Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Edebiyatımızın 'ekmek kadar sıcak' yürekli kalemi Orhan Kemal
Ekim 2014

Edebiyatımızın 'ekmek kadar sıcak' yürekli kalemi Orhan Kemal

Bu yıl Türk edebiyatının usta kalemi Orhan Kemal'in doğumunun 100. yılı. 14 Eylül'de doğan Orhan Kemal, yıl boyunca düzenlenen bir dizi etkinlikle anıldı. Biz de Milliyet Kitap eki olarak, eylül ayında Türk edebiyatının usta kalemine bir saygı duruşunda bulunalım istedik
ELİF TANRIYAR
 
Klasik olmayı başarmış her usta yazarın kendine özgü bir özelliği vardır; yaşamın içinde size kendini anımsatan... Tanpınar’ı seviyorsanız örneğin, hayatı izlemeye başladığınızda en neşeli insan yüzünün ardında bile var olan hüznü görmeye başlarsınız. Yaşar Kemal’se eğer başucu yazarınız, yalnızca insanın değil doğanın da ruhunu okumayı öğrenirsiniz. Ama bir kez dahi Orhan Kemal okumuşsanız eğer, dolaştığınız her yerde onu görmeye başlarsınız. Bindiğiniz otobüste yanınızda oturan işçi kadının yorgun bakışlarında, yoksul mahallelerin arka sokaklarında top oynayan çocukların güleç yüzlerinde ya da mahalle kahvesinde kim bilir hangi dertten ağırlaşmış kafasını ellerine dayayıp oturan yaşlıca adamın hüznünde hep ondan bir şeyler görürsünüz. Televizyonu açtığınızda izlediğiniz dizilerdeki yoksul ancak gururlu ve bitirim delikanlılarda da, Yeşilçam geleneğini sürdüren nice film ve televizyon dizisindeki ‘kötü yola düşen’ bir zamanların masum genç kadınlarından cezaevinin yufka yürekli cesur kabadayılarına dek irili ufaklı pek çok karakterde de, biz hep onun kaleminin hâlâ sürmekte olan izlerini görürüz. Orhan Kemal’in eserlerindeki karakterler ve olaylar öylesine içimizdendir ki artık kültürel bilinçaltımızda silinmeyecek bir şekilde yer etmiştir. Sanatla gerçek hayatın bu denli iç içe geçtiği bir etkileşime çok az rastlanır. Orhan Kemal, Türkiye’nin yakın tarihinin ve onu inşa eden isimsiz küçük insanlarının öykülerini sanki yazmamıştır da adeta fotoğraflarını çekip bize göstermiştir. Bizi bize bu denli gerçek anlatmayı başarabilen bu yazarın sırrı ise tek cümleyle anlatılacak kadar basit, başarabilmesi ise dünya yükü kadar ağırdır. Onun tek bir sırrı vardır; hikayelerini anlattığı küçük insanların içinde, onlardan biri olarak yaşamayı tercih etmek.
 
"Dünyaya dert çekmeye geldi"
 
Orhan Kemal’in 100. yaşını kutladığımız şu günlerde, oğlu Işık Öğütçü tarafından hazırlanan çok özel bir albüm-biyografi kitabı da yayımlandı. Kitabın satırları ve Orhan Kemal’in eserlerinin izinde usta yazarın yaşamının ve edebiyatçılığının sırlarını aralamaya çalışıyoruz.
 
Orhan Kemal, daha doğrusu gerçek adıyla Mehmet Raşit Öğütçü, 15 Eylül 1914’te Adana Ceyhan’da doğar. Daha doğumunda gelecekteki yaşamını belirleyecek olan alametler vardır adeta. Dedesi, torununun doğumunu oğluna bildirmek için torununun imzasıyla şöyle bir telgraf çeker: “Ben de dehr’in sitemin çekmeğe geldim dehr’e!” Yani bu dünyaya dert çekmeye gelmiştir adeta ve ilk günden verdiği bu sözü de ölene dek tutacaktır bir anlamda!
 
