Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Gel gör beni, aşk neyledi
Şubat 2018

Gel gör beni, aşk neyledi

Sanat tarihçisi Agata Toromanoff’un yazdığı “Sanat Tarihinde Âşıklar”da Antik Mısır’dan Modern Avrupa’ya çiftler kafelerde, plajlarda, oturma odalarında ya da çayırlarda uzanıp, koklaşıp öpüşürken biz de onları ressamların gözüyle izliyor; hoppa bir şey, soyut bir hâl, kalp çarpıntısı ve mide bulantısından başka bir şey olmayan aşkın varlığına böylece şahitlik ediyoruz.
ELİF TÜRKÖLMEZ 
 
Kızla oğlan karşımda el ele diz dize oturuyor. Yüzlerine içten gelmediği aşikar gergin bir gülümseme yapışmış, Güzel Beylikdüzümüz dergisine
verilmiş diş macunu reklamındaki düşük çözünürlüklü fotoğraftan dekupelenmiş bembeyaz dişli ağızları alıp donuk yüzlerine yapıştırarak yapılmış bir kolaj gibiler. Aşkın yaşanacak bir şeyden ziyade gösterilecek bir şey olduğuna yürekten
inanıyorlar. Kıyafetlerindeki renk uyumu da bunun işareti. Başlarını birbirine yaslayıp mütemadiyen selfie çekiyor, sonra da ‘Hikayeler’ine ekliyorlar. Sadece ortamdakilere görünmek yetmez, daha çok kişiye ulaşmalı yan yanalıkları, ruhsuz bir iç mimar tarafından eşleştirilmiş
otel lobisi dekoru uyumlulukları, matlıkları, ‘#çokmuaşığız!’ ‘#çokmugüzeliz!’ heştegleri...
 
Çiftlerin selfie çekilme çılgınlığının köpürmesinde elbette telefonların ön kameraların iyileştirilmesi etkili oldu. Ama mühendislerin aletlerin ön kamerasını iyileştirme gayretlerindeki motivasyon dünya kurulduğundan beri insanın boğazını patlatana kadar bağırıp dalga dalga
uzaya yaydığı bir çığlığın neticesidir: “Bana bak! Gör beni. Görüldüğüm kadar varım, bakmazsan öleceğim.”
 
Kişilerin müstakil görülme/bakılma/ izlenme/dikizlenme çabaları kadar sevgilileri, eşleri, çocukları, kedileri, yüzükleri, havlu kenarı dantelleri, son model arabaları yani sahip olduklarıyla birlikte görülme istekleri de aynı çığlığın sebep olduğu boğaz ağrısından. Mal görüldükçe kıymetli çünkü. Hatta artık malı reddetmek de gösterdikçe anlamlı. Boynuna üç kilo altın zincir takmadan bakkala gitmeyen
rapçilerin yerini 200 gram salam sosisle yanına ekmek alabilmekten bahseden versiyonları dolduruyor artık. Ama işte o da mal mülk yalanı göstermek için bağırıyor. Dünyada hem aşırı gösterişin hem de minimalizmin bu denli at başı gittiği başka bir dönem olmamıştı. Birisi
varı gösterdikçe öteki yoku göze soktu, ikisi de görülmenin önemini bilerek hareket etti.
 
AŞK DA PARMAK İZİ GİBİ
 
Agata Toromanoff’un yeni çalışması “Sanat Tarihinde Âşıklar” tam da bu mevzuyu ele alıyor; âşıkların görülme haline, ister bir kafede, ister ağaçların altında, ister bir yemek masasında ister yatak odasında fark etmez; aşkla bir araya gelişlere sanat tarihinin penceresinden
bakıyor.
 
Her çiftin dünyasının kendine ait olduğu malum, kimsenin aşkı, öpüşmesi koklaşması, kavgası, nazı/pozu başkasınınkine
benzemiyor. Ne kavuşmalar ne yalnız kalışlar ne sohbetler ne de insan içine çıkışlar piştileniyor... Mümkün de değil zaten. Parmak izi gibi bir şey aşk, ne kadar insan varsa, tıpkı çiftlerin birbirine taktığı lakaplar gibi, duygular da o kadar bambaşkalaşıyor. Ve tıpkı çiftlerin
birbirlerine taktığı lakaplar gibi ilişkiler de bazen dışarıdan gülünç, rahatsız edici, çirkin görünebiliyor.
 
