Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » “Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri”
Ağustos 2018

“Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri”

Şeyhmus Diken, Ahmed Arif’in “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabının 50. yılı anısına “Abisi Olmak Halkının” adlı bir kitap yazdı. “Satır aralarında şairin sesini duyduğumuz bir anılar manzumesi” olan kitabı ve “Hasretinden Prangalar Eskittim”i Şeyhmus Diken ile konuştuk...
CEYDA ULUKAYA 
 
 
Ahmed Arif’in 1947 - 1959 yılları arasında, 20’li yaşlarında yazdığı 19 şiirini bir araya getiren “Hasretinden Prangalar Eskittim”
kitabının, gecikmeli ve badirelerle dolu ilk yayımlanışı üzerinden tam 50 yıl geçti. Kitabın 50. yılı anısına İletişim Yayınları, şairi hem ilk elden tanıyan hem de Diyarbakırlı hemşehrisi Şeyhmus Diken’in kaleminden özel bir kitap yayımladı:
 
“Ahmed Arif: Abisi Olmak Halkının”. Yayımlanışının ilk haftasında ikinci baskıyı yapan kitabı, PEN Türkiye de ayın kitabı ilan etti. Ahmed Arif’i şiiri, dostlukları, yaşadığı coğrafyayla olan bağı, mahpusluk günleri ve aşklarıyla anlatan, “Satır aralarında şairin sesini duyduğumuz bir anılar manzumesi” olan kitabı, yazarı Şeyhmus Diken ile konuştuk...
 
“Hasretinden Prangalar Eskittim”in yayımlanışının 50. yılı anısına “Ahmed Arif: Abisi Olmak Halkının” adlı kitabı yazdınız. Nasıl bir fikirden doğdu bu kitap?
 
Çok doğru, bu yıl “Hasretinden Prangalar Eskittim”in kitap olarak yayımlanışının 50. yılı. Ama benim bu kitaba dair hikayemin bir buçuk yıllık bir öncesi var. 2016 yılının sonlarına doğru bir gün Metis Yayınları’ndan arandım. Biliyorsunuz Metis, “Hasretinden Prangalar Eskittim” in yayıncısı. “2017 yılı Ahmed Arif’in doğumunun 90. yılı. Siz hem Ahmed Arif’in hemşehrisisiniz hem de öğrencilik döneminizden tanışıyorsunuz. Bir de yazarsınız. Acaba 2017 Ocak ayındaki Adana TÜYAP Kitap Fuarı’nda Ahmed Arif üzerine
bir söyleşi yapar mısınız?” diye sordular.
 
Doğrusu Metis’ten gelen böyle bir öneri beni hem heyecanlandırmış hem de ürkütmüştü. Ahmed Arif gibi bir büyük ustayı anlatmak kolay değildi. Bir iki isim aklımdan geçti, kabul ederlerse söyleşiyi birlikte yapsak filan dedim. “Siz istiyorsanız tabii ki olur. Ama bizim gönlümüzden geçen sizin yalnız yapmanız” dediler. Sonuç, tek kişilik bir söyleşi oldu. Ocak 2017 Adana TÜYAP Kitap Fuarı’ndaki Ahmed Arif söyleşisi çok ilgili, salonu dolduran ve söyleşi süresince salondan kopmayan bir etkinlik oldu. Sonra program Gaziantep
TÜYAP Kitap Fuarı’na taşındı. Aynı ilgi orada da oluştu. Ardından Ankara Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi’nde çok kalabalık bir topluluğa yeniden sunum yapıldı. Sonra kasım ayında İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı’nda da programı gerçekleştirdik.
 
Anlayacağınız 2017 yılı boyunca Ahmed Arif’in 90. yaşına binaen söyleşiler çok verimli geçti. En son İstanbul Kuzguncuk’ta Mülkiyeliler Birliği İstanbul Şubesi’nde söyleşiyi yaptım. Tabii bu söyleşilerin her biri bir öncekinden katkı alarak gelişti ve büyüdü. Ahmed Arif üzerine insanların belleklerinde, anılarında kalmış güzel yaşanmışlıklar gündeme geldi.
 
