Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Raskolnikov'un 150 yıllık yolculuğu
Temmuz 2016

Raskolnikov'un 150 yıllık yolculuğu

Rus yazar Fyodor Mihayloviç Dostoyevski'nin ilk olarak 1866 yılında yayımladığı romanı "Suç ve Ceza"nın içinde bulunduğumuz yıl 150. yaşı kutlanıyor. Biz de bu vesileyle, Dostoyevski'nin kötülüğün doğasını anlatmaya çalıştığı romanını mercek altına aldık...
ASLI GÜNEŞ
 
Bundan tam 150 yıl önce Dostoyevski, birikmiş kumar borçlarının telaşıyla yayıncısına bir mektup yazıp tasarladığı yeni romandan söz eder. Mektubunda romanının ana hatlarını “Bir suçun psikolojik çözümlemesi” olarak çizmiştir. İhtimaldir ki romandan çok yayıncının vereceği avansla ilgilidir Dostoyevski. Çünkü E.H. Carr’ın aktardığına göre, tam o günlerde “Wiesbaden’de her gün, giyeceklerinin ya da ufak süs eşyalarının karşılığı olarak onu açlıktan kurtaracak birkaç thaler alma ümidiyle rehincileri dolaşıyordu. Bu katı kalpli tefecilerden biri, Raskolnikov’un kurbanının ilk modeli olmalı ve bu korkunç gerginlik anında, Dostoyevski kendi yüreğinde, bir Raskolnikov’un potansiyelini sezmiş olmalı.”
 
Carr’a göre Dostoyevski, "Suç ve Ceza"yı ellerini açıp para isteyen alacaklıların onu borçlular hapishanesine göndereceklerine dair savurdukları tehditler arasında yazmaktadır. Yayıncıdan aldığı 4 bin ruble hiçbir derdine deva olmamıştır. Alacaklılara hapse girerse yazamayacağını, dolayısıyla borçlarını ödeyemeyeceğini söyler. Çareyi Petersburg’u terk edip Moskova’ya yerleşmekte bulur. Bu dönemde yayıncı Stellovski ile "Kumarbaz" romanı için yaptığı anlaşmanın süresi de dolmak üzeredir. Anlaşmaya göre roman 1 Kasım’a kadar yetişmeyecek olursa Stellovski, Dostoyevski’nin yazılmış, yazılmamış bütün romanların hakkını para ödemeksizin alabilecektir. Üç dostu ortaklaşa bir eser yazıp Dostoyevski’nin imzasıyla yayımlamayı teklif ederler. Dostoyevski bu teklifi reddeder. Bu cehennem günleri, ikinci karısı Anna’yı çıkaracaktır karşısına. Anna, Dostoyevski’nin yanında stenograf olarak çalışmaya başlayıp romanı tam altı günde bitirir. Belki de Dostoyevski’nin hayatını kurtarmıştır...
 
Artık derin bir nefes alıp suçun psikolojik çözümlemesine geçebilecek durumdadır Dostoyevski. Tefeciler, alacaklılar, üçkâğıtçı yayıncılar, yoksulluk, kumar borçları, sara hastalığı ve hepsinden önemlisi de dehası, Dostoyevski’de bir Raskolnikov potansiyeli doğurmuş mudur, bilinmez ama o edebiyat tarihinin en olağanüstü kahramanlarından birini yaratmaya hazırdır artık. İlhamı da o karabasan günlerinde gazetede çıkan bir haberdir. Para için cinayet işleyen bir öğrencinin öyküsü. Öyküyü birinci tekil şahıs ağzından anlatma denemelerini çok geçmeden bırakacak, üçüncü tekil şahsa dönecektir. Dostoyevski’nin yarattığı yakışıklı, zeki, yoksul, öfkeli hukuk öğrencisi Rodion Romanoviç Raskolnikov, çamurlu Petersburg sokaklarında çağları inletmeye hazırdır. 
 