Aşk dediğimizde bugün iki insan asla aynı şeyi anlamıyor. Pek çok konuda kelimelerin aynı şeyi anlatmadığı gibi... Sanat ise bütün bunlarla elbette derinlemesine ilgilenip çiftlerin özel hayatlarının tıpkı onların da çok iyi bildiği gibi gözetlenmeye müsait, izlenmeye değer bir şey
olduğunun altını bütün bu müzeler dolusu eserle çiziyor.
 
Mesela Fransız rokoko ustası François Boucher tarafından çizilen şehvet ve keyif duygularıyla bezeli, pastoral resim “Dinlenme”de görülen çift... Hem kendileriyle hem de bizimle paylaştıkları bu özel an belki ateşli bir öpüşmenin hemen sonrası, belki de öncesi. Ne olursa olsun
aşkın erotik bir yansıması. Resimdeki köpek sadakatin sembolü, genç kızın yakasındaki gülse değerinin bilindiğinin...
 
YASAK AŞKIN RESMİ
 
Yasak aşkın, üstelik yatak odasında resmedilmesi sanat için sıradan bir konu. Jacques Louis David tarafından yapılan “Paris ile Helena” bunlardan biri. Troya Kralı Priamos ve Kraliçe Hekabe’nin oğlu Paris ile Sparta’nın güzel kraliçesi Helena’nın tutkulu aşkı Antik Dönem’in
en çok dedikodusu yapılan mevzusu... Helena’yı almak için Troya Savaşı’nı başlatan Paris ve dökülen onca kana rağmen aşkında direten Helena “Paris ile Helena” tablosunda nasıl da aşkları dışında bir şeyi umursamıyormuş gibi görünse de aynı zamanda tüm dünyanın onlara bakmasından pek de memnun gibiler.
 
Francesco Hayez’in “Öpüşen Çift” adlı tablosundaki çift ise hem aşklarının hem de vatanseverliklerinin ölümsüzleşmesinden memnun, rahat rahat, uzun uzun öpüşüyor. Bu resimdeki çiftten erkek olan birazdan, İtalya’nın Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na karşı verdiği mücadelede yer almak için savaşa katılmak üzere yola çıkacak. Kadınsa bu tutkulu öpücüğün sıcaklığını bir avuntuya dönüştürüp onu bekleyecek.
 
Kitapta benim favori çiftlerimden biri olan “Arles’daki Âşıklar”, Vincent Van Gogh tarafından 1888’de yapılmış. Çiftin arkasından baktığımız, birbirlerine sarılmış halde yürürken görülen halleri insanda bir dinginlik hissi yaratıyor. Kırda geçmiş güzel bir günün ardından eve dönüp bir şeyler içecekler belki, belki de kedilerini doyuracaklar. Ne olursa olsun yüzlerini göstermeden arkadan görülmeleri ve bizden ‘uzaklaşırken’ resmedilmelerinin içimizde bir hoşluk duygusu yarattığı aşikar. Van Gogh’un meşhur güney güneşi sarısı resmi nasıl ısıtıyor.
 
Henri Rousseau’nun “Dün, Bugün ya da Felsefi Düşünce” adlı çalışması, Constantin Brancusi’nin Paris Montparnasse Mezarlığı’nda sergilenen heykeli “Öpücük”, Edvard Munch’un “Bahar Zamanı (Kıyıdaki Âşıklar)” adlı melankolik resmi, Walter Sickert’ın “Evde” adlı sessizliğin
adeta kulak tırmaladığı o şahane çalışması, o hardali duvarlar, tabii ki Egon Schiele’nin “Sarılmış”ındaki çiftin erotik bir birleşmeden çok daha fazlasını anlatan çıplaklığı, Grant Wood’un ikonik “Amerikalı Çift”i, Edward Hopper’ın “Bir Odadaki New Yorklular” adlı pek çok izlenimin bir arada olduğu tablosu, Ron Mueck’in “Şemsiyenin Altındaki Çift” adlı harikulade ve bence aşırı romantik heykeli... Hepsi de hakikaten tekrar tekrar dönüp bakılacak güzellikteler. Günümüz çiftlerinin sanata konu olması ve sanat tarihine kalması merakla beklediğim
bir şey. Gerçi genç sanatçılar, illüstratörler bu konuyla yakından ilgililer ama sanırım sanat dünyası hâlâ biraz ‘sen ben bizim oğlan’da takılmayı seviyor.
 