Oğlunun doğumu telgrafla haber verilen baba Abdülkadir Kemali ise, hukuk mezunu bir Osmanlı aydını ve Çanakkale’de savaşan gözüpek bir asker olmasının yanı sıra zamanla, önce ilk hükümette milletvekili, Atatürk hükümetine muhalifliğiyle tanınan bir parti kurucusu ve yerel gazete sahibi olarak tanınacaktır. Abdülkadir Kemali Bey, ısrarlara rağmen muhalifliğini sürdürmeye devam edince 1931 yılında ülkeden kaçmak zorunda kalır. Bir süre sonra ailesini de yanına aldırır ve Lübnan’da zor günler yaşamaya başlarlar. Lübnan vatandaşı olmadığı için avukatlık yapamayan ve maddi sıkıntıya düşen baba, bir lokanta açar ancak iflas edince oğulları Mehmet Raşit (Orhan Kemal) ve Sıtkı’yı da çalıştırmak zorunda kalır. O güne dek baba evinde nispeten iyi şartlarda yaşamaya alışmış olan Orhan Kemal için artık hayatın zorluklarıyla tanışma zamanı gelmiştir. Bir matbaada çalışmaya başlayan Mehmet Raşit, orada yalnızca hayatın zorluklarıyla değil ilk kez aşkla da tanışacak, bir Rum kızı olan Eleni ile yaşadığı bu ‘onca yoksulluk içindeki’ aşk daha sonra kendi deyişiyle ‘ilk kez bir sosyal uyanış yaşamasına’ da neden olacaktır.
 
Hayat kuşkusuz zordur Mehmet Raşit için. Üstelik bunca zorluğun üstüne bir de disiplinli babasının baskısıyla yaşamak zorundadır. Daha fazla dayanamaz, kız arkadaşını yitirişinin üstüne bir de sıla hasreti bastırınca soluğu tek başına Adana’da alır. Takvimler 1932’yi gösterirken, Mehmet Raşit Adana’daki babaannesinin yanında bir daha dönmemek üzere yeni bir hayata adım atar. Evet, hayat zordur onun için. Daha şu gencecik yaşında nice sıkıntı yaşamak zorunda kalmıştır. Onun o sırada bilmediği ise hayatın onu birinci sınıf bir edebiyatçı olarak hazırlamaya başlamış olmasıdır. Yıllar sonra kaleme alacağı "Baba Evi" ve "Avare Yıllar"da yaşamının bu dönemini okumakla kalmaz, kendinden sonra da yalnızca edebiyatımızdan sinemaya dek pek çok alanda izlerini görebileceğimiz otoriter baba ve yoksul ama onurlu, özgür ruhlu gençlerin ve onların arkadaşlıklarının öyküleriyle tanışırız. 
 
Reşat Kemal mahlası
 
Baba evinde yaşadığı sıkıntıların ardından Adana yılları ilaç gibi gelir, sonsuz bir özgürlük sunar ona. Artık tamamen sokaklara ve futbola verir kendini. Yine de bu yıllarda hayatında iki önemli tanışma yaşayacaktır. İlki müdavimi olduğu kahvede gerçekleşir. İçindeki isyanı söndürecek, sorularına cevap alabileceği bir şeylerin peşinde tam da ne aradığını bilmeden sürüklenip giderken, orada tanıdığı İsmail Usta’nın hediye ettiği "Kamelyalı Kadın", "Benim Üniversitelerim", "Germinal" gibi romanlar önünde yepyeni bir alemin bir daha kapanmayacakmışçasına açılmasına neden olur. İsmail Usta ve arkadaşları sayesinde ‘işçi sınıfı’ bilinciyle, kendinden yaşça büyük Güzide adlı bir ‘bar kadını’ ile tanışması ise yine kitaplarının vazgeçilmez bir diğer karakter tipi olan ‘kötü yola düşmüş’ kadınların iç dünyasını anlamasına, onları yargılamadan şefkatle yaklaşmasını sağlar. Hayat adım başında çıkardığı sürprizlerle onu başyapıtlarına hazırlamayı sürdürmektedir!
 
