Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Türk şiirinin kaptanı 90 yaşında: Attila İlhan
Haziran 2015

Türk şiirinin kaptanı 90 yaşında: Attila İlhan

İçinde bulunduğumuz ayın 15'inde 90. yaşını kutladığımız Attila İlhan, aydın çalışmaları ile Türk edebiyat ve çeviri dünyasına büyük katkılar sundu. Şair ve çevirmen Tozan Alkan Milliyet Kitap ekine, doğumunun 90. yılında Attila İlhan'ın bu katkılarını kaleme aldı...
TOZAN ALKAN
 
1925 tarihinde dünyaya gelen Attila İlhan tipik bir Cumhuriyet ailesi çocuğudur.  Babası savcı Muharrem Bedrettin İlhan; annesi ise Emine Memnune Hanım. Babasının emekli olduktan sonra avukatlık yapmak üzere İzmir’i tercih etmesi üzerine buraya yerleşirler. Baba, Nedim hayranıdır. Evde sürekli Nedim’den şiirler okur. Roman tutkunu annenin ise elinden kitap düşmez. Böyle bir evde geçer çocukluğu Attila İlhan’ın. Ama o okulu hiç sevmez, hep kaçar okuldan. İlginç olan çok da başarılı bir öğrenci olmasıdır. Bütün dersleri pekiyi ile, bütün sınıfları iftiharla geçer. İlkokulun üçüncü sınıfında “İlkbahar” adlı ilk şiirini yazar ama kimsenin dikkatini çekemez. Ortaokulun üçüncü sınıfında, Nâzım Hikmet’le tanışır. Lisede, kız arkadaşına yazdığı mektuplarda Nâzım’ın şiirlerini paylaşır. Okul yönetimi bu mektupları ele geçirip durumu polise bildirince Attila İlhan, komünizm propagandası yapmaktan tutuklanır ve okuldan uzaklaştırılır. Henüz 16 yaşındadır. Aile, Danıştay davaları ile okuma hakkını geri alınca Attila İlhan, Işık Lisesi’ne yazılır. Lise son sınıftayken amcasının kendisinden habersiz katıldığı CHP Şiir Yarışması’nda "Cebbaroğlu Mehemmed" şiiriyle pek çok ünlü şairi geride bırakarak ikincilik ödülünü alır. 1946'da mezun olup İstanbul Hukuk Fakültesi'ne kaydolur. 1948’de ilk şiir kitabı “Duvar”ı kendi imkanlarıyla yayımlar. "Duvar"ın önsözünde belirttiği gibi “belki harbi etiyle kemiğiyle yaşamamış ama gazete, radyo ve sinema yoluyla bir yandan; fırında kaybolan ekmek, seferber edilmiş ordu, pasif korunma ve karartma yoluyla öbür yandan; onun sertliğini ve hainliğini ‘etinde duymuş bir harp delikanlısının şiirleridir” bunlar. Yıllar içinde şiir kitapları birbirini izleyecektir: "Sisler Bulvarı" (1954), "Yağmur Kaçağı" (1955), "Ben Sana Mecburum" (1960), "Bela Çiçeği" (1962), "Yasak Sevişmek" (1968), "Tutuklunun Günlüğü" (1973), "Böyle Bir Sevmek" (1977), "Elde Var Hüzün" (1982), "Korkunun Krallığı" (1987).
 