Yine de konuyu daha derinlemesine incelemek isteyenler için New York’taki Modern Sanatlar Müzesi’nin (MOMA) 2011 yılında “Couples in Art”
(Sanatta Çiftler) adlı bir sergi düzenlediğini ve aynı isimle basılan sergi kataloğunun doyurucu bir içeriği olduğunu hatırlatalım.
 
DUYGUSAL KOLEKSİYON
 
Bu kitapta birbirinden değerli sanat eserleri olmakla birlikte eserlerin büyük oranda Batılı işlerden seçilmiş olduğunu fark ediyorsunuz. Kitabı hazırlayan Toromanoff sanat tarihinin popüler eserlerini seçerek koyulmuş işe. Sanat tarihindeki kadın ve erkek arasındaki aşka odaklanmayı seçen araştırmacı, kitabının girişinde şu cümleleri kuruyor: “İlişkileri anlatırken, tüm dünyadaki antik uygarlıklardan,
Ortaçağ ya da Rönesans döneminin yanı sıra, çiftlerin dünyasını araştıran ve onların karmaşasını inceleyen övgü almış pek çok sanatçının
çok sayıda sanat eserinden güzel bir seçki yaptık. İster sarılsınlar ya da flört etsinler isterse baştan çıkarsınlar veya baştan çıkarılsınlar, beraber hoşça vakit geçirsin ya da hayati kararlar versinler; bu duygusal koleksiyon sanat dünyasının büyüleyici çiftlerini, tarihin bilinen âşıklarını, mitoloji ve kurgu kahramanlarını ön plana çıkarıyor.”
 
Tüm sevgililere, bu kitabın başına/ sonuna geçen yıl aramızdan ayrılan John Berger’in “Görme Biçimleri”ni takarak okumanızı, aşkınızı ister gizli saklı ister göstere göstere keyfiniz nasıl istiyorsa, içinizden ne geliyorsa öyle yaşamanızı tavsiye ederim. Çok okuyun, çok müze gezin, çok öpüşün, söylenilenlerden hep kuşku duyun, birbirinize güvenin, çok mutlu olun. 
 
 
Köşedeki masada
 
Sıcak bir kafe ortamındaki duvar boyunca uzanan konforlu bir bank, geniş mermer masalar ve şık sandalyeler görüyoruz. Kahve içip gazete okumak için mükemmel bir yer; ilk masada unutulan gazete izleyiciyi bir sandalye çekip oturmaya davet ediyor. Pencerenin yanında, köşedeki masada genç bir çift oturuyor. Siyah elbise ve şapka giyen kadın tüm zarafetiyle bankta oturuyor; karşısındaki yakışıklı adama dönük ancak
ona bakıyor gibi görünmüyor. Gergin bir şekilde konuşan adam sandalyesinden kalkıp kadının elini kibarca tutmuş. Bu duygusal harekete kadından bir karşılık gelmiyor; kadın tamamen ilgisiz görünüyor. Kıyafetinin siyahlığı yas tutmasının, dolayısıyla mutsuzluğu ve durgunluğunun bir işareti olabilir mi?
 
Ya da adam, kadını henüz razı olmadığı bir şeye mi ikna etmeye çalışıyor? “Kafedeki Âşıklar”, iç mekânları anlatmada uzmanlaşan Alman sanatçı
Gotthardt Kuehl tarafından çizilmiş. Kuehl; Dresden ve Münih Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki eğitiminin ardından Paris’te 10 yıl geçirdi, İtalya’dan Hollanda’ya geniş kapsamlı bir seyahat gerçekleştirdi, bu seyahat de ressamın izlenimci tarzı üzerinde
 
 
 
 
‘Misafirperver’ gotik çift”
 