Anlatılanlarla sunum zenginleşti. Öyle bir hale evrildi ki artık sunum olmaktan çıktı. Her izleyen, dinleyen “Keşke üzerinde biraz daha çalışıp kitap yapsan, kalıcı olsa” deyince, artık bu bende adeta bir borç haline dönüştü. E madem kitap olacaksa hazır 2018 “Hasretinden Prangalar Eskittim”in 50. yılı olduğuna göre bu yıl yapılmalı diye karar verdim. Ve yayınevim de uygun bulunca elinizdeki kitap okuruyla buluşmuş oldu. 
 
Kitap için “Bir biyografi değil, anılar manzumesi” diyorsunuz. Nasıl bir çalışma var bu manzumenin arkasında?
 
Aslında ne tek başına biyografi ne de anılar manzumesi! Anlatı da var monografi de! Bunların hepsinin iç içe geçtiği bir Ahmed Arif kitabı. Kimi kitaplarda ya da söyleşilerde Ahmed Arif’e dair çok ya da az bilinenlerin yanında hemen hiç bilinmeyen, sadece dost sohbetlerinde kalmış yaşanmışlıklar da ilk kez bu kitapla gün yüzüne çıktı. Örneğin İsmail Beşikçi, Leylâ Erbil’e 1977’de Ahmed Arif tarafından
imzalatılarak yollanan kitabın hikayesini anlattı Ankara Mülkiyeliler Birliği’nde bana. Yine ilk rakı içişlerini! Sonra Talat İnanç, bir zamanların SHP (Sosyal Demokrat Halkçı Parti) Diyarbakır yöneticilerinden, halkın Ahmed Arif’i nasıl Diyarbakır Belediye Başkanı olarak görmek istediğini paylaştı. Muhtemelen bundan Ahmed Arif’in hiç haberi olmamıştır. Ama halk yakıştırıyor işte. Ankara Zafer Çarşısı’ndan kitapçı dostu Ümit Fırat ve daha başkaları, çok şeyler paylaştılar. Eksik ve yetersiz bulduklarımı üzerinde metin çalışmaları ve araştırmalar yaparak zenginleştirdim.
 
“Hasretinden Prangalar Eskittim”, Ahmed Arif’in 1947-1959 arasında yazdığı 19 şiirden oluşuyor. Ama kitap ilk baskısı için 1968’i bekliyor. Bu ilk basım serüveninden söz edebilir misiniz?
 
Çok netameli bir ilk basım serüveni yaşamış kitap. Hem de yıllar süren bir serüven. Şairini hayli kızdıran, üzen bir serüven… Refik Durbaş’la önce Cumhuriyet Gazetesi’nde tefrika edilen sonra da kitap olarak basılan röportajında Ahmed Arif, kitabının basımı konusunda “Geç çıkması benim tembelliğimden, önem vermeyişimden. Ben bu konuda biraz amatörüm.
 
Hiç profesyonel olmadım” diyor ve ekliyor: “Adını vermeyeyim. Birine verdim şiirleri. Kitap çıkacak ama iki yıl bekletti. Her yere gitti kitap. En son Şevket Süreyya’nın sansüründen geçti. Olumlu rapor geldi.” Türkiye duyar kitabın çıkacağını, en son kendi ifadesine göre Ahmed Arif’in haberi olur. O iki yıl bekletilmeden sonra “Hasretinden Prangalar Eskittim” yayımlanır. Yayıncısı bir kâğıt imzalatmıştır. Bir madde vardır ve o maddede “Kitap en az iki yıl ikinci baskıyı yapamaz” diye!
 
Bütün ülkeye kitap balya halinde yollanır. Ama yeni baskı yok. Cüneyt Arcayürek o yıllarda Hürriyet Gazetesi’nde yetkili diyor ki Ahmed Arif’e “Bobin artığı sonsuz kâğıt var elimizde. Senin kitabı basalım. Hürriyet’in satıldığı her büfeye koyarız kitabı. Peşin olarak da sana 50 bin lira verelim. Kitabın bütün geliri de senin olsun.”
 