Fransız edebiyatıyla tanışma
 
Attila İlhan’ın Paris yolculukları, ona yeni şiirin kapılarını açmıştır. İlk Paris yolculuğunu 1949 yılında Hukuk Fakültesi'nde ikinci sınıf öğrencisiyken yapar. Amacı, tutuklu bulunan Nâzım Hikmet’in serbest bırakılması için yürütülen  kampanyaya katılmaktır. Paris’te kaldığı süre boyunca Fransız toplumuna ve Paris’e ilişkin gözlemleri ve alımladıkları hem şiir poetikasını biçimlendirir, hem de birçok şiirinin ham maddesini oluşturur. En önemlisi Plehanov’la ve onun 'imge' kuramıyla tanışmıştır. İlhan, "Sisler Bulvarı" adlı şiir kitabının "Meraklısına Notlar" bölümünde bunu şu sözlerle dile getirir: “(...) Paris’te Plehanov’u okumak, Fransız sosyalist ozanlarının farklı tutumunu görmek, önüme yeni ufuklar açıyor. Eski ‘inek toplumculuğumu’ sanatım için bir çocuk hastalığı sayıyorum. Doğasal ve toplumsal diyalektiği, bütün düzeylerde içi içe ele aldığım gibi, o zamana kadar zararlı diye elimi sürmediğim ozan ve akımlardan gelen esintileri de kişiliğimin özgün bileşimine yediriyorum. Kimler mi? Baudelaire’den Rimbaud’ya, Apollinaire’den Mallarme’ye bir sürü ozan! Varoluşçuluktan, gerçeküstücülükten, lettrisme’e kadar bir sürü akım! '40 yıllarında, İstanbul’da toplumcu ozan ağabeylerimiz, bu burjuva ozanlarını bize yasaklardı, oysa Paris’te Çağdaş Fransız şiirinin Baudelaire’le başladığını, Aragon’un ağzından işitmiştim. Zaten o da, Eluard da, Tristan Tzara da ki partili ozanlardı- dadaisme’den, gerçeküstücülükten geliyorlardı.”
 
"Yağmur Kaçağı"nda ise şöyle der: “Paris’e ilk gelişimde, yarı yarıya politika hayatımda daha ağır bastığından, yarıdan fazla da Franszıcamın yetersizliğinden, şiir konularına pek el sürememiş, Jdanov’dan kapma ‘inek toplumculuğumu’ sürdürmüştüm. Ama bu sefer? Daha Plekhanov’u sökmeye başlar başlamaz, toplumcu bir sanatın, hiç de bize öğretildiği gibi olmaması gerektiğini sezmiştim ama, Marc aracılığıyla troçkistlerden, Magda aracılığıyla anarşistlerden, bir de tabii kendi başıma okuduklarımdan gerçek toplumsal şiir bileşimine, Doğu ve Batı klasiklerine olduğu kadar çağdaşlarına da uzanan köklü bir kültür özümlemesinden sonra ancak ulaşılabileceğini, büsbütün bulmuş çıkarmıştım. Kitaplığımda hâlâ sakladığım Racine, Cormeille v.s. de, Baudelaire, Verlaine, Rimbaud, Apollinaire, Sendrars vb. de hep o tarihleri taşırlar. İşte biri. Seine kitapçılarından almışım: François Villon ve Charles d’Orleans’ın şiirleri 6 Ocak 1952, Paris.” 
 
Garip, İkinci Yeni ve toplumcu gerçekçilik
 
Attila İlhan 1952’de Türkiye’ye dönüşünde Bobstil ve alafranga olarak adlandırdığı Garipçilerin karşısında yer alır ve 1954-1955 yıllarında yayımlanan Mavi dergisinde topladığı genç şairlerle beraber Mavi akımını kurarak Garip akımına itirazlarını dile getirir. Maviciler, Garip akımının “Şiirin açık olması gerektiği” anlayışını tümüyle reddeder. Anlam kapalılığının şiiri düzyazıdan ayıran önemli bir faktör olduğu görüşünü savunurlar. Ayrıca şiirin basit olamayacağını, zengin benzetmeli, içli, derin olması gerektiğini ileri sürerler. Garip, yüzılın başında Avrupa’da, özellikle Fransa’da kendini gösteren gerçeküstücülük (surrealisme) hareketinden esinlenmiştir ve şiirlerin çoğu, gerçeküstücü şiirlerin benzeri, taklidi, bazıları düpedüz kopyasıdır! İkinci Yeni ise bir skandaldır şiirde. İki bakımdan skandaldır: Biçimciliğin en aşırı uçlara götürülüşü ile (“Şiir geldi kelimeye dayandı" - Cemal Süreya, “Şiirin amacı hiçbir zaman belirli bir şey anlatmak değildir" - İlhan Berk, "Şiir hiçbir şey anlatmaz, güzellik hiçbir şey anlatmaz çünkü" - Oktay Rifat) ve aşırı biçimci şiirin toplumcu geçinen bazılarınca (Memet Fuat, Fethi Naci, Rauf Mutluay vs.), toplumcu bir şiirmiş gibi inatla okurun önüne sürülmesi ile...
 