Petersburg suça hazırlanıyor
 
Romanın ilk sayfalarından itibaren bir delilik nöbetindeymişçesine Petersburg sokaklarını adımlayan Raskolnikov’un peşine takılırız. Görenlerin tabuta benzettikleri ve aylardır kirasını ödeyemediği odada aç, uykusuz vaziyette yatmakta, geri kalan zamanlarında ise 'bir iş'ten söz etmektedir. Raskolnikov’un zihninin içindekileri bilmemiz imkânsızdır. Anlatıcı da bir ipucu vermez zaten. Ortada uğursuz bir şeyler döndüğünü, anlatıcının olağanüstü bir gerçekçilikle çizdiği Petersburg sokakları sezdirir. 19. YY. Rusya’sı tüm korkunçluğuyla Petersburg’a akmıştır. Raskolnikov’un arşınladığı her sokakta pislik, yoksulluk, suç, açlık, fuhuş kol gezer. Bütün bunlar karşısında Raskolnikov’un tek bir duygusu vardır: Tiksinti: “Sokakta korkunç bir sıcak vardı, insan boğulacak gibi oluyordu. Ayrıca kalabalığın itişip kakışması, ortalıktaki kireçli hava, yapı iskeleleri, tuğlalar, toz ve yazlığa gitme olanağı bulamamış her Petersburglunun çok iyi bildiği o özel pis yaz kokusu. Sözün kısası bütün bunlar zavallı delikanlının zaten yıpranmış sinirlerini birdenbire iyice bozuvermişti. Hele kentin bu yöresinde sayıları oldukça kabarık olan meyhanelerden yayılan dayanılmaz içki kokusu, henüz iş zamanı olduğu halde adım başına karşılaşılan sarhoşlar da bu tablonun iğrenç ve acı rengini tamamlıyordu sanki. Derin bir iğrenme duygusu bir an için belirip kayboldu yüz çizgilerinde delikanlının.”
 
Raskolnikov nedenini kendisinin de bilmediği tuhaf şeyler yapmaktadır. O güne kadar hiç gitmediği meyhaneye gider. Talih ailesinin parasını içkiye yatıran, bütün yükü fahişelik yaparak kardeşlerine ve analığına bakmaya çalışan kızı Sonya’nın omuzlarına yükleyen memur Marmeladov’la karşılaştırır onu. Gariptir, altı ay boyunca insan yüzü görmeden yaşayan Raskolnikov 'o işi' yapmaya karar verdiğinde, kaderini çizecek insanlarla da karşılaşmaya başlamıştır. Marmeladov’un içler acısı durumu, onu evine taşıdığında gördüğü yoksulluk karşısında dayanamayıp cebindeki paranın büyük bölümünü bırakması, annesinden aldığı mektup… Annesi, mektubunda Raskolnikov’un kızkardeşi Dunya’nın mürebbiye olarak çalıştığı evde patronu Svidrigaylov tarafından tacize uğrayıp kovulduğunu, parasız kaldıklarını, ama neyse ki Svidrigaylov’un karısının uzak akrabası olan zengin Lujin’in Dunya’ya talip çıktığını yazmaktadır. Her şey, bütün bir şehir onu suça çağırmaktadır sanki.
Sonunda baklayı ağzından çıkarır Raskolnikov. Geçinmek için eşyalarını rehin verdiği tefeci kocakarıyı öldürmeyi tasarlamaktadır, hem de baltayla. Bu fikirden defalarca vazgeçtiği halde, bütün rastlantılar onu 'suç'una götürecektir. Son rastlantı da, meyhanede yan masada oturan öğrenci ile subay arasında geçen konuşmadır. Öğrenci, Raskolnikov’un öldürmeyi planladığı tefeci kocakarıdan söz etmektedir. Tefecinin kötülüğü üzerine sarf edilen cümlelerden sonra, öğrenci subaya dönüp “Şunu iyi bil ki ben bu iğrenç kocakarıyı en ufak bir vicdan azabı çekmeden öldürür ve soyardım” der. Gerekçesi de tefeciden alınacak paranın herkesin yararına harcanmasındaki yüceliktir. Raskolnikov’un tesadüfen girdiği meyhanede, tesadüfen kulak kabarttığı masada, kendi kafasından geçen düşüncelerin tıpatıp aynısını duyması cinayet saatinin gelip çattığını göstermektedir.
 
Katil belli, peki ama ya suç?
 
Suç ve polisiye yazarları, okuru katil kim sorusunun peşinden koşturup gizemin albenisine sığına dursun, dünyada hiçbir polisiye yazarı bu denli olağanüstü bir katil yaratamamıştır. Dünya üzerinde hiçbir katil ve hiçbir suç bu denli merak uyandırmamıştır, hiçbir cinayet bu kadar tartışılmamıştır. Ortada bir gizem var mıdır peki? Varsa bile katilin değil, suçun gizemidir bu. Nikolay Aleksandroviç Berdyaev’in deyişiyle “Bilmeceyi oluşturan Raskolnikov değil, işlediği suçtur.”
 
