Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Deniz Kabuğundan Evler
Mayıs 2017

Deniz Kabuğundan Evler

Nurhan Atalay, “Deniz Kabuğundan Evler”de bir acı anlatımından çıkıp tanıklık ve belgelerle duyarsızlığı, hafızasızlığı, iyilik ve kötülüğü yüzünüze vuruyor.
GÖKÇER TAHİNCİOĞLU
 
17 Ağustos 1999 Marmara depreminden hemen sonra gazeteciler olaraj bölgedeydik. Bolu, Düzce, Gölcük, Yalova, İzmit, Sakarya hattında umutla acının, direnişle tükenişin birbirine karıştığı o coğrafyada, ölümü de yaşamı da aynı dakikalarda bir arada görmek mümkündü.
Yakınlarını yitirenler, enkazdan yakınlarını çıkartabilenler, yakınlarının nerede olduğunu bile bulamayanlar.
 
Evren, sanki bütün hikayesini o bölgede anlatıyor gibiydi.
 
Kazanmak ve kaybetmek, korku ve mutluluk. O günlerin kabusu henüz bitmemişken, deprem 12 Kasım'da Düzce'ye döndü. Kaynaşlı'nın puslu dağ yamacına kurulu mezarlıkta artık ölüleri defnedebilecek yer kalmamıştı. Diğerlerinden daha eski olduğu belli bir mezarında başında, bedeni sise karışmış bir baba ağlıyordu. Yanında bir küçük fotoğraf, fotoğrafı tahta mezar taşına tutuyordu. 12 Kasım Düzce depreminin üzerinden daha 10 gün geçmiş, 17 Ağustos'ta ölenlerin 40 mevlidini yapan Kaynaşlı, yeni ölümler için tepede yeni mezar yerleri seçmişti. Ahmet, sabahın o kör saatinde mezarlığa gelmiş, tek başına bir küçük mezarın üzerinde gözyaşı döküyordu.
 
Rüzgar, mermeri yapılmamış mezarın üzerindeki toprağı yüzüne savuruyor, Ahmet, yüzüne savrulan toprağı kokluyor, ölümle yaşam arasındaki anlamsız dengeyi, sislerin arasında kaybediyordu. 17 Ağustos gecesi, topraktan, demirden, taştan amelelikle çıkarttığı ekmeğini ortadan kırıp aldığı evin altında kalmıştı sekiz yaşındaki oğlu. Kalabalık eski mezarlıkta yer bulabilmesi çocukluğundandı. Fotoğrafı güzel Arda'sına gösteriyor, yeniden ve yeniden toprağa kapanıyor, kimseye göstermeden yaşadığı acıyı, çimene, ağaçlara, toprağa ve sise anlatıyordu. 12 Kasım akşamı Arda'nın kardeşi doğmuştu, fotoğraf, yaşamak sırası gelen Ahmet'in ikinci ve tek çocuğunundu. Hayır, Arda'nın ismini vermemişti küçük kardeşine. Arda'nın o yarı kıskançlık yarı hevesle beklediği kardeşi başkaydı, Arda başkaydı işte.
 
Sadece o saatte oraya gelmiş, depremde ölen oğluna, 12 Kasım depreminde birilerinin daha öldüğü saatte doğan oğlunu anlatıyordu. Bir bebek, yeni bir umut mudur peki? Ahmet'in gözyaşı öyle demiyordu. Ama bir bebek, kaybede kaybede bıkıp tükenmiş iyiliğin dünyadaki suretiydi yine de.
 
Hiç yaşanmamış gibi
 
Nurhan Atalay'ın "Deniz Kabuğundan Evler" kitabını okurken, 1999'da yaşananlar, Türkiye'nin o günden bugüne hiçbir ders çıkarmadan nasıl geldiği yüzünüze vuruyor. Atalay, belgesel niteliğindeki kitabında, yaşadıklarını merkeze koyarak bir tarihi anlatıyor. Yalova'daki yazlık sitede bıraktığı kardeşi ve annesi, İzmit'te depreme yakalanan babası ile kendisi. Depremin yaşandığı bir asır gelen kısacık saniyelerin yarattığı tahribat. Atalay, büyük ustalıkla bir acı anlatımından çıkıp, tanıklık ve belgelerle duyarsızlığı, hafızasızlığı, iyilik ve kötülüğü yüzünüze vuruyor kitabında.
 
Babasıyla birlikte İzmit'teki evden çıkışlarından, depremde kaybettiği kardeşi Aslı ile enkazdan çıkan annesini bulabilmek için Yalova'ya yapılan yolculuk. Yaşasa şu an 37 yaşında olacak küçücük bir kızın günlükleri ve o küçücük kızla yaşanan anılar eşlik ediyor bütün o yolculuğa. Aslı'yı enkazdan çıkartıp toprağa verdikleri an ve sonrasında başlayan hukuk mücadelesi.
 
Deniz kumundan inşa edilen siteler, mutluluk habercisi deniz kabuklarının 17 Ağustos'tan sonra akla sadece ölümü getirmesi.
 
Çaresizlik ve başkaldırı.
 
Yitip giden hayatlar
 
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'ndan çıkan kitap, sadece depremi, öncesini ve sonrasını anlatmıyor.
 
O binaları yapanların nasıl hiçbir bedel ödemediğini, insanların bin bir emekle edindiği evlerinde nasıl yaşamlarını kaybettiklerini, afla, kanun değişiklikleri ile sorumluların nasıl kurtarıldıklarını, uzayıp giden yargı süreçlerinde mağdurların nasıl bin kez daha mağdur edildiğini de okuyorsunuz.
 
Çabuk unuttuğumuz, sadece deprem kendini yeniden anımsattığında bağıra çağıra tartışıp yeniden rafa kaldırdığımız bütün o sorumsuzluk ve haksızlıklar deşifre ediliyor kitapta.
Ve yitip giden Aslı'nın kısacık hayatı.
 
Yaşamak ve unutmak
 
İzmit'te yakalandıkları depremden hemen sonra babasının "Yalova ne oldu acaba?" sorusuna kadar aklına hiç Yalova'nın da depreme yakalandığını getirmediğini anlatıyor Atalay şu satırlarla: "İzmit'e 80 km. uzaklıktaki bir yerden bahsediyorduk çünkü. Söylentilerden depremin merkezinin İzmit olduğunu duymuştuk. Zaten başka yerlerde böyle şiddetli olamazdı. Sadece bulunduğumuz ilçe, hatta bizim sokağın en şiddetlisini yaşamış olabileceğini, depremin merkezinin tam da bastığım nokta olduğunu düşünüyordum..."
 
İnsan, acı kendisine yaklaşana kadar kördür. Sadece anlık bir vicdanla yaklaşır kendisinden uzak acıya. Ve kendi başına gelen de her zaman depremin merkezidir aslında. İki üç cümlede, bütün bir insanlığı özetliyor Atalay. Belki de tüm bunları anlatarak, "Başınıza gelmeyeceğini düşünmeyin" diyor bütün topluma.
 
Sadece başkalarının başına felaketlerin, haksızlıkların, adaletsizliklerin geleceğini düşünmek böylesine kötü kılıyor dünyayı belki de.