Çok geçmeden Milli Mensucat Fabrika’sının muhasebe bölümünde kâtip olarak çalışmaya başlar. Artık işçiler, ustalar, tüm küçük insanlar onun arkadaşı, dostu olmuştur. İş hayatında tanıdığı işçiler onun kitaplarının kahramanlarıdır. Aynı fabrikada dokuma işçisi olarak çalışan Nuriye’ye tanışır tanışmaz âşık olan Orhan Kemal, tüm yoksulluğuna rağmen reddedilmeyi göze alıp onu babasından ister. Kayınpeder bu yoksul ancak samimi gençten çok etkilenmiştir. İki genç 19 Mayıs 1937’de evlenirler. Yıllar sonra, "Baba Evi" ve "Avare Yıllar"ın ardından gelecek olan "Cemile"de eşinin ve aşklarının öyküsünü anlatacaktır büyük usta. Yoksul ama mutludurlar!
 
1938’de, kızı Yıldız’ın doğumundan kısa bir süre sonra 24 yaşında bedelli askerlik yapmak üzere Niğde’ye gider. Ateşli mizacı ve düşüncelerini sakınmadan söylemesiyle dikkat çeken Orhan Kemal, kısa bir süre sonra Nâzım Hikmet’i takdir ettiği, şiirlerini okuduğu ve propaganda yaptığı için tutuklanır ve beş yıl mahkûmiyet alır. Niğde ve Kayseri Cezaevi'nde kaldığı süre içinde Reşat Kemal ismiyle Yedigün dergisine şiir yazmaya devam eder. Esasında onun edebiyat dünyasına ilk adımları şiirle gerçekleşmiştir. Atatürk’ün ölümünün ardından 1939 yılında babası Abdülkadir Kemali yurt dışından Adana’ya geri döner ve döner dönmez de oğlunu önce Adana Cezaevi’ne ardından da Bursa Cezaevi’ne naklettirir. Bu nakil ise Orhan Kemal’in hayatındaki en önemli dönüm noktalarından birini yaşamasına sebep olacaktır: Nâzım Hikmet’le bir büyük dostluk!
 
Nâzım'la dostluk
 
Orhan Kemal, daha ilk bilinçlenmeye başladığı yıllardan itibaren Nâzım Hikmet’e büyük bir hayranlıkla bağlanmış, zaten cezaevine de onun şiirlerini okuduğu için düşmüştür. Ve şimdi hayat adeta onun çağrısını duymuş gibi büyük bir hediye hazırlamak üzeredir ona. 5 Aralık 1940’ta, Nâzım Hikmet Çankırı’dan Bursa Cezaevi’ne nakledir ve Mehmet Raşit’le tanışır. İkisi birlikte 52. koğuşta kalmaya başlar. Nâzım Hikmet yalnızca bir dost, bir ağabey değil, aynı zamanda bir tür okul olacaktır onun için. Kültürel altyapısını güçlendirmekle kalmaz, düşünce anlamında da onu şekillendirir ve en önemlisi bir yazar olarak sesini bulmasını sağlar. Orhan Kemal, ölene dek kendi canından bir parça gibi seveceği Nâzım Hikmet’le cezaevindeki dostluklarına dair "Nâzım Hikmet’le 3,5 Yıl" adlı bir anı kitabı kaleme alacaktır yıllar sonra.
 
O yıllarda ise Nâzım, onunla bir öğretmen gibi ilgilenmekle meşguldür. Kemal’in şiirlerini hiç beğenmez ve şairliği bırakmasını tavsiye eder, öte yandan tesadüfen okuduğu bir düzyazı denemesinden çok etkilenecek ve onu nesir yazması konusunda teşvik edecektir. Edebiyatımızın büyük ustası bir başka devin hünerli elleri altında şekillenmeye başlamıştır bile.
 
1941 yılında, ilk öyküsü olan “Bir Yılbaşı Macerası”, Yeni Edebiyat gazetesinde yayımlanır ve aynı gazetenin 26. sayısında “Kardeşim Niyazi” öyküsünü Raşit Kemali imzasıyla basılır. 1942’de ise, Yürüyüş dergisinde “Babam” adlı öyküyü Orhan Raşit imzasıyla yayımlayacaktır. İlk defa Orhan Kemal imzasını kullanması ise 5 Aralık 1942, Yürüyüş’te gerçekleşir. ‘Herhangi bir durum olmasın’ diyerek imzası değiştirilmek gereği duyulmuştur. Önce yadırgar, ama sonra bu ad hoşuna gider ve bundan sonra bunu kullanmaya karar verir.
 