Raskolnikov kız kardeşi Dunya’ya “Belki de bir gün adımın dillerde dolaştığını işiteceksiniz” derken yanılmamıştır. Bütün katillerin en ünlüsüdür o, en sevileni, hatta en hayranlık uyandıranı. İki kadını baltayla öldürdüğü için değil, bütün bir dünyayı harcıâlem yanıtlarla geçiştirilemeyecek bir soruyla baş başa bıraktığı için: Tanrı yoksa insan ne yapabilir? 19. YY. Rusya’sının "Ecinniler"i, Dostoyevski’nin artık pek sevmediği sosyalistler, nihilistler, öğrenci evlerinde, komünlerde tanrıyla güreşiyorlardı. Özgür gelecek düşleri tanrısız ve çarsız çatılmıştı. Tanrı’nın olmadığı müjdesi yoksul öğrenci evlerinden tüm Rusya’ya yayılıyordu. Rus şeytanlarının önünde hayatın sonsuz seçenekleri vardı artık. Oturup düşünüyorlardı “Kafa kemiklerini eritinceye kadar.” Tanrı yoksa ne yapabilir insan? Tanrı olmadığına göre insanın birtakım sınırlarla birlikte var olduğuna inanmalı mı? İğrenç bir tefeciyi öldürmemizin önünde nasıl bir engel olabilir ki?
 
İşte Raskolnikov da o yoksul odada Tanrı’nın yokluğunda neler yapabileceğini düşünüyor, bütün bir Rusya gibi tanrı olmayı istiyordu.
 
“Tanrı yoksa her şey mubahtır”
 
Tanrı yoksa insan, hiçbir işe yaramayan bir tefeci kocakarıyı ve cinayeti gören kız kardeşini öldürebilir, paralarını alıp ıssız bir avlunun ortasındaki taşın altına saklayabilir mesela. Tanrı yoksa ahlakın sınırları da yoktur; parasızlık yüzünden üniversite eğitimini bırakmış olmak, biriken borçlar, aç susuz geçirilen günler, kendini senin için feda eden bir kız kardeş... Bunların hiçbiri gerekli değildir cinayet için. Tek bir sorunun yanıtını bulmak uğruna öldürebilir insan: Benim sınırım ne? Bu sorunun cevabını daha sonra "Karamazov Kardeşler" de Ivan verecektir: “Ölümsüz bir tanrı yoksa, erdem denilen bir şey de olamaz; olmaması da gerekir zaten.”
 
Raskolnikov’un, yayımlandığından bile haberinin olmadığı, üstün insanların suç işleme hakkını savunduğu makalesi Sorgu Yargıcı Porfiriy’in elindedir. Porfiriy de dahil, herkes ölüyü bir kenara bırakmış, suç üzerine Ruslar'ın o çok sevdiği uçsuz bucaksız felsefi tartışmalara girmiştir. Dostoyevski’nin kahramanı sorgu yargıcı da olsa dünyayı durdurup “Suç var mıdır yok mudur?” gibi tartışmalara girmekte bir beis görmez. Yasaların ne dediği, ne emrettiği Porfiriy’in de umurunda değildir. O da tüm Petersburg gibi bu ilgi çekici suçlunun peşine takılmış, bilmeceyi çözmeye çalışmaktadır. Özellikle Dostoyevski romanlarında bütün kahramanların hipnotize olmuşçasına bir fikrin, bir sorunun ardına düşmesini E.H.Carr 'rusruhu'na bağlıyor: “Dostoyevski’nin büyük romanlarının felsefi zeminini ve düşüncelerinin peşinden koşarken kahramanlarını sürüklediği aşırılıkları anlamak istiyorsak bir noktayı daha hatırlatmalıyız. Eskiden kurulmuş milli bir geleneğin ve bunun sonucu olarak karakterin, disiplin altında olmasının eksikliği, Rus’u, tabiat olarak bütünüyle deneyci yapmaktadır. [...] Rus, bir ilkeyi, bir geleneği, onu ta temellerine kadar iyice incelemeden kabul etmez ve eğer ilk taşın iyi ve doğru olarak konmadığını görürse, bütün binayı pervasızca yıkar. Rus aklı için, bir ilkenin kanıtlanarak ileri sürülmesi, bunun sonunda ortaya çıkabilecek her somut olaydan kıyaslanamayacak denli daha önemlidir.”
 
