Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Selim İleri'nin Dinmeyen Aşkı
Kasım 2018

Selim İleri'nin Dinmeyen Aşkı

Yarım asrı geçen yazarlık yolculuğunda edebiyatın hemen her alanında eser veren, onlarca ödüle değer görülen Selim İleri, 37. İstanbul Kitap Fuarı’nın Onur Yazarı. Bugüne dek 70’ten fazla esere imza atan İleri, yakın zamanda külliyatına iki kitap daha ekledi: “Kumkuma” ve “Elimde Viyoletler”. Selim İleri’nin Onur Yazarı olması vesilesiyle yeni kitaplarına ve edebiyatına bir yolculuk yaptık
Mehmet Said Aydın
 
Selim İleri ile alakalı bir yazıya, onun ne denli ‘velut’ bir yazar olduğunu belirtmekle başlamak sürpriz olmasa gerek. 19 yaş ürünü olan “Cumartesi Yalnızlığı”ndan bu yana yazarlık yaşamına roman, öykü, deneme, senaryo, eleştiri, köşe yazısı gibi birçok türü sığdırmış bir isim Selim İleri. Kimi filmlerde küçük roller, film ve dizi yönetmek, televizyon programı yapmak, dergi çıkarmak gibi başkaca kültür işleri yaptığını biliyoruz. Epey ödüllü: Sait Faik Hikâye Armağanı, Türk Dil Kurumu Roman Ödülü, En İyi Senaryo Ödülü, Türkiye Yazarlar Birliği Roman Ödülü, Afife Jale ve Avni Dilligil ödülleri, Orhan Kemal Roman Armağanı, Sedat Simavi Edebiyat Ödülü, Aydın Doğan Ödülü, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü... Şimdi de 37. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nın Onur Yazarı.
 
İlk roman 24’ünde
2017’de edebiyattaki 50. yılı kutlanırken, Ayşe Sarısayın’ın onunla yaptığı bir de nehir söyleşi yayımlanmıştı: “O Aşk Dinmedi” (Everest Yayınları). Edebiyatta 50’nci yılını kutladığında yine Milliyet Kitap ekinin kapağında yaşamına ve edebiyatına dair ayrıntılı bir şekilde yer verilen Selim İleri, ilk yazısını 1967’de Yeni Ufuklar dergisine yazmıştı. Yırtıp attığı ilk romanlarını henüz ortaokul yıllarındayken yazmış, ilk romanı 24 yaşındayken yayımlanmış, edebiyatın hemen her türünde 70’in üzerinde eser verip izler bırakmış bir yazar olan İleri, romancılığa olan ilgisini “O Aşk Dinmedi”de şöyle anlatıyordu: “Gençlik yıllarımda boyuna roman mimarîsini kurcaladım, boyuna roman mimarîsi üzerinde durdum. ‘Destan Gönüller’, ardından ‘Her Gece Bodrum’ birer ‘heyecan’dı; taa ‘Cehennem Kraliçesi’ne kadar öyküde de romanda da yazınsal yapıyı arandım. 
 
İstediğime vardım mı, bilemem. Varılsa, işte şimdi oldu! denebilse, herhalde gerisi gelmez. Yazmak bence bir anlamda sonsuz arayış. Aynı şekilde üslûpta, anlatımda da sürüp gidiyor arayış. Eksiltili tümceler, yarım bırakmalar galiba ‘Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak’ta belirdi. Bütün bütün bir arayış değildi; dile getirmeye çalıştıklarım zaten bende, yazan kişide ikide birde yarım kalıyordu, eksiltili kalıyordu. Bunun üslûba yansıması handiyse kendiliğinden oldu diyebilirim.
 
Yazarlık serüveni boyunca yaktığı, yok ettiği romanlarla ilgili olarak yine edebiyattaki 50’nci yılı vesilesiyle Milliyet Sanat’a verdiği röportajda şu cümleleri  kuruyordu: “Onlara roman denebilir miydi, bilemiyorum. Gençlik hevesleriydi. Bir tanesi bulanık biçimde iz bıraktı bende, ‘Unutulmak’ diye bir şeydi. Onu keşke yırtmasaydım. Hatta hiçbirini keşke atmasaydım, bana çağrıştıracağı şeyler olacaktı belki. Orta 2’de Peride Celal’in Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen ‘Gecenin Ucundaki Işık’ romanının günbegün takipçisiydim. Onun çok büyük etkisi altında kalarak ilk romanı yazmıştım.” 
 