Türk şiiri, bu akımlar yüzünden geleneksel sesini ‘kaybetmiş’; handiyse ‘çeviri şiir’ kılığına girmiştir. Toplumcu gerçekçi Attila İlhan, toplumcu gerçekçi şiiri de eleştirmeden edemez. Toplumcu gerçekçilik aşırı bir gazete gerçekçiliğine dönmüştür. Oysa toplumcu gerçekçilik bir yöntemdir, bir reçete değil. Bu bakımdan 'schematique' köy gerçekçileri, 'esthetique' ağırlığı olmayan romanlar yazmaktadırlar. Üstelik toplumculuğu, köycülük, köylücülük gibi anlama ve değerlendirme yanlışına düşmektedirler. Bir Nâzım’a toz kondurmaz Attila İlhan. Serbest vezinle yazmayı, serbest vezni geçerli hale getirmeyi, tek başına Nâzım Hikmet başarmıştır Türk şiirinde. Nâzım Hikmet’in şiirde kullandığı ritm ve ses motifleri, bizim gerek halk gerekse divan şiirimizde kullandığımız ses ve ritmden farklı, onlara aykırı değildir. Oysa Garip hareketi, ilk amaç olarak, bu ritmi ve ses motiflerini terk etmiş, Türk şiirinde halkın asla benimsemediği o çeviri şiir edası ve sesini sokmuştur. Sonuç olarak, Attila İlhan’a göre Birinci Yeni (Garip) şiiri İnönü Diktası’nın şiiridir, İkinci Yeni ise Menderes Diktası’nın. Ayrıca Garip akımı gerçeküstücülükle dada’cılığın, İkinci Yeni varoluşçulukla lettrisme’in, toplumcu gerçekçilik ise sosyalist gerçekçiliğin taklitleridir.
 
Attila İlhan şiiri
 
Çağımıza romantik bir duyarlılıkla gerçekçilik penceresinden bakan Attila İlhan ise, şiirlerinde aşk, intihar, macera, sevişme, içki, ölüm, kavga gibi temaları işler. Konuşma dilinin olanaklarından, argodan ve halk deyimlerinden/deyişlerinden yararlanır. Mehmet Kaplan’a göre, fikirleriyle toplumsal gerçekçi olmasına rağmen belki mizacının tesiriyle, tamamen romantik eserler yazmıştır. Fakat onun romantizmi yeni bir romantizmdir. Behçet Necatigil, insanın duygu dünyasından kesitler vermesini ön plana çıkarır. Artistik abartmalarla ve yerli dünya görüşüne de yaslanarak, bireysel temaları işlediğini belirtir. Ahmet Kabaklı’ya göre garipçilerle zıt olarak Attila İlhan şiirlerinde, bol mecaz ve şairanelik vardır ama bu şiirler aynı zamanda bir şey bildirmek, bazı dertleri eşelemek için yazılmışlardır. Attila İlhan ne toplumcudur ne de toplumsal gerçekçilikte ileri gidebilmiştir. Asım Bezirci, Attila İlhan’ın durmadan yeni ve daha iyi biçimler aradığını vurgular. Memet Fuat "Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi"nde şunları söyler Attila İlhan şiiri için: “1950’lerde Attila İlhan şiirinin büyük bir değişikliğe uğradığı, iyice özgünleştiği, toplumsalcı kaygılarla bireyci kaygıları iç içe işlediği görüldü. Yepyeni imgeleri, sürekli yinelenen sesleri, eski yeni hiçbir anlayışa uymayan dizeleriyle yadırganması gereken bu şiirler, tam tersine, yarattıkları aşırı duygusal havayla aydın çevrelerde kolayca benimsendi. Bireyci Attila İlhan şiiri de, aslında çok kere, ipuçları verilmediği için ‘kapalı’ kalan toplumsalcı bir şiirdi, bu durum, ancak sonraki basımlarda kitaplarına ‘meraklısı için notlar’ eklemeye başlayınca, her şiirin nerede, ne zaman, niçin yazıldığını açıklayınca ortaya çıktı.”  
 
