu kitabı biraz da gazeteci gözüyle görüp açıkça anlatamadığınız siyasi ve insani halleri tarif etmek için bir yöntem olarak görebilir miyiz?
Hayır göremezsiniz. Edebiyat bir yöntem değil benim için. Gazetecilik ayrı, edebiyat ayrı. Ancak hiç bir şey birbirinden bağımsız olmadığına göre gazetecilik gözlemiyle, edebiyatçı hissiyatı iç içe geçiyor tabii.