Eylül 1943’te, cezası biterek 29 yaşında Adana’ya döndüğünde, hapisten çıkma sevincine Nâzım Hikmet’ten ayrılma hüznü karışacaktır. Cezaevi dönüşünde çeşitli işlerde çalışmayı denese de bir türlü dikiş tutturamaz. Bu arada yarım kalan askerliğini tamamlaması için yeniden askere çağrılır. Bu süreçte bir de oğlu olur. İsmini ise büyük dostunun özel ricası ve kendisinin de dileği olarak Nâzım koyacaktır. Askerlik dönüşünde de yine çeşitli işlerde çalışmayı denese de hiçbirinde uzun süre kalamaz. Onun kanına yazmak girmiştir bir kere ve yazmaktan başka hiçbir şey onu avuçlarında tutamaz! O da kendini iyice yazmaya adar. Hâlâ şiir yazmakta ancak asıl olarak birbiri ardına hikayeleri yayımlanmaktadır. Artık Varlık gibi seçkin edebiyat dergilerinde öyküleri basılan saygın bir edebiyatçı olma yolundadır. Ve Ocak 1949’da, ilk romanı "Baba Evi" Varlık Yayınları’ndan çıkar. 1949 yılı onun için önemli bir senedir. Aynı yıl içinde önce babasını kaybeder, ardından da babasının adını vereceği oğlu doğar. İlk romanının çıkışından kısa bir süre sonra onun devamı niteliğindeki "Avare Yıllar" ve "Ekmek Kavgası" 1950 yılında yine Varlık’tan yayımlanır. Bir yandan da geçimini sağlamak için irili ufaklı işlerde çalışmaya devam eder.
 
İstanbul'a geliş
 
Adana’da çalıştığı çeşitli dernekler işine son vermiş, adeta İstanbul’a itilmektedir. Tüm eşyalarını satıp 25 Nisan 1951’de İstanbul’a geldiklerinde, cebinde yalnızca 400 lirası vardır. Aynı dönemde "Cemile", "Çamaşırcının Kızı" ve "Murtaza" Varlık tarafından yayımlanır. Işık Öğütçü o yıllara dair, “Babamın zengin bir yaşantısı olması, edebiyatımıza girmemiş fabrikayı gayet iyi bilmesi, işçi hayatına yabancı olmaması, konularını buralardan alması ve bunu kendine özgü bir biçimde işleyişi kitaplarının peş peşe çıkmasını sağlar. 'Baba Evi', 'Avare Yıllar', 'Ekmek Kavgası', 'Sarhoşlar', 'Cemile', 'Çamaşırcının Kızı' büyük ses getirir,” diyor.
 
Yeni kitapları gündem yaratır. 1952’de mizahi tonda yazdığı "Murtaza"nın ardından 1954’te "72. Koğuş", "Bereketli Topraklar Üzerinde" ve "Grev" Varlık Yayınları etiketiyle yayımlanır. "Vukuat Var" kitabı ise Dünya gazetesinde tefrika edilmeye başlar.
 
"Bereketli Topraklar Üzerinde" için şunları söyleyecektir: “Ben Çukurovalıyım. Uzun yıllar Çukurova’da yaşadım. Fabrikalarda çalıştım. Kâtiplik yaptım. Irgatların hayatını iyi tanırım. Roman, benim ideolojik anlayışıma göre yazılmıştır. Olaylar özgün bir anlayış içinde verilmiştir. İşçi sınıfı, köylü benim kaynağım, dayanağım olmuştur. Burjuvalaşmış teknik karşısında ezilen, yok olan insanlar benim insanlarım olmuştur. Onların acıları, onların ekmekleri, benim ekmeğim, benim acım olmuştur. Köyün, köylünün sosyal, ekonomik ve tarihsel çelişkileri, köy işçilerinin, ırgatların direnişleri, çalışma ve yaşama koşulları benim yaşama ve çalışma koşullarım olmuştur. Köylümün, işçimin, bütün fakir fukaranın amansızca sömürülmesi, soyulması, ezilmesi; insan kişiliğini öldüren, yok eden, insan onurunu ayaklar altına alan, insanın kendini, bedenini ortadan kaldıran çalışması, yaşama koşulları benim kendi dramım olmuştur...”
 