Edebiyatın her alanında Devasa bir külliyatın sahibi olan İleri’nin Ayşe Sarısayın’la birlikte yaklaşık bir yıla yayılan söyleşilerinin derlemesi “O Aşk Dinmedi”yi bitirdiğinizde, ‘Selim İleri edebiyatı’na dair güçlü bir fikir sahibi oluyorsunuz. İstanbul Kitap Fuarı’nın temasından alıntılayacak olursak “Hayatı edebiyatla kuşatılmış” bir yazar olan Selim İleri için “O Aşk Dinmedi”de söylenenler ise onun edebi yaşamını özetler nitelikte: “‘Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu’nda Türk edebiyatının yol haritasını çıkartan Selim İleri, bu kez de, 1967 yılında yayımlanan ilk yazısından, hatta ilk okumalarından bugüne edebiyatının kilometre taşlarının, farklı toplumsal ve yazınsal dönemlerin yapıtına yansımalarının izini sürüyor. ‘Hep aşkla yazdım, o aşk dinmedi,’ diyen Selim İleri’nin 50 yıla sığdırdığı roman, anlatı, öykü, deneme, şiir, oyun, senaryo, inceleme, derleme gibi edebiyatın her alanına yayılmış (şimdilik) 72 kitabının yazılış serüvenleri eşliğinde, acılar, coşkular, çalkantılar, olaylar, insanlar ve yorumlar arasından Türkiye ve Türk edebiyatı tarihine uzanan bir yolculuk…” 
 
Selim İleri, burada bahsi geçen 72 kitabın üstüne, yakın zamanda iki kitap daha ekledi: “Kumkuma” ve “Elimde Viyoletler - Beklenen Sevgili”. 
 
Dilin kendisiyle boğuşmak Adıyla sanıyla bir Abdülhak Hâmid metni olan “Kumkuma”da, daha ilk sayfada, ‘Şair-i Âzam’ın adı dosdoğru anılıyor ve anlatıcı üçüncü tekil şahıstan konuşmaya başlıyor. Bu üçüncü tekil şahıs anlatıcı vurgusu, metnin geneli için önem taşıyor. Zira Selim İleri, ‘anlatı’sında (bunun neden tırnak içinde olduğu kısmı da gene metin için önem taşıyor) anlatıcıları bile isteye geçişken kullanıyor. Kâh birinci tekil şahıs anlatıcı olarak Abdülhak Hâmid konuşuyor, kâh üçüncü tekil şahıs olan biteni tarif ediyor. Bunlar yan yana, kimi zaman iki cümlede birbirinden ayrılıveriyor. Noktalama ideolojisi bu meyanda mühim; İleri, konuşmalarda çift tırnağa yahut konuşma çizgisine metnin serbestisi içinde başvuruyor. Çoğu zaman da, doğrudan diyaloglarda başvuruluyor çift tırnaklara şu örnekte olduğu gibi: “Yâni yerim işgal edilmiş. Kaşla göz arasında. Maçkapalas’ın en yüksek arkalıklı koltuğu. Lüsiyen kibar ev sahibesi rolünde ses etmemiş olmalı. Şair-i Âzam’a merdiven sahanlığında herhalde bir iskemle, tabure ayırmışlardır. “Nasılsınız Halid Ziya Bey?” Asabiyetini belli etmeyerek.” 
 
İsimlerin imla tercihleri de dahil olmak üzere, metinde bir imla ideolojisi de var. Daha doğrusu, ‘yeni imla’ya yeri geldiğinde direnen, yeri geldiğinde mecburen kabul eden; sonradan çok eleştirileceği üzere ‘onun dilini ortadan kaldırmaya çalışan’ Türk Dil Kurultayı’na onur konuğu olarak katılan Abdülhak Hâmid’in kafası kadar karışık ve gerilimli bu ideoloji. Söz gelimi, yukarıdaki alıntıda gördüğümüz üzere, “Lüsyen” diye bildiğimiz (çoksatar bir roman sebep oldu buna daha çok) ismin, “Lüsiyen” olarak kullanımı, şimdilerde artık “Maçka Palas” diye bilinen yapının çoğunlukla “Maçkapalas” diye yazılması ve bunun da anlatıcının kendi içinde tartıştığı şeylerden biri olması, “Halit” yerine “Halid” yazılması ilanihaye. Malzemesi, ‘derdi’ ve ‘unutulma’ sebeplerinden belki en büyüğü dil olan bir yazarın anlatısının, bizzat dilin kendisiyle boğuşarak başlamasının altı çizilmeli.
 