Cüneyt Arcayürek bunları tam da kitabın yayımlandığı 1968’de söylüyor. Ama vermiş bir defa kitabı Ahmed Arif bir başka yayıncıya ve karşılığında beş bin lira almış, sözleşmeyi de yayıncıya güvenerek imzalamış. Hem baskı adedini de hiç telaffuz etmeden. Ahmed Arif’in kendi ifadesiyle en az 200 bin adet satmış kitap. Tabii kitabın baskıya hazırlanışı ve basımında da sıkıntılar yaşanır.
 
Cemal Süreya’ya 26 Ekim 1968’de yazdığı mektubunda; “Kitap baskıda. Ancak son anda bir küçük adam puştluğu ile karşı karşıya geldim. Senin yazı kitaptan çıkarıldı. Sadece seninki değil, Fitret (Otyam) de bir yazıda kişiliğimi anlatmıştı ki o yazı da kitaptan
çıkarıldı. Benim gibi büyük bir şairin kitabına kimse ‘takriz’ yazamazmış!
 
Nasıl kafam bozuk öfkeliyim bilemezsin.” Böyle bir sancılı doğumu olur kitabın ilk baskısının. Sonra 12 Mart’lı yıllarda bir gün Erdal Öz, Oğuz Akkan’la tanıştırır Ahmed Arif’i ve “Pişman olmayacaksın, ver kitabını Oğuz’a” der. Ve sonra Oğuz Akkan basar “Hasretinden Prangalar Eskittim”i, kitap geniş kitlelere ondan sonra ulaşır.
 
 Kitabın ilk baskısı Ahmed Arif’in ifadesiyle en az 200 bin satıyor. Türkiye’de şiir kitabı satışları bakımından bir rekor diyebilir miyiz? Ondan sonra bu rakamlara ulaşan oldu mu?
 
 
Tabii bu, bugünün bandrollü durumu gibi resmi bir rakam değil. Ama Ahmed Arif’in ifadesiyle ve ülkenin her tarafına ‘balyalarla’ taşınan kitabın gidişatı üzerinden tahmini bir rakam. Ama şunu diyebilirim ki ben öğrencilik yıllarımdan tanığıyım. Henüz korsan kitap gerçekliğiyle Türkiye tanışmamışken, ben Kızılay’da Zafer Çarşısı’nın girişinde köşe bucakta, birçok yerde kitabın çok kötü basılmış korsan örneklerini gördüm. Ha, şiirde bu rakamlara başka ulaşan olmuş mudur? Belki! O da muhtemelen Nâzım’dır. Ama Nâzım’ı da bütün kitapları üzerinden değerlendirmek gerek. Sonuçta bir yanda tek kitaplı bir şair var. Öbür yanda onlarca kitaplı biri. Dolayısıyla Ahmed Arif her halükârda “Hasretinden Prangalar Eskittim”le, tek kitapla, çok okunarak bu ülkede olmazı başarmıştır. Üstelik hâlâ bu rüzgar sürüyor, sürecek de…
 
Cemal Süreya “Hasretinden Prangalar Eskittim”in geç kalmış bir kitap olmadığını, Ahme dArif’in şiirinin yaşsız olduğunu söylüyor. 50 yaşında ama hâlâ çok genç ve taze bir kitap. Bu kitabı böyle yaşsız kılanın ne olduğunu düşünüyorsunuz?
 
Aslında Ahmed Arif’in şiirlerini bugün döne döne yeniden okuduğumuzda yazıldıkları yıllar (1950-55) göz önünde bulundurulduğunda geç kalmış ürünler değil, tersine erken yazılmış şiirler. Yani bugünün dünyasına da parmak basan şiirler.
 
Bu sebeple, Cemal Süreya çok haklı olarak diyor ki “Hasretinden Prangalar Eskittim geç kalmış bir kitap değildir. Yaşsız bir şiirdir Ahmed Arif’in şiiri. Günün değil, çağın değil, çağların ‘aktüalite’siyle doludur.” E, zaten bunun ta en başından beri farkındadır Ahmed Arif!
 