Bu yüzdendir ki polisler, yargıçlar, tecavüzcüler, fahişeler, ayyaşlar… Şehir meydanında sergilenen egzotik bir nesneyi görmek için toplanmış kalabalık gibi sarmışlardır Raskolnikov’un etrafını. Romanda hazcılığı, faydacılığı temsil eden Svidrigaylov, kendisinden iğrenen Raskolnikov’a “Aynı tarlanın ürünleri olduğunu” söylerken “Üstün insan felsefesi ile faydacıların rasyonel ahlakının benzer bir şekilde, salt hazcılıkla son bulmasını” ima etmektedir. Svidrigaylov, Edward Hallett Carr’ın deyişiyle, “Daha tutarlı, daha başarılı ve çok daha ahlaksız bir Raskolnikov’dur.”
 
Svidrigaylov karısını öldürmüştür, ya da kendi deyişiyle 'ölümündeki etkenlerden biri'dir. Yanında çalışan Dunya’yı taciz etmiş, onun işten atılmasına neden olmuştur. Raskolnikov’un üstün insan olma yolunda hiçbir ahlak kuralı tanımayan tutumu, Svidrigaylov’un 'iyinin ve kötünün ötesindeki' haz anlayışında da görülür. Kendisini eğlence düşkünlüğüyle suçlayan Raskolnikov’a verdiği cevap, onun felsefesini özetler: “Ama bu konuda insanın muhakkak ölçüyü aşması gerekiyor. Şu da var: Bir insan için ölçü dışı sayılan bir şey, bir başkası için doğal görülebilir. İkincisi de, eğer bir şeyde ölçülü olursak, gerçi çirkin bir hesap ama o zaman bizim için yapılacak ne kalır? Öyle değil mi? Eğer bu da olmazsa insanın beynine bir kurşun sıkması işten bile değil.”
 
Raskolnikov’un, Sonya’ya cinayeti işlerken kişisel doyumu ön planda tuttuğunu itiraf etmesi, onu Svidrigaylov’un ‘kötücül hazcılığı' ile birleştirecektir. Svidrigaylov’un intiharı, kişisel doyum düşüncesinin ve üstün insan modelinin, özgürlüklerin keyfi kullanımı ve keyfiliğin giderek bireyin yok oluşunu getirmesi sonucunda birleştiğini gösterir.
 
Svidrigaylov Dunya’ya kardeşinin bir katil olduğunu, kendisini Napolyon gibi gördüğünü söylerken, “Ya vicdan azabı ne olacak?” diye soran kıza Carr’ın düşüncelerine oldukça yaklaşan bir cevap verir: “Ruslar genellikle geniş insanlardır. Tıpkı toprakları gibi geniştirler Ruslar. İçlerinde düzensizliğe, doğaüstü düşüncelere karşı sonsuz bir eğilimleri vardır. Ama insanın kafasında biraz olsun dâhilik olmadan böyle geniş olması bir felakettir.”
 
Bir bit misin, yoksa insan mı?
 
Raskolnikov yanılıyordur elbette. İnsanın bir sınırı vardır. İnsanın sınırı kendi vicdanıdır. Raskolnikov’un cinayet öncesi istemsizce tefeci kadının oturduğu semte, Samanpazarı’na giden ayakları cinayetten sonra karakola doğru gitmeye başlar. Dostoyevski’de çok önemli olan iki tema, itiraf etme ve acı çekme ortaya çıkar burada da. Daha ilk gördüğü anda Sonya’yı seçmiştir itiraf için. Romandaki tüm günahkârların tersine saf inancın, masumiyetin simgesi olan bir fahişe. Raskolnikov, acısının bir kısmını Sonya’yla paylaşarak yükünü hafifletmek ister. Daha ilk konuşmalarında Sonya’dan elindeki İncil’den Lazar’ın dirilişi bölümünü okumasını istemiştir Raskolnikov. Şüphesiz ki romanın finali ve Dostoyevski’nin felsefesi açısından sembolik bir önemi vardır Lazar’ın öyküsünün. Zira Berdyaev’in de dediği gibi Dostoyevski’ye göre iki seçenek vardır insanın karşısında; “Yollardan biri Tanrı-insan, İsa’ya, ötekiyse insanın kendini tanrılaştırdığı İnsan-Tanrı’ya yönelikti; Tanrı’nın ortadan çekildiği, insanın yeni bir dinsel yaşantıyla karşı karşıya kaldığı” bu durumda İsa’nın yolunu seçmek yeniden dirilmek demektir.
 
