Bir tür Bovary hikayesi
YILMAZ RUHİ DEMIR
Mehmet Eroğlu kitaplığının sonuncu kitabı “Kıyıdan Uzakta”, arayış içinde bir kadının aralıksız ve sınırsız hesaplaşmalarının ilk ağızdan anlatıldığı bir mektup. Fakat bu mektubu, mektup türünde yazılmış diğerlerinden ayıran bir şey varsa o da bir mektubun taşıyabileceğinin çok ötesinde türden çatışmalara, hesaplaşmalara ve derinlemesine bir empatiye ev sahipliği yapıyor olması denilebilir. Eroğlu’nun ustalığının da bir göstergesi olan bu durum, “Kıyıdan Uzakta”yı yazın hayatının ezeli kurgu-dil çekişmesi bakımından önemli bir yere taşıyor. Yazarın dikkate değer bir şekilde ördüğü hikaye, ilk bakışta edebi anlamda her ne kadar bir kurgu olarak değerlendirilecek olsa da gerçek hayatın kurgu olmaktan çok uzak, yakıcı gerçeklikleriyle okuru ansızın karşı karşıya bırakıyor.
Mitolojik figürler
“Kıyıdan Uzakta” otantik olmayan, eve dair birtakım kesişme ve kırılmaların tanıdık seslerini beklenmedik bir açıklıkla hikaye eden bir kadının yazdıklarına odaklanıyor. Mektup hem gerçek hem imgesel anlamda karanlıklar, geç saatler, soğuk akşamlar ve ağır mevsimler süresince büyük dalgalar şeklinde kıyıya vuran bir acılar manzumesi olarak yazılıyor. Kutsal ya da ilahi olmayan, sıradan fakat hacimli bir acı. Daha ilk satırlarında ahenginden bahsedilen bu acı ve acıyla kurulabilecek her türlü ilişkinin deneyimlendiği -bir bakıma itiraf edildiği -bir kara mektup. Çok boyutlu bir empati kabiliyetiyle yunmuş yıkanmış bir âşık olarak Zühal ve onun uzlaşmacı, düşman olmayan ve bitmek bilmeyen ıstırabı. Bütün bu sancı nöbetleri, tarihin başından beri var olmuş, neredeyse antik bir acının tüm dehşetiyle gün yüzüne çıkmasıyla başlayan hesaplaşmaların, yargılamalara varan savrulmaların, birey ve toplum çatışmasıyla kristalize olduğu ânın bir fotoğrafı gibi. Fotoğrafta Zühal’in öykündüğü bütün mitolojik figürlerden izler vardır: Prometheus, Hades, Eros…
Kendi olma arayışı içinde
Zühal kendi deyişiyle geçmişten bugüne ‘mahkum’. Bir mahkum sıkışmışlığı içinde o güne dek kurduklarının tamamına meydan okuyarak özgürlüğünü doğurmak istiyor. Acıları, onun doğum sancıları. Ancak bu doğum, Zühal’in bireylik sancılarının sonunu getiren bir doğum değil, onun bir nevi vicdan otopsisi.
Toplumsal cinsiyet açmazlarından mahrem hayallerin irkiltici yanlarına varıncaya dek geniş bir yelpaze içinde, çaresizliğin sularından hazzın doyumsuzluğuna ve ‘mutluluk acemiliğine’ dek Zühal’in mektubu, derin bir kuyudan arşa sesleniş örneği gibi. Fakat Flaubert’in “Madame Bovary”sini andıran bu hikaye bir ağıt değil. Var gücü ile toprağı yarıp yüzünü güneşe dönen bir tohumun olgunlaşarak besleyeceği toprağa dönünceye kadar sürecek bir quete-de-soi, kendilik arayışı.
Acıya mal olan tecrübelere sırtını dönüp geride bırakan bir tutum değil, bütün bir tarihi yanında taşıyarak onulmazlıklar karşısında köklenmecesine bir kendilik arayışı hem de. Bu yanıyla “Kıyıdan Uzakta”, bir kadının muhakkak cesaretle açıklanacak özgürleşmesiyle ifade edilen yeni bir kıyının yaratımı belki de…
Eroğlu okuru, kitap boyunca şaşkınlık uyandırıcı bu empatiye şahit ederek onu paylaşmaya çağırıyor.