Çok zor şartlarda çalışarak yazdığı ve yayımlanması için büyük çaba sarf etse de ilk başta geri çevrildiği için büyük hayal kırıklığı yaşayacağı "72. Koğuş" ise yıllar sonra edebiyatımızın en dikkat çekici eserlerinden birine dönüşecek ve bir klasik olarak anılacaktır. Orhan Kemal’in cezaevindeki yıllarından izler taşıyan bu eser, gerçek karakterlerden alınan birebir ilhamla halkın gönlünde yer ederken kendinden sonra gelecek pek çok eser için de bugün bile bir ilham kaynağı olur.
 
Hayat zordur. Aile çok zor şartlar altında, kıt kanaat geçinir. Ancak her şeye rağmen evlerinde asla durmayan bir ses vardır. Orhan Kemal’in daktilosunun tuşlarının melodik sesi... Bu hızlı ve sürekli çalışma sonucu, 1956 baharında altı kitabı birden hazır hale gelir. Bunlardan "Dünya Evi" aynı yıl Dünya gazetesinde, "Vukuat Var"ın devamı niteliğindeki "Hanımın Çiftliği" Vatan gazetesinde tefrika edilirken "Arka Sokak" ise Yeditepe Yayınları tarafından basılır. Ancak bu kitap yüzünden mahkemeye çıkmak zorunda kalır. Mahkemede hakimin kendisine yönelttiği suçlayıcı soru ise son derece ilginçtir: “Neden hep yoksullardan bahsediyorsun?!” Verdiği karşılık nettir: “Ben en iyi bildiğimi yazıyorum! Çünkü ben de hâlâ, evet hâlâ onlardan biriyim.” 
 
"Hırsımdan ağlamamak için kendimi zor tutuyorum"
 
1 Kasım 1957’de, en küçük oğlu Işık dünyaya gelir. Aynı yıl "Suçlu", "Babil Kulesi", "Serseri Milyoner" ve "Kardeş Payı" kitapları yayımlanır. 1958 yılında, "Kardeş Payı" kitabıyla Sait Faik Hikâye Armağanı'nu kazanacaktır. Ama ekonomik durumu çok kötüdür. Arkadaşı Fikret Otyam’a yazdığı mektupta da bundan yakınır: “Şu satırları yazarken makinemin başında hırsımdan ağlamamak için kendimi zor tutuyorum.”
 
"Devlet Kuşu", "Vukuat Var" ve "Dünya Evi" kitapları yayımlanır. Sinema senaryoları yazsa da çoğu sansürden geri döner. O da senaryoları İlhan F. Demir, Yıldız Okur imzalarıyla yazmaya başlar. ‘60'lı yıllara gelindiğinde, Orhan Kemal yapıt sayısını arttırmış, yayımlanan kitabı fazlalaşmıştır. Ama sıkıntıları devam etmektedir. Abidin Dino’ya yazdığı mektupta bütün sıkıntılarını unutup halkın yanında durur: “Unkapanı’nda, daha doğrusu Cibali’de oturuyorum. Bir yanımda tütün fabrikası Tekel’in. Her sabah fabrika borusunun kalın kalın ötüşü ve penceremin önünden kadınlı erkekli işçilerin geçişi. Hele yağmurlu, çamurdan günlerin mor sabahlarında, biri kucağında, ikisi yanında, bir lokma ekmek için koşan kadın işçilerin telaşı, yaşamak için çabalamaları, kendimi, kendi dertlerimi bana unutturuyor. Onların ‘yaşama savaşı’ yanında, benimki, bizimki vallahi ‘lüks.’ Asıl haklı olan onlar...” 
 
