Milliyet Sanat
Milliyet Sanat »Milliyet Kitap » » Asırlık Türk sineması tarihinden 100 film
Mart 2014

Asırlık Türk sineması tarihinden 100 film

Atillâ Dorsay’ın Türk sinemasının 100. yılı şerefine kaleme aldığı “100 Yılın 100 Türk Filmi”, ulusal sinemamızın köşe taşlarına olduğu kadar gizli hazinelerine de uğrayan özel bir seçki sunuyor. Biz de bu vesile ile Türk sinemasının 100. yılını kutlayalım istedik...
NİL KURAL
 
Duayen sinema yazarı Atilla Dorsay’ın kaleme aldığı “100 Yılın 100 Türk Filmi”, Remzi Yayınevi etiketiyle yayımlandı. Dorsay’ın seçkisini okurken Muhsin Ertuğrul döneminden Lütfi Akad ve Metin Erksan’ın da aralarında olduğu sinemacı neslin ortalarına, Yılmaz Güney’e, Reha Erdem ve Nuri Bilge Ceylan’ın da aralarında bulunduğu yeni dönem sinemacıların eserlerine uzanıyorsunuz. Kitapla Türk sinemasının 100 yılının köşe taşlarını hatırlamak da, gizli hazinelerini keşfetmek de mümkün. Bir araya geldiğimiz Dorsay’la kitaptaki filmlerden bahsederken Türk sinemasının 100 yılının da üzerinden geçmiş olduk.
 
Kitabın girişinde de belirttiğiniz gibi Türk sinemasının çok fazla kayıp filmi var. Türkiye’de iyi bir arşiv çalışması olsaydı Almanya’daki, Fransa’daki gibi, sizce bu liste değişir miydi?
 
Çok değişmezdi. Bunu söylemek zalimlik olacak ama kaybolan filmlerin bir kısmı önem taşımadığı için kayboldu. Biraz önem taşıyan herhangi bir film, şu veya bu biçimde korundu. Ya ortak bellekte, ya da kişisel arşivlerde... Ama o kadar çok imalat film yapılmış ki. Onları pek korumadılar. Gerçekte benim görüp mutlaka bu kitaba almayı düşündüğüm en azından bir düzine kadar film oldu. Onlar belki sinema tarihini bir parça değiştirebilirdi.
 
Seçkinizde Muhsin Ertuğrul’dan bir film var: “Aysel Bataklı Damın Kızı”. Çok da ön planda olan bir filmi değil. Hem biraz Muhsin Ertuğrul’dan hem de o dönemden bahsedersek o filmi tekrar keşfetmeniz nasıl oldu?
 
Ben o filmi keşfetmiştim aslında. O film, Sinematek’te 1960’ların sonunda veya 1970’lerin başında gösterildi. Biz o yıllarda filmi beğendik. Yazımda da belirtmeye çalıştım, teatral bir film tabii... Tüm Darülbedai kadrosu, yine o bilinen o ağır ve oturaklı oyun tarzlarıyla arzı endam ediyor. Bir kere kamera hareketleri çok başarılı, beklenmedik bir şekilde hareket ediyor kameralar... Doğanın ve çevrenin kullanılışı iyi. Bir de oyuncuların hepsi, büyük kentli, hatta Avrupalı gibi dursa da yine de taşra ve köylülük atmosferi sinmiş... Ertuğrul’un en iyi filmi... Belki “Bir Millet Uyanıyor” ile rekabet edebilir. Ama hem o filmden hatıralarım çok iyi değildi hem iyi bir kopyasını bulamadım.
 
Sinemacılar nesline gelirsek Lütfi Akad karşımıza çıkıyor. Seçkiye en fazla filmini aldığınız yönetmen Lütfi Akad.
 
Kimseden özellikle çok film alayım, az film alayım diye bir çaba göstermedim. Oyunculardan örnek vermek gerekirse, Türkan Şoray’ın üç filmi var, Hülya Koçyiğit’in altı filmi. Bu Hülya Koçyiğit’in Türkan Şoray’dan daha iyi, daha önemli olduğu anlamına gelmiyor. Akad’ın yedi filminin olmasının nedenleri var. Nedenlerinden biri zaten Göç Üçlemesi... ‘70’lerin başında yapılmış, “Gelin”, “Düğün” ve “Diyet” üçlemesi dünya tarihinde bile az görülür. Üstelik Türk sinemasının en zorlu döneminde yapılıyor. Hürrem Erman gibi aslında ticari bir yönelimi olan bir yapımcıyı bu üçlemeyi yapmaya ikna ediyor. Aynı tema göç çerçevesinde, aynı baş oyuncu, hepsi aynı değilse de benzer karakterler, benzer bir atmosfer... Bu büyük bir başarıydı Akad hesabına, bunun altının çizilmesi lazım. Ayrıca onun ‘50’lilerde öncü olmuş filmleri var... “Kanun Namına” ilk kent polisiyesi, çok önemli erdemleri olan bir film. “Yalnızlar Rıhtımı” bambaşka bir olay: Attila İlhan’ın senaryosuyla sanki Fransız Şiirsel Gerçekçiliği akımının neredeyse birebir Türkiye’ye yansıması. Daha sonra da Türk sinemasının en iyi aşk filmi olarak anılabilecek “Vesikalı Yarim”, kitaba aldığım Akad filmleri olarak sıralanıyor.
 