Batılılaşma ve İlhan
 
Attila İlhan, bildiğimiz Batılı aydın tipinden oldukça farklı, sıra dışı bir aydındı. Batı’yı ve Batılı aydın tipini çok eleştirdi, hatta kimi zaman yerden yere vurdu. Dil, edebiyat ve çeviri de elbette payını aldı bu eleştiri ve yergilerden. Ünlü "Hangi Batı" adlı kitabında Türkiye’nin sorununun batılılaşmak sorunu olmadığını, modernleşme ve kişiliğini bulma sorunu olduğunu tekrar tekrar vurguladı. Sanayileşme, şehirleşme kavramları üstünde durdu. Batılılaşma yabancı egemenlikler altına girmek, yabancı etkiler altında kalmak demek değildi. Batılılaşmak, bağımsızlığımızı yitirmemiz, yabancı devletlerin zorla kabul ettirdikleri bir çerçeve içerisine girmemiz demek değildi. Batılı olmak, Batılı bir devlete benzemek değildi. Batılı ülkeler, Latin kültüründen gelen ülkeleri, ulus olarak kendi köklerinden gelen ilkelerle yoğurmuş, her birisi ulusça uygar ve Batılı bir bileşime ulaşmıştı. Biz de böyle yapacaktık... Nasıl yapacaktık peki bunu? Derebeyliği tasfiye ederek, toprak reformu yaparak, sanayi devrimini başararak… Bunlar ortaya yeni bir tip insan çıkaracaktı. İşte Batılı olmak, aydın olmak böyle bir şeydi Attila İlhan için. Oysa Cumhuriyet ile girişilen 'devrim' hareketleri, asıl ve ciddi anlamıyla bir Batılılaşma hareketinin kanıtları olmaktan çok, Batılı olma özentisinin belirtileriydi ona göre. Fes yerine şapka giymekle, eski harfler yerine Latin harflerini benimsemekle, saati ve takvimi değiştirmekle, kısacası biçimle ilgili birtakım değişiklikler yapmakla Batılı olunmuyordu. Aşağıdan yukarıya, tarihsel ve toplumsal anlamı içinde düşünemediğimiz, köklü toplumsal değişimlere girişemediğimiz için; böyle 'çoğunluğu Osmanlı, azınlığı Frenk kırması', iki tür vatandaştan meydana gelmiş bir toplum olmuştuk.
 
Hal böyle olunca, edebiyat alanında da gerçek bir Batılılaşma yaşanamadı. Önceleri Batılı olmaktan çok ulusal -yetersiz ölçüde ulusal- bir edebiyat akımı ortalığı kapladı. Bu durum,1940’lı yıllara, ‘bobstil şairler’ döneminin başlamasına kadar sürdü. Bu yeni şairler, ‘bobstiller’ diye alaya alınan sanatçılar, Batılı tutumlarla ortaya çıkan Batılı olmak isteyen kimselerdi. Çoğu, biçimsel Batılılık devrimlerini, öykünmek diye anladı; giderek, Batılı sanatçıların etkisine girdi. Şöyle diyor İlhan bununla ilgili olarak: “Aralarında aktif gerçekçiler, gerçeküstücüler (surrealiste), ne oldukları belli olmayanlar, biçimci olup da kendilerini özcü zannedenler vardır. Ayaklandılar. Eskileri süpürdüler. Diktatörlüğün, biçimsel Batılı karakterine uymayan ‘eski’lerin, önemini yitirmesi normal bir şeydi. Birkaç yıl içinde, ‘yeni’lerin himayeye mazhar oldukları’ görüldü. İşin aslını ararsanız, yeni sanat hareketi de, diktatörlüğün Batılılaşma hareketi gibi, yukardan aşağıya düşünülmüş; biçimsel, öyküntü, özenti bir hareketti.” Tüm bunların sonucunda biçimsel de olsa bir Batılılaşma, bir yenilenme başladı edebiyatta Attila İlhan’a göre. Ama bu bir yöntem, bir dünya görüşü yenileşmesi değildi. Yeniler ulusal koşullarımızın farkında değildi. Tam bir öykünme dönemi başlamıştı. Batı'da, özellikle Fransa’da; uzun, tarihsel, toplumsal ve estetik gelişmelerden sonra ortaya çıkmış sanat akımlarını öykünüyorlardı.
 
