Milliyet Sanat
Ekim 2016

Pastoralya

Kaybetmenin en naif halleriGeroge Saunders'ın yedi hikayeden oluşan "Pastoralya"sı insanoğlunun yalnızlığına, tüketim kültürüne, çocukluk travmalarımıza; tüketim, yabancılaşma ve yalnızlık gibi temalara değiniyor.
George Saunders
Çev: Niran Elçi
DeliDolu
Fiyatı: 18 TL
Roman
 
Can Şişman
 
Sizi en çok ne kızdırır? Hangi tavır karşısında çileden çıkarsınız? Otokontrolünüzü yitirdiğiniz oldu mu? Bir toplum içinde yaşadığınızı son dakikada hatırlayıp duygularınıza ket vurmayı kabullendiğiniz ya da bunu başarabildiğiniz oldu mu? Bu gelgitlerden, bu monotonluktan sıkıldınız mı? Hayatın akışına her şart ve koşulda uyabiliyor musunuz? Peki gerçekten bütün bu koşturmadan, bütün bu içtenlikten nasibini almamış samimiyet tüccarlarından yorulmadınız mı? Yoksa siz hâlâ partiden sıkılmadınız mı? Biraz hava almak için sizi hapseden ne varsa her şeyi ezip geçip, çemberin dışına çıkmak ve sonra da canınız ne zaman isterse geri dönmek istemez misiniz?
İşte George Saunders DeliDolu tarafından yayımlanan "Pastoralya"sında, hayatının bir köşesinde zincirlerini kırmış, o çemberin dışına çıkmış ancak dönüş biletini nasıl olduysa bir şekilde yitirdiği için gittikleri yerlerde kalakalan adamlara, kadınlara el uzatıyor; onların hikâyelerine öyle apansız bizi dahil ediyor, sonra da en olmadık yerde avucumuzun içinden alıp dörtnala uzaklaşıyor.
 
Okkalı hicivler
 
Zincirleri kırmak derken aklınıza hemen bir başarı öyküsü gelmesin; çünkü bu kitapta başarmak değil kaybetmek var. Kaybedenlerin naif öyküleri bunlar. Kaybedenlerin hallerine 'Canım' deyip acı bir Candan Erçetin tebessümüyle yaklaşacakken bir anda alnınızın orta yerine epey sağlam ve sadece bir kere olsa yine iyi, en az 5-10 kez yumruk yemek var. Evet Rocky, bu kitapta acı yok; sadece gülmek ve gülmemek arasında kalınan o 'Allah Allah'lık anlar var…
Kitaba adını veren ilk sıradaki öyküde bizi sağlam bir tüketim toplumu eleştirisi karşılıyor. Hani çemberin içinde mi yoksa dışında mı kaldığı pek kestirilemeyen, hayatın ne idüğü belirsiz safhasında baştan savmalık ustası arkadaşınıza borç verirsiniz, zor zamanlarında elinden tutarsınız, onu ehlileştirebilmek için, motive etmek için aslında hiç olmadığı şeylerle kuşatır donatırsınız, olumlu şeyler telkin edersiniz ya da en basitiyle bütün yaptığı hatalara göz yumarsınız ve sonra bir anda hiç de hak etmediğinizi düşündüğünüz bir karşılık alırsınız ya... Evet, bu öyküde bunu bir iş hayatı örneğiyle okuyoruz. Bu kitap bir albüm olsa bu öykü de 'Albümle aynı ismi taşıyan çıkış şarkısı' olurdu. Saunders, tüm kitap boyunca şöyle bir elinin tersiyle yaptığı okkalı hicivlerin belki de en sağlamını bu öyküde başarıyor. Kapitalizmi sorguluyor, işin içinde bir şekilde para kazanılan bir yerde arkadaşlığın ulaşabileceği mertebeyi irdeliyoruz. İş yerinde kurduğumuz arkadaşlıklar ne kadar gerçekçi? Kötüye kötü demezsek ne olur? Hem dostunuzu hem de çalıştığınız kurumu düşündüğünüzü söyleyerek arkadaşınızın başarısızlığını örtbas etmeye çalıştığınızda elinize geçen ne olur? İdareye karşı gerçekleri söylemek ispiyonlamaya dahil olur mu? Halihazırda iki arada bir derede kalmışken illa bir seçim yapmak mecburiyetinde misiniz? Yok mu size şöyle üç taraflı kazanılabilecek üçüncü bir hayat? Yoksa ‘kazan-kazan’ dedikleri, 'Canım benim, alan memnun satan memnun' dedikleri şeyler aslında üçüncü durumun olanaksızlığının birer kanıtı mı?
 
İç sesini kaybetmiş bir berber
 
"Berberin Mutsuzluğu" bölümüne gelecek olursak... Saunders burada muhtemel bir çocukluk travmasının akabinde hayatının iplerini kendisi dışında herkese dağıtmış, kuklaya döndüğünün idrakına varamamış bir berberi seçiyor. "Annemin incinmesine izin vermektense hayatımın geri kalanı boyunca kilerdeki küçük taburede yaşamımı sürdürmeyi yeğlerim" diyebilecek bir adam var karşımızda. Kaybetmeye mahkum olmasının nedeni, iç sesinin hiç olmaması ya da günün birinde kaybetmiş olması. Bireyselleşme aşamasını tamamlayamadığına tanık olduğunuz bu adam belki de şu anda hâlen daha bir başkasının değer yargısıyla bir başkasının biçtiği rolde seviyor karşısındakini. Öykünün sonuna kadar haykırmasını, isyan bayraklarını çekip kılıç kuşanmasını bekliyorsunuz ama olmuyor, olmuyor… 
 
Çocukluk travmasını atlatamayanlar
 
Saunders’ın ustalığı, eğlenceli dili ve yarattığı karakterler kadar biraz da o karakterlerin temposuna da bir yol arkadaşı gibi rahatlıkla ayak uydurabilmesinde. Kitabın su gibi akıp gitmesindeki en büyük rol, karakterlerin zihinlerindeki düşünce hızlarına öyle ustalıkla uyum sağlıyor ki, iki öykü arasındaki geçiş safhasında kendinizi 90 dakikalık bir filmden ötekine geçmiş kadar tatmin olmuş hissediyorsunuz. Tabii yarıda bıraktığınız karakterlerin reklamlar sırasında uyuyakalmış da filmin sonunu hiç görememiş hallerine hafif üzülerek, hafif 'Ah aslında zeki ama çalışmıyor be ablası’ diyerek...
 
Times tarafından ‘Dünyadaki En Etkili 100 Kişi’ listesine seçilmiş olan Teksaslı yazar Geroge Saunders, ona Folio Ödülü getiren "Aralığın Onu", "İkna Ulusu" ve novellası "Phil’in Dehşet Verici Kısa Saltanatı"ndan sonra bu kez de "Pastoralya"yla kaldığı yerden devam ediyor. Bu kitabın aslında yazarın yayımladığı ikinci kitap olduğunu düşünürsek "İleride yazacaklarına dair bize önceden sinyaller vermiş," demek çok daha doğru olur.
"Pastoralya" kendisiyle hiç karşılaşmamış, çocukluk travmalarını atlatamamış 21. YY. kaybedenlerinin başarısızlıklarını kabullenişlerinin, tam kahkahayı patlatacakken ardı ardına tokatlar yediğiniz trajikomik hâli…