Şöyle der: “Benim şiirimde tek bir yorum olmaz.” Belki onu ilginç kılan öğelerden biri budur. Çünkü Ahmed Arif’in şiiri sürprizi bol bir şiirdir. Okuduğun mısradan sonrakini kestirmek öyle pek de kolay değil. Yani yine kendi tabiriyle ‘esnaf işi’ dediği şiire asla prim vermez, meyletmez! Kalıcılığı sanki bundandır.
 
“Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabının bir röntgenini çekseniz, bu 19 şiir üzerinden kitabı nasıl özetlersiniz?
 
Valla Cemal Süreya çok doğru noktadan bakarak 1969’da Ahmed Arif üzerine yazdığı yazıda, “Nâzım Hikmet, şehirlerin şairidir. Ovadan seslenir insanlara, büyük düzlüklerden. Ovadan akan ‘büyük ve bereketli bir ırmak’ gibidir. Uygardır. Ahmed Arif ise dağları söylüyor. Uyrukluk tanımayan, yaşsız dağları, ‘asi’ dağları. Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri. ‘Daha deniz görmemiş’ çocuklara adanmıştır. Kurdun, kuşun arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına işlenmiştir” der ve ekler: “Türkü söyleyerek çarpışan, yaralıyken de arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillanın şiiridir.”
 
 “Hasretinden Prangalar Eskittim” 1968’de yayımlanıyor ama şiirlerin daha yayımlanmadan birçok kişi tarafından ezbere bilindiğini anlatıyorsunuz. Nasıl olabiliyor bu, biraz o dönemi anlatır mısınız? Mesela; “Otuz üç kurşun” şiiri yüzünden gözaltına alınıp işkence görüyor. O dönem için bir şiiri bunca cezalandıran zihniyeti nasıl tanımlıyorsunuz?
 
1950’li yıllar ‘muhalif ideoloji’ açısından çok zor yıllar. Solun, uluslararası anlamda muhasara altına alındığı, solcuysan potansiyel suçlusun ve en ağır cezalara ezalara layıksın muamelesinin görüldüğü yıllar. Hemen ‘50’li yılların başında, hem de iki kez, en ağırından bunu yaşayanlardan biri Ahmed Arif. Bir yanıyla şiirinin özgünlüğü, kendine haslığı, üslupta ısrarı ile varolan, meydan okuyan genç bir şiir ustasının şiiri. Öbür yandan baskı, zulüm… İşte tam da o yıllarda şiirleri dilden dile ve şiirlerin elle yazılmış kopyaları da elden ele dolaşıyor. Şiiri aslında bir nevi ‘suç delili’ oluyor muktedirler açısından. Birinin üzerinde ha silah yakalanmış ha Ahmed Arif’in şiiri!
 
Suç için ‘mücbir sebep’. Yani daha kitap yayımlanmadan en az 10 yıl önce şiirleri de şairi de zaten ünlü. Ama bu ün, şairinin başına ‘iş’ açan ün. Hapislik, zindan, sonra sürgünlük, açlık, işsizlik, perişanlık halleri. Bu baptan hareketle “Otuz üç kurşun” şiirine bakarsak görürüz. Sadece devletin baskıcı yüzüyle savaş halinde değil! Bir başka yandan da dönemin entelektüel camiası ile de Ahmed Arif adeta harp halinde. Kendisine ‘çok yakın’ bildiği kimi arkadaşları “Otuz üç kurşun” şiirini “Niye yazdın!” diye adeta sorgular ve eklerler: “Bunu yazacağına Mustafa Suphi’yi yazsaydın ya!” O da cevaben “Şu Bahçelievler’de (Ankara) manyağın biri otuz tavuk çalıp kesse, sokağa atsa, ertesi gün Ulus gazetesi olayı dört sütun üzerinden verir. Tavuk değil bu yahu! Senin 33 vatandaşın! Hiçbir suçları da yok üstelik. Tertemiz. Belki hepimizden daha suçsuzlar” der kızgınlıkla! Milletvekili Mustafa Ekinci, Ahmed Arif’in şiiri üzerine konuyu Meclis’e taşır. Ve olayın sorumlusu Mustafa Muğlalı mahkûm edilir. Bütün bunlar nedeniyle Ahmed Arif’in tabiriyle “Kendini (şiir) otorite(si) sananların” da devletin de göz(ü) önündedir Ahmed Arif. Bu sebeple şimdilerde anlaşılması hayli zor olan, sahiden zor yıllardır muhalif, sol ve demokrat kimlik açısından…
 