Romancı, deneme yazarı ve senarist
 
"Sokaktaki Adam", Attila İlhan'ın 1953’de yayımladığı ilk roman. "Zenciler Birbirine Benzemez" ve "Kurtlar Sofrası" eserleriyle birlikte bir üçlemeyi oluşturur. "Sokaktaki Adam"da Batılı olmaya çalışmanın çeşitli bunalımlarını yaşayan, Cumhuriyet kuşağı içinde yetişen, kendine, topluma ve toplumun değerlerine yabancılaşan bir aydın tipi olan Kamarot Hasan’ın illegal bir olaya karışması ve bunun sonucunda bir kavgada öldürülmesi konu edilmektedir. "Zenciler Birbirine Benzemez"de (1957) Attila İlhan, içinde yetiştiği toplumu ve değerlerini sorgulayan Mehmet Ali’nin Paris’te geçen günlerini anlatır. Bu ilk romanlarda Attila İlhan’ın deyişiyle “Cumhuriyet kuşaklarının yanlış Batılılaşmasının, topluma yabancılaşmasının tartışması yapılmaktadır.” Kurtlar Sofrası (1963/64) Türk toplumunun son 50 yıllık sorunlarına değinir. "Kurtlar Sofrası"nı, "Bıçağın Ucu" (1973) ve "Sırtlan Payı" (1974) izler. “Bıçağın Ucu"nda ilk Cumhuriyet kuşağından devrimci takımın başarısızlığı, "Sırtlan Payı"nda ise Attila İlhan'ın deyişiyle, “Seferberlik kuşağı diyebileceğimiz aksiyon adamlarının tutumu ve kaderi tartışılmıştır”. "Yaraya Tuz Basmak" (1978) da aynı seriye dahil edebileceğimiz bir roman. İlhan, bireyden yola çıkıp Türkiye’nin yakın tarihine fener tutar yine. Kadın eşcinselliğini anlattığı "Fena Halde Leman" (1980) yayımlandığı yıl geniş yankı uyandırır. Oysa Attila İlhan’ın bütün romanlarında vardır cinsellik: “Ben daha ilk romanlarımdan başlayarak, insanları sadece toplumsal ya da siyasal harita üzerinden tanımlamakla yetinmemiş, ucundan ucundan cinsel tanımlamalarını yapmaya, bu etkenin yaşantılarındaki baskısını göstermeye çalışmışımdır. Zira, eğer toplumculuk insanın temel gereksinmeleri öğretisini esas alıyorsa, yemek, içmek, barınmakla birlikte, üremenin de bu gereksinmelerinen önemlisi olduğunu hesaba katacak, yanlış bir üretim düzeninin getirdiği yabancılaşma yanında, yanlış bir üreme düzeninin getireceği cinsel yabancılaşmayı da gidermenin çarelerini arayacaktır.”
 