Sonya’ya suçunu itiraf ederken bile pişman değildir Raskolnikov. O, aklındaki sorunun cevabını bulmak için öldürmüştür tefeciyi. İşte Svidrigaylov’un Raskolnikov’la kendisi arasında olduğunu söylediği ortak nokta da budur: Kişisel doyum. “Akla, vicdana danışmadan kendim için, sadece kendim için öldürmek istedim. Bu konuda kendime yalan söylemek istemedim. Anneme yardım etmek için de öldürmedim. Boş laflar bunlar! Ben yalnızca öldürdüm işte! Kendim için, yalnızca kendim için öldürdüm! O anda benim için, ha insanlığa iyilik eden biri olmuşum, ha da bir örümcek gibi tüm yaşantımca kurbanlarımı ağıma düşürerek onların hayat özsularını emmişim, hiçbir ayrılık yoktu! Hem sonra beni bu cinayete sürükleyen tek neden yalnızca para da değildi, Sonya! Benim paraya olan gereksinmem öteki şeylere karşı olan gereksinmemden daha çok değildi. (...) Evet, o zaman ben bir başka şey öğrenmek zorundaydım ve kolumu yöneten de başka güçlerdi. Acaba herkes gibi ben de bir bit miydim, yoksa ben bir insan mıydım? Benim o zaman bunu öğrenmem gerekiyordu, hem de çabucak öğrenmeliydim. Acaba ben önüme çıkacak her engeli aşabilir miydim, aşamaz mıydım? Acaba egemenliği eğilip almak yürekliliğini gösterebilecek miydim?”
Romanda sıkça dile getirilen ve Raskolnikov’u eşi görülmemiş derecede canavar bir suçlu olmaktan çıkaran bir düşünce de üstün insan sanrısının çağın ortak hastalığı olduğudur. Raskolnikov’un Sibirya’da hasta yatağında gördüğü karabasan tam da bunu anlatmaktadır. Raskolnikov’un aradığı sınırsızlık, dünyayı kendi ilkeleri uğruna kana bulayan herkeste, hatta devletlerde bile vardır. Aksi takdirde bunca savaş, bunca ölüm nasıl açıklanabilir? Bütün bunlar söylendiğinde Raskolnikov’un çağın ruhu olduğu çıkar ortaya. Hummaya tutulmuşçasına sınırları aşmaya çalışan muhteşem 19. YY., bireysel ve toplumsal yıkımları da beraberinde getirmiştir. Sosyal Darwinizm, en akıllı, en güçlü olanın yaşam hakkı ilkesi üzerine kuruludur. Max Horkheimer’ın deyişiyle, “Bugün geçerli olan bir Darwin yorumuna göre, yaşama kavgası, adım adım, doğal ayıklanma yoluyla, akıl dışı olanın içinden akla uygun olanı kaçınılmaz olarak çekip çıkaracaktır. Başka bir deyişle, akıl, doğaya egemen olma işinde kullanılmakla birlikte, sonuçta doğanın bir parçası olup çıkmaktadır; bağımsız bir yeti değil, el ya da gaga gibi organik bir şeydir, doğal koşullara uyarlanma süreci içinde gelişmiş ve bu koşullara egemen olmakta (özellikle besin bulma ve tehlikeden kaçınma konularında) kullanıldığı için de varlığını sürdürmüş bir şey. Doğanın bir parçası olan akıl aynı zamanda doğaya karşı da savaşmaktadır, kendi dışındaki her türlü hayat biçiminin rakibi ve düşmanıdır.”
 
Cezasını arayan suç
 
Katilin Raskolnikov olduğunu bilen Sorgu Yargıcı Porfiriy’in elinde de hiçbir kanıt yoktur. Tüm bunlara rağmen katil olup olmamak arasında bir fark göremeyen Raskolnikov suçunu itiraf eder. Sonya’nın sonsuza dek kendisini bırakmayacağını, nereye giderse gitsin ondan ayrılmayacağını bilmektedir.
 
Kardeşini iyi yürekli arkadaşı Razumihin’e emanet edip, annesini deliliğin eşiğinde bırakıp Sonya ile birlikte Sibirya yollarına düşer Raskolnikov. Sibirya’da Sonya’nın varlığı onu huzursuz eder, hatta tiksinti verir. Eylemlerinden dolayı pişman olmaktan çok uzaktır. Tek hayıflanması sonuna kadar gidecek gücü bulamamış olmasınadır. Yani Sonya’ya itirafında dile getirdiği “ Acaba egemenliği eğilip almak yürekliliğini gösterebilecek miydim?” sorusunun cevabı olumsuz olmuştur. Vicdanına yenilmiştir Raskolnikov. Varoluşun sınırsız özgürlüğünde başıboş, sorgusuz sualsiz dolaşırken ayağı insana takılmıştır. Deneyerek öğrenmiştir insanın sınırlarını.
 