1962 yılında, "Gurbet Kuşları" ve "Eskici ve Oğulları"; 1963’te ise, "Sokakların Çocuğu", "Dünyada Harp Vardı", "Mahalle Kavgası" ve "Kanlı Topraklar" kitapları çıkar. Ekim 1964’de ise "Devlet Kuşu" romanına dayanılarak uyarlanan "İspinozlar" oyunu ile ilk kez tiyatroya adım atar. İstanbul Şehir Tiyatroları’nda oynanan oyun iki buçuk ay sonra bilinmeyen bir nedenle kaldırılır.
 
1964 yılında kardeşi Sıtkı ölür. Bu ölümden dolayı çok üzülür. Kardeşinin erken yaşta ölümü onu oldukça sarsar. Üstelik en acısı, kardeşi aşağı katta koma yatarken kendisinin ekmek parası için, üstelik mizahi bir eser olan "Müfettişler Müfettişi"ni bitirmek zorunda kalmasıdır. 1965 yılında, "Nâzım Hikmet’le 3,5 Yıl" ve "Bir Filiz Vardı" yayımlanır. "Bir Filiz Vardı"nın ilginç bir hikayesi vardır. Orhan Kemal, romanında henüz on yedi yaşında olan, bir kitapçının yanında çalışan ve bir yazarla duygusal ilişkiye giren bir genç kızı anlatır. Bu genç kız ise Orhan Kemal’in gerçekten de kitapçı İhsan Özmanav’ın dükkanında 1960 yılında tanıdığı genç bir kızdır. Ülkü onun son aşkı olacak, ancak ilişkilerinin ortaya çıkmasından bir süre sonra ayrılmak zorunda kalacaklardır.
 
Tutuklanma, sevinçler, hastalıklar
 
7 Mart 1966’da, ‘hücre çalışması ve komünizm propagandası’ yaptıkları ihbarı üzerine Türkiye İşçi Partisi Başkanı Mehmet Şahin ve aynı partiden Mustafa Kutlu ile birlikte tutuklanırlar. 141 - 142. maddelerden dava açılır. 36 gün sonra ise tahliye edilir. Bu olayın ardından Orhan Kemal kaldığı yerden çalışmalarına devam eder. "Yalancı Dünya", "İşsiz", "Evlerden Biri" ve "Müfettişler Müfettişi" çıkar. Ocak 1967’de, "72. Koğuş" oyunu Ankara Sanat Tiyatrosu tarafından oynanır ve halk tarafından büyük ilgi ve sevgi görür. Oyunlarından eline geçen parayla nihayet kendi evini satın alma mutluğuna erişir. Pek çok acının ardından tam mutlu olmuştur ki, bu kez de peş peşe gelen hastalıklarla boğuşmak zorunda kalacaktır!
 
Temmuz 1967’de, eşiyle denize giderken ilk kalp krizini geçirir ve hastaneye kaldırılır. Hastaneden çalışmaması koşuluyla taburcu edilmiş olsa da tek geçim kaynağı olan yazıya devam etmek zorundadır. Ocak 1968’de, "Yalova Kaymakamı" oyunu Ulvi Uraz Tiyatrosu’nda oynanmaya başlanır. Gala gecesi bir oyuncu krizi nedeniyle Orhan Kemal sahnede bizzat “Boyacı Bayram” rolünü oynamak zorunda kalır!
 
Hayat bu şekilde acı tatlı devam ederken, Şubat 1968’de Orhan Kemal’de yeni hastalıklar çıkmaya başlar: Tüberküloz, kist dermoid, taşikardi ve anfizem. Tüm bunlara rağmen yazmaya devam eder. Önce "Ekmek Kavgası", "Arkadaş Islıkları" ve "Sokaklardan Bir Kız" yayımlanır. "72. Koğuş" dolayısıyla yılın en başarılı tiyatro yazarı seçilir.
 