Tırnak içinde anlatının manası konusuna gelince, Selim İleri, yaptığımız söyleşide bu konuya dair şunları söylemişti: “Onu çok düşündük. Ben de düşündüm, yayınevindekiler de düşündü. ‘Anlatı’da ısrar ettim. Çünkü benim aklıma roman denince Attilâ İlhan’ın mısraı gelir: ‘Akşamlar bir roman gibi biterdi’. Roman, çok geniş bir perspektifi olan, çok uzun zamanları anlatan bir tür olarak gelir; o mısradaki roman da öyle gelir. Anlatı, dar bir zaman gibi gelir. ‘Kumkuma’yı yazarken de bu ‘anlatı’ meselesini içine koydum. Abdülhak Hâmid Bey’in, anlattığım eğer gerçekse, o ‘anlatı’ meselesine çok sinirleniyor, kafa yoruyor nedir bu diye. O motifi de koyunca öyle tercih ettim.”
 
‘Viyolet’ derler bir çiçek “Elimde Viyoletler - Beklenen Sevgili” adlı adınca bir roman. ‘Viyolet’ derler bir çiçek, neredeyse bir ‘kahraman’ kadar can alıcı rol oynuyor kitapta. Roman, Türkçe için ‘zor’ sayılır bir tekniği kullanıyor. Şefkati isimli birine, anlatıcımız mektupla derdini, serencamını anlatıyor. Mektup türünün bütün esprilerini ihtiva ediyor kitap. Önce yanıtı anlatıyor; geç yazmışsa neden geciktiğini, karşı mektubu ne denli çok beklediğini yaşadığı yerin fiziki durumunu, şehrin halini... hepsini anlatıp, gene mektup tekniğinin aşina olduğumuz yöntemiyle, muhatabıyla vedalaşarak ve ondan bir an evvel yanıt beklediğini söyleyerek bitiriyor. 
 
Biz anlatıcımızın mektuplarını okuyoruz. Yanıtları da ancak onun aktardığı kadar biliyoruz. Anlatıcımız bir eski zaman İstanbul’unda, Anna’dan bahsediyor Şefkati’ye. Ve iş yerinden. İş yeri ortamı, biraz Uşaklıgil, biraz Kafka’yı andırıyor. Biraz da “Yeraltındaki Adam”ın iç sesini duyuyoruz onun iç sesinde. Anna müzisyen. Anlatıcı onunla tanıştıktan sonra coşkulu: “Yüreğim fena halde çarpıyor, neye baksam, neyi görsem, hep Anna! Yağmur Anna, ağaçlar Anna, Alman Çeşmesi’nin oralarda bir sıraya oturuyorum, yanımda Anna! Hayatta uzaklardan gelen alkış sesleri duyuyorum: Herkes bu aşkı kutluyor!” Anlatıcımız musahhih: “İnanır mısın, Hikmet’le de! Hikmet sık sık imlâ meselelerini benimle münakaşa ediyor ve tecrübeme güveniyor. O da Balzac’taki hatıraları şapkasız bırakmak taraftarı. ‘Zamanla şapkasız hatıra yazılacak, değil mi üstad?’ diye sordu.” 
 
Ustalığı, gençliği, edebiyatı Yazarın, isim sembolizasyonu üzerine konuşuldu epey; bu isim sembolizasyonu da “Mel’un”da belirgindi. Buradaki Şefkati, anlatıcımızın iç sesinin talebi gibidir adeta. Şefkate muhtaç ama çoğu zaman sefih anlamıyla değil, dostluk anlamıyla muhtaç bir anlatıcıdır. Ve Şefkati’nin ismiyle müsemma olmasını bekler. Yanıt bekler, sözlerine kulak kabartmasını bekler, aşkını dinlemesini bekler, İstanbul’u düşlemesini bekler. Ne kadar yanıt alıp alamadığı, romanın sırlarından biri olarak kalsın. 
 
Roman, kendi içinde birçok metin oyunu barındırıyor ama toplamda anlatıcımızın kısık sesli çağrısı gibi de okunabilir. Olana bitene, yolunda gitmeyene, insanların kötülüğüne, şehrin çarpıklığına, aşkının düştüğü duruma dair çağrı. Tek dostu Şefkati’ye yazılan mektuplarla!
 
Selim İleri, sonbaharda iki kitapla birden geldi. İstanbul Kitap Fuarı’nın Onur Yazarı olarak edebiyatı, arkadaşlığı, gençliği, ustalığı, acemiliği üzerine çok konuşulacak. Bu iki kitabında da “O aşk dinmedi” diyen bir yazarın iştahı baştan sonra seziliyor, okunuyor, görülüyor. Nice kitaplara! n