Diğer mahkûmlar nefret etmektedir Raskolnikov’dan, oysa Sonya hepsinin gözünde bir azize gibidir. Hasta düşüp de Sonya’yı yanında bulamayan Raskolnikov’un yüreğine ilk defa bir başka insanın özlemi düşer. Hastalıktan kurtulduğunda anlar Sonya’yı sınırsız bir aşkla sevdiğini: “Bu hastalıklı ve solgun yüzlerde, daha şimdiden yenileşmiş bir geleceğin, yeni bir yaşam için dirilmenin şafağı parlamaktaydı. Aşk onları diriltmişti. Birinin yüreği, ötekinin yüreği için bitmez tükenmez bir yaşam kaynağı oluvermişti.”
 
“İnsanın yüreğini avutup şenlendirebilecek tek şey başka bir insanın yüreği[dir]” dememiş miydi Andrey Platonov, Raskolnikov da o soğuk aklın özgürlük arayışında kendisini avutup şenlendirecek bir yüreğe uğramıştır. 
 
İncil’li Şeytan?
 
Sibirya’da yatarken Dostoyevski’nin cezası Çar tarafından affedilir. Ama bu uslanmaz anarşistlere hiç unutamayacakları bir ders vermek istemektedir otoriteler. Düzmece bir idam sahnesi hazırlanır. Saniyeler içerisinde ölüme gönderilecektir Dostoyevski. Tam o anda Çar’ın af mektubu ilahi bir kurtarıcı gibi çıkagelir. Rivayet odur ki bu olaydan sonra Dostoyevski İsa’nın yolunu seçecektir. Belki de bu yüzden Raskolnikov’a da benzer bir yol çizmiştir.
 
Her ne kadar finalde acılı kahramanını Hıristiyanca bir kurtuluşa erdirip romana 'tezli roman' süsü verse de,tezli roman yazmaktan fersah fersah uzaktır Dostoyevski. Son satırlarda Raskolnikov’un eline tutuşturuverdiği İncil’se, kahramanını Berdyaev’in sözünü ettiği insan-tanrı İsa’nın yoluna götürecek, acılarının mükâfatı olarak kurtuluşa erdirecektir. Üstelik okuruna elinde İncil tutan Raskolnikov’un öyküsünü yazacağının müjdesini de vermiştir: “Fakat, burada yepyeni bir hikâye başlıyordu. Bir insanın yavaş yavaş yenileşmesinin, ağır ağır yeniden dünyaya gelişinin, şu ana değin hiç bilmediği yeni yaşama kavuşmasının, bir dünyadan bambaşka bir dünyaya geçişinin, bu ana değin hiç tanımadığı yepyeni bir gerçekle tanışmasının öyküsü olacaktır bu...”
 
Kendisi de ikna olmamıştır ki İncil’li Şeytan fikrinden, vaat ettiği romanı hiçbir zaman yazmaz Dostoyevski. Belki Berdyaev’in iddia ettiği gibi her Rus gibi 'biçimsel olan her şeyden nefret ettiği'nden, belki de Carr’ın dediği gibi “Bir entelektüeli bir ermiş yapmak çok zor bir şey” olduğundan, inanmış Raskolnikov’un öyküsünü asla yazmadı Dostoyevski. O da biliyordu Raskolnikov’u olağanüstü yapanın, romanın sonunda kolaycı bir çözümle eline tutuşturduğu İncil değil, özgürlüğün acıyla deneyimleneceği fikri olduğunu. Dostoyevski entelektüel inancın, müdahalenin iflasını büyük bir zafer duygusuyla haykırmak için çırpınsa da, İncil de veremez Raskolnikov’un sorusunun cevabını. Romandaki hemen herkesin kafa patlattığı soru bugün bile hayatımızın tam ortasında öylece durmaktadır: İnsanın sınırları var mıdır?
 
Bu sorunun cevabını,Herzen’in deyişiyle “Bazı sınırları aşmayı, bazı sorunları ele almayı kabalık olarak gören İngilizler”den ya da sınırlara hürmet gösteren herhangi bir ulustan değil de toprakları kadar geniş olan Ruslardan öğrenmeye çalışıyorsak, bir bildiğimiz vardır öyle değil mi?