Çift, Iowa’da küçük bir kasaba olan Eldon’dan. Çatıdaki karakteristik penceresiyle Carpenter gotiği tarzında inşa edilmiş, küçük, beyaz, ahşap
bir çiftlik evinde yaşıyorlar. Arkadaş canlısı ya da samimi görünmüyorlar. Kadının belirgin şekilde kızgın bir yüzü var; adamsa elindeki dirgenle her an evini savunmaya hazır, izleyiciye sert bir biçimde bakıyor. Düzgün giyimli çift, mütevazı fakat sağlam bir evde yaşıyor; sade
ama saygın bir Ortabatı hayatı sürüyor. Iowa doğumlu Grant Wood’un evine yaptığı bir ziyaret bu gerçekçi portreyi (“Amerikan Gotiği”) çizmesi için ilham kaynağı oldu. Kız kardeşi ve sanatçının dişçisi bu resimdeki çift için modellik yaptılar. (Bazı yorumlarda evli bir çift olmadığı,
baba-kız oldukları söylenir.) Sanatçı bu portrenin estetiğini, Avrupa’ya gerçekleştirdiği seyahatler boyunca üzerinde çalıştığı Flaman Rönesansı’ndan almıştır. Hedefi kırsaldaki Amerikan değerlerini yüceltmek olan ressam, “Bu Amerikan gotik evine uyum sağlaması için uzun yüzlü Amerikalı gotik insanlar hayal ettim,” demişti.
 
 
Zaten aşk bizi biraz delirtmiyor mu?
 
Jean Dubuffet, çocukların ve psikiyatri hastanelerindeki hastaların sanatsal yaratımlarını tanıtmak amacıyla art brut (ham sanat) denilen sanat hareketini başlattı. Yalnızca ana akım kültürel eğilimin içinde olmayan ve kalıplarını takip etmeyenlerin gerçek duygularını
ifade edebileceğini savundu.
 
Balayını neşeli ve canlı bir şekilde anlatan “Balayı” tablosunda da gördüğümüz üzere, eserlerinde benzer bir estetik anlayışı uyguladı. Böyle bir durumda olması gerektiği gibi, mutlu bir çift ellerini birbirlerinden çekemiyor, dinamik ve parlak renklerle pek çok pozitif duygu
ifade ediliyor. Her ikisi de biraz deli görünüyor, ama zaten aşk bizi de az çok delirtmiyor mu?
 
“Balayı”nda resmettiği yeni evli çiftin portresindeki dolaysızlık dokunaklı ve tatmin edici. Sanatçı 20’li yaşlarının başındayken resim
eğitimi almış olmasına rağmen, başka şeylerle uğraştı. Kendini 1942’den sonra, bu renkli çifti çizmeden kısa bir süre önce, sanata adamaya karar verdi. O zamanlar motiflerini gündelik yaşamdaki gözlemlerinden alıyordu; etkileyici geniş lekeler halinde güçlü, çoğu zaman tezat
renkler kullanıyordu. Ressamın balayı düşüncesi keyif ve saf ve mutluluk dolu. 
 
 
“İlahi Komedya”ya esin veren kadın Beatrıce
 
Beatrice di Folco Portinari 1265/66-1290 yılları arasında Floransa’da yaşadı; Simone de’ Bardi ile evliydi. Dante, Beatrice’i mükemmel buluyordu; çığır açan eser “İlahi Komedya”yı yazarken ona ilham veren yine Beatrice’ti.
Eserin son kitabında Beatrice, Vergilius’tan Dante’nin rehberi olma ve –en yüksek kata girme ayrıcalığına sahip tek kişi olduğu için– Dante’yi Cennet’in katlarına götürme görevini aldı. İtalyan s¸airin Beatrice ile yalnızca iki kez karşılaştığına inanılıyor. Birincisi daha çocukken, ardından da dokuz yıl sonra, 20’lerine yaklaşırken (bu tesadüfi karşılaşmadan sonra Beatrice, Dante’nin diğer çalışması “Yeni Hayat”ın da karakteri oldu). Yüksek olasılıkla parşömen üzerindeki illüstrasyonda tasvir edilen de ikinci karşılaşmaları. Bu illüstrasyonda güzel Beatrice şaire dönüp elini uzatır; bu, şairi hem şaşırtır hem de memnun eder.
 
Her iki karşılaşma da Dante için Beatrice’e duyduğu karşılıksız aşkı başlatan ve pekiştiren olaylardı. İkisi de başka insanlarla evli olsa da Dante hayatının sonuna kadar Beatrice’e bağlı kaldı. Beatrice’in 20’li yaşların ortasında erken ölümünün ardından Dante, Beatrice ve eşsiz meziyetlerini ona ithaf ettiği sayısız şiirle ölümsüzleştirmeye, Beatrice’e duyduğu güçlü ve daimi hislerini keşfetmeye odaklandı.