"Dersaadet'te Sabah Ezanları" (1981) Gürsel Aytaç’a göre, “Kemal Tahir’in 'Devlet Ana'sından sonra çağdaş Türk edebiyatının ikinci büyük tarihi romanı” olarak tarif edilir. Attila İlhan’ın roman serüveni "Haco Hanım Vay" (1984), "O Karanlıkta Biz" (1988), "Yengecin Kıskacı" (2001), "Allah'ın Süngüleri: Reis Paşa" (2002) ile devam eder. İlk kalp krizini 1985 yılında geçiren Attila İlhan’ın 2004'ten itibaren sağlık durumu daha da bozulur. 11 Ekim 2005'te İstanbul'daki evinde geçirdiği ikinci kalp krizi sonucu hayata veda ettiğinde 80 yaşındadır. Attila İlhan'ın son romanı "Gazi Paşa", 2006’'nın ilk günlerinde okurla buluşur. Kurtuluş Savaşı'nın en hareketli günlerini Mustafa Kemal'in yaşamı içinde anlatan roman, Kuvay-ı Milliye'nin İzmir'e girişi, Trakya'nın geri alınması ile biter. Attila İlhan’ın, Cumhuriyet’in ilanının 75. yıldönümünde film yapılmak üzere yazdığı senaryo, ölümünden sonra "O Sarışın Kurt" adıyla roman olarak yayımlanır. Selim İleri’nin ifadesiyle 'görsel roman' niteliği taşıyan metinde, 1920’den, İzmir Suikastı’na kadarki çalkantılı dönem anlatılır.
 
"Yaşadığı döneme tanıklık etmek"
 
Attila İlhan’ın şairliği ve romancılığının yanı sıra deneme yazarlığı, gazeteciliği ve senaristliği de vardır. 1965-1973 yılları arasında Demokrat İzmir Gazetesi’nde genel yayın müdürlüğü ve başyazarlık yapar. 1968 senesinde Biket Hanım ile evlenir. 1973-1980 yılları arasında, Ankara Bilgi Yayınevi’nde danışmanlık yapan şair, 1981 yılından sonra İstanbul’da yaşamını sürdürmeye devam eder. Burada Sanat Olayı, Yelken ve Cönk dergilerinin yönetimini üstlenen Attila İlhan, Vatan, Yeni Ortam, Dünya, Demokrat İzmir, Milliyet, Güneş, Cumhuriyet ve Meydan gazetelerinde köşe yazıları kaleme alır.
 
"Hangi Sol" (1970), "Hangi Batı" (1972), "Hangi Seks" (1976), "Hangi Sağ" (1980), "Hangi Atatürk" (1981), "Sağım Solum Sobe" (1985), "Hangi Edebiyat" (1991), "Sosyalizm Asıl Şimdi" (1991), "Hangi Laiklik" (1995), "Hangi Küreselleşme" (1997)  adlı deneme kitapları  yazan Attila İlhan, "Yalnızlar Rıhtımı", "Ateşten Damlalar", "Rıfat Diye Biri", "Şoför Nebahat", "Devlerin Öfkesi", "Ver Elini İstanbul" ve "Sokaktaki Adam"ın aralarında olduğu senaryolara da imza atar.  Andre Malraux ve Loui s Aragon’dan çeviriler yapar. ("Kanton'da İsyan" - André Malraux, "Umut" - Andre Malraux ve "Basel'in Çanları" - Louis Aragon)
 
Attila İlhan’ı bir yazıya sığdırmak oldukça zor. İlhan çok geniş bir yelpazede eserler verdi. Şairliği kadar romancılığı, deneme yazarlığı ve senaristliği ile de Türkiye'deki edebiyat ve düşünce dünyasına damgasını vurdu. Bu çok yönlülüğünü kendisi şöyle açıklıyor: “Yaşadığım dönemi bütün kesitleriyle, bütün sanat dallarında vermeye çalışıyorum. Ben dünyadan gittikten sonra Attila İlhan’ın şiirleri, romanları, filmleri, yazıları onun yaşadığı dönemleri hemen hemen bütün kesitleriyle gösterecek. Buna ‘Yaşadığı döneme tanıklık etmek’ diyor Frenkler. Ben de bunu yapmaya çalışıyorum.”