1969 yılı da mesleki başarılarla hastalıkları kol kola getirecektir ona. "Eskici Dükkânı" oyunu Ankara Sanat Tiyatrosu’nda oynanır. "Üçkâğıtçı" ve "Kötü Yol" kitapları peş peşe çıkar. "Önce Ekmek" kitabıyla Sait Faik Hikâye Ödülü’nü ve Türk Dil Kurumu Ödülü’nü kazanır. 1969 yılında ise, 38 yıl sonra tekrar pasaport alır ve Moskova’ya gider. Ancak burada bir kanama geçirince bir süre hastanede yatmak zorunda kalır. 1970 yılının ilk aylarında sağlığı biraz toplanır gibi olur. Yine bir davet üzerine, mayısta eşiyle birlikte Bulgaristan’a gider. Asıl amacı babaannesinin soyunun bulunduğu yerleri gezip not almak ve "93’ten Bu Yana" adıyla ailesinin hikayesini yazmaktır. Ancak maalesef bu dileği gerçekleşemez. Sofya’dayken yeni bir krizle hastaneye kaldırılır ve beyinde gerçekleşen kan pıhtılaşması sonucu yaşamını yitirir.
 
Cenazesi özel bir araba konvoyuyla birlikte 5 Haziran 1970’te Kapıkule’den giriş yaptığında Kemal Tahir’den Yaşar Kemal’e pek çok arkadaşı tarafından karşılanır. Ancak asıl uğurlama yol boyunca ve daha sonra Şişli Cami’sindeki cenazesi sırasında onu çok seven halkı tarafından yapılacaktır. Bir işçinin cenaze arabasına uzattığı elindeki çiçek demeti üzerinde şöyle yazmaktadır; “Biz işçiler, hatıran önünde saygıyla eğiliriz.” Ardından şair arkadaşları da onunla ilgili pek çok şiir kaleme alır. İçlerinden Turgut Akıncı’nın şu dizeleri ise belki de onu en güzel tanımlar: “Kar delinir, kederin ortası / Ekmek kadar düz / Ekmek kadar sıcak (...)”
 
O ekmek kadar sade ve ekmek kadar sıcak yürekli edebiyat ustasının yaşamı terk edişinden uzun yıllar sonra onun günlüklerini inceleyen oğlu Işık Öğütçü ise son günlüğün son satırında şunları okuyacaktır: “Bu gezi de böylece burada bitmiş...”
 
Orhan Kemal'in edebiyatçılığı
 
Ölümünün ardından geride çok sayıda roman, hikaye, oyun, şiir, deneme ve günlük türünde yazılar bırakan Orhan Kemal, bugün edebiyatımızın en önemli ustalarından biri olarak adını altın harflerle yazdırmış durumda. Peki, edebiyat kanonumuzda tam olarak nerede yer alıyordu ve eserlerinde öne çıkan belli başlı meseleler nelerdi?
 
Hece Dergisi’nin Ocak 2014 sayısında Ülkü Eliuz bu konuya dair şunları söylüyor: “Orhan Kemal, öyküden romana, şiirden tiyatroya kadar pek çok edebi türde eser vermiş olmasına rağmen, Türk edebiyatında romancı yönü ile tanınır. Yaşadığı dönem itibariyle Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Sadri Ertem, Sabahattin Ali, Sait Faik Abasıyanık gibi tecrübeleri hazır bulan Orhan Kemal, Türk öykü ve romanlarında Yaşar Kemal, Kemal Tahir ve Samim Kocagöz çizgisinin bir devamı niteliğindedir. Biçim bakımından Ömer Seyfettin, konu olarak Sabahattin Ali geleneğini romanlarında sürdüren ve geliştiren Orhan Kemal’i kendinden önce yaşamış ve kendi devrinde yaşayan sanatkarlardan ayıran en önemli farklılık; gerçeği, ‘tasarım’, ‘gözlem’ ve ‘yaşanmış’ olma nitelikleri ile bir bütün halinde algılamasıdır.”
 