Diyarbakır’dan Urfa’ya, sonra Afyon ve Ankara’ya uzanıyor yaşamı. Fakat hem şiirlerinde hem kimliğinde “Diyarbekir”in önemli bir yere sahip olduğunu anlıyoruz… Nasıl bir bağı var bu şehirle?
 
Burada bir kez daha vurgulamak tekrar sayılmamalı! Diyarbakır, aidiyet bağı çok güçlü bir şehir. Sadece şimdilerin siyaseten yaygın hali ile kentin ‘marka’ olmuşluğundan azade bir durum bu! Kentin insanı kendine çeken, cezbeden bir tarafı var. Bu sadece mekansal boyutla ilgili değil, insan ilişkileri açısından da böyle. Mesela Ahmed Arif’e baktığımızda 64 yıllık ömrünün çok ama çok az bir kısmı Diyarbakır’da geçmiş. İşte ilk çocukluk yılları, ilkokul öncesi. Bir de 30 yıl arayla cezaevi, sonrası sürgün yılları. Arada belki kısa bir iki gidiş gelişler o kadar. Şehrinde bu kadar az yaşamış olmakla birlikte, bu denli güçlü dizeler kurmak, bu denli özel şiirler yazmak! Mesela biz bu ruh halini ve bu bağı başka edebiyatçılarda da görüyoruz. Mıgırdiç Margosyan daha orta ikinci sınıf talebesiyken ayrılır Diyarbakır’dan, bir daha 40 yıl sonra, yazar olur, öyle gelir şehre. Ama o denli güçlü metinler yazar ki şehir üzerinden şaşarsınız. Yine Mehmed Uzun’un ilk romanı “Tû-Sen”de bir Diyarbakır anlatısı var, sayfalarca. Çok uzak bir yerde, Kuzey’in uzak ve soğuk diyarı Stockholm’de (İsveç) yazar. Şehrin böyle insanı sarıp sarmalayan, içine çeken yanı var. Hep muhalif, diren(g)en ve umut veren bir yan.
 
Ankara’da aldığı felsefe eğitimi sizce şiirini nasıl etkilemiştir?
 
Felsefe okuması, zaten Ahmed Arif’te ta lise yıllarından beri süregelen edebiyat ve tarih bilgisi, birikimine derin bir katkı sunmuştur diye düşünüyorum. Şiirlerine baktığımızda o derin felsefi ve tarih bağını fark edebiliyoruz.
 
 “Hasretinden Prangalar Eskittim” den sonra başka şiir kitabı yazmaması sizce bir tercih miydi?
 
“Hasretinden Prangalar Eskittim” 1968 yılında yayımlanır. Neredeyse bütün ‘70’li yıllar boyunca, hatta ‘80’li yıllarda da her fırsatta “Yeni kitap, ikinci kitap ne zaman, niye yok?” diye sıkça sorulur kendisine. O da cevaplar hep kelamınca; “Olur bir gün…” diye. Çünkü şiirini kafasında olgunlaştıran, yazan bir şairdir Ahmed Arif! Öyle ki ölmeden önceki haftalarda yakın çevresine “Gideceğim İstanbul’a, okuyacağım, kâğıda dökecekler, sonra da basacaklar” der. Sonra çeker gider, öte yakaya göçer doksan birin iki haziranında, ikinci kitap olacak şiirleri de kendisiyle birlikte gider… Bu ‘tek kitaplık’ mecra, bana göre tek kitapta ısrar değildi. Elbette ikinci, üçüncü kitap da olabilirdi daha Ahmed Arif yaşarken. Ama koşullar belki de…