Orhan Kemal’in, hangi türde eser verirse versin bıkıp usanmadan işlediği ise yalnızca ve yalnızca tek bir konudur aslında: Halk insanı... Zaten kendisi de, “Konularımın kaynağı ‘insan’dır,” der. ‘Küçük adam’ olarak da tanımlanan bu karakter tipi eserlerinin hepsinde ön plandadır. Peki kimdir bu ‘insan’, bu ‘küçük adam’? Her şeye rağmen yaşamayı ve dünyayı sevse de başı bir türlü yoksulluktan ve haksızlıklardan kurtulamayan kişiler yani çevremize baktığımızda gördüğümüz sıradan insanlardır. Orhan Kemal onların yalnızca yaşamın içinde karşılaştığı türlü sıkıntılarını anlatmakla kalmaz, hayallerini ve gelecek düşlerini de bütün gerçekliğiyle aktarmayı başarır ve belki de tam bu yüzden, bu denli sevilir ve benzerlerinin arasından ustalığıyla ayrılır.
 
Otobiyografik özellikler taşıyan romanlar dizisi "Baba Evi", "Avare Yıllar", "Ekmek Kavgası", "Cemile", "Dünya Evi" başta olmak üzere kendinden ve kendi tanıklıklarından yola çıkarak ‘küçük adam’ başlığı altında yoksul ancak onurlu ve özgür ruhlu çocukların, her türlü zorluğa ekmek kavgası için göğüs germek zorunda kalan işçi ve köylülerin, hayatta tutunmaya çalışsalar da kimi aşk, kimi de parlak hayat düşleri nedeniyle ‘kötü yol’a düşmek zorunda kalan genç kadınların hikayelerini anlatır. Çukurova ve köylülerini anlattığı romanlarıyla köylü sorununa ve köy gerçeğine dikkat çekerken, "72. Koğuş" gibi dönemi için ayrıksı bir eserle cezaevindekilerin yani toplumun en alt seviyesinde yaşayan, görmezden gelinenlerin iç dünyalarını ortaya serer. Onun kalemi herkese, kim olursa olsun eşit yaklaşırken asla şefkatini esirgemez. Öte yandan gerekirse en rahatsız edici olabilecek ayrıntıları bile anlatmaktan sakınmaz. Onun tek amacı tüm gerçekliği olduğu gibi okurunun önüne koymak, sanki yanı başındaymış gibi olanı biteni okurun izlemesini sağlamaktır.
 
Orhan Kemal, her ne kadar romanlarıyla daha çok tanınsa da her şeyden önce bir hikayecidir. Hikmet Altınkaynak da "Orhan Kemal’in Hikayeciliği" adlı kitabında bu gerçeğin altını çiziyor ve şöyle diyor: “Orhan Kemal’in sağlığında 12 hikaye kitabı, 27 romanı yayımlanmıştır. Buradan onun ağırlığı romana veren bir usta olduğunu söylemek kaçınılmazdır. Ne var ki Orhan Kemal’in Türk edebiyatına getirdiği öykü anlayışı ve romanlarının, oylumu genişletilmiş hikayeler kapsamında düşünülüşü, onu temelde bir hikayeci yapmaktadır.”
 
Orhan Kemal ise, “Hikaye bende romana geçişte bir aşama oldu,” der. Fakat ne yazarsa yazsın onun için asıl önemli olan dil meselesidir. Hikayecinin kendi dilini çok iyi bilmesi ve dilin nereye gittiğini sezmesi gerektiğini savunur. Dilin sadeleşmesi taraftarıdır ancak anlaşılabilir olması kaydıyla! Tekniğine dair şu sözleri ise onun eserlerinin benzerlerinden neden farklı ve güçlü olduğunu anlamamız için de pek çok ipucu taşır: “Hikaye ve romanlarımda bir çeşit röportaj demek olan teknikle çalışıyorum. Yani roman kişilerimin psikolojik durumlarını ben değil, bizzat kendilerine yaptırıyorum. Bunun için de konuşmanın diyalektiğine başvuruyorum. Ve şive ayrılıklarını korumak zorunda kalıyorum. Ben şahsen tiplerime yoğunluk verdiğim, yani bir çeşit abartma sinema tekniği kullandığım için böyle hareket etme gereği duyuyorum. Yani yazar olarak kendimi aradan çekip, okuru roman kişisiyle baş başa bırakıyorum.”