Diğer bir öncü isim Atıf Yılmaz da kitapta değişik türlerdeki filmleriyle yer alıyor.
 
Atıf Yılmaz’ın aslında almayı düşünmediğim filmleri girdi. Örneğin “Yarın Bizimdir”, “Erkek Ali”, hatta “Ah Güzel İstanbul” benim ilk aşamada almayı düşündüğüm filmler değildi. “Erkek Ali”nin temsil ettiği o taşra erotizmi, o içini boşalttığı eşkıya, soyguncu kahraman yaklaşması önemli. “Yarın Bizimdir”in bahsettiği Anadolu’da küçük kasabalarda yerel seçim olayı benzersiz. O günden beri de öyle bir film yapılmamış seçimler üzerine. “Ah Güzel İstanbul”da Sadri Alışık’ın devamlı kamerayla konuşması ve bir İstanbul güzellemesi olması dikkat çekiyor. Tabii bunlara Türk sinemasının “Vesikalı Yarim”in hemen yanında yer alacak bir aşk filmi olan “Selvi Boylum Al Yazmalım” ve ‘80’li yıllardaki, o dönemin kadın filmlerinin bence en güzeli olanı “Adı Vasfiye” ekleniyor. Yılmaz’ın bambaşka bir yaratıcılığı var.
 
Yeşilçam’dan bahsedersek, sizin en kusursuz bulduğunuz Yeşilçam filmi Memduh Ün’ün “Üç Arkadaş”ı. Biraz nedenlerinden bahsedebilir miyiz?
 
Evet, o filmi izlerken büyük bir zevk aldım. Yazarken de büyük bir zevk aldım. Yeşilçam’ın çok naif, çok masum bir sinema olduğu söylenir. Bütün o masumiyet var: O üç arkadaşın o köy kızını alıp ona iyilik etmeleri, üçünün de ona âşık olması ancak Yeşilçam’ın anlatabileceği bir öykü. Günümüzde ne böyle bir olay olur, olsa bile nasıl anlatılabilir? O dönemin bütün izlerini taşıyor; ama her şey denk düşmüş. Muhterem Nur’un en güzel çağı, o inanılmaz profili, o safiyet, masumiyet timsali yüzü... Fikret Hakan, Semih Sezerli ve Salih Tozan’ın inanılmaz karakter oyunculukları... Yine fonda İstanbul... Bu tür filmler, ‘60’ların ve ‘50’li yılların İstanbul’unu öyle bir karşımıza getiriyor ki, aslında Yeşilçam gibi o da masumiyeti bozulmamış bir şehir. Doğası, yeşili, ahşap evleri, Osmanlı’dan kalan her şeyi, hatta Bizans’tan, Roma’dan kalan her şeyi ayakta... 
 
Yeşilçam’ın geneli hakkında ne düşünüyorsunuz? Ya nostaljiyle ya da küçümsemeyle anılan bir dönem. 
 
Yeşilçam’ı sevmeyi sürekli Yeşilçam’a hayranlık belirtmek, kusurlarını tamamen görmezden gelmek ve adeta o döneme tapınmak olarak görenler ve böyle olunmasını isteyenler var. Özellikle de o eski starlar... Onlar Yeşilçam’a karşı her türlü eleştiriye çok acımasız bakıyor. Benim zaman zaman başım derde girmiştir. Hatta sevgili Türkan Şoray’ın bile o gruba, o genel eğilime uyup, bana sırt çevirdiği, yüz çevirdiği durumlar olmuştur, bu kadar yıllık dostluğumuza rağmen. Ben bu kitabı yazarken şunu fark ettim: Yeşilçam ne onların düşündüğü kadar muhteşem bir sinemadaydı, ne de bazen hepimizin, hatta benim de düşündüğüm gibi çok tekrarlara dayanan değersiz bir sinemaydı. Özellikle ‘50’li ve ‘60’lı yıllarda, ki imalat düzeni başlamıştır aşağı yukarı, kopyacılık, birbirine benzeyen filmler, star sistemi, hepsi gayet egemendir. Buna rağmen arada yapılan gerçekten çok iyi şeyler var. Yeşilçam’a kör bir hayranlıkla değil, yöntemsel bir şekilde eğilmek ve filmleri teker teker ayıklamak lazım.
 
Klasik Yeşilçam örneği olarak sizin seçkinizde “Üç Arkadaş”ın yanı sıra “Gurbet Kuşları” de yer buluyor.
 
“Gurbet Kuşları”, “Haremde Dört Kadın” ve “Vesikalı Yarim” bütün bunlar, hep klasik Yeşilçam. Hem “Gurbet Kuşları” hem de “Haremde Dört Kadın”, Halit Refiğ imzalı filmler. Onun filmlerinden son dönemden özel bir film saydığım “Hanım”ı da aldım. Klasik Yeşilçam’dan çıkan aykırı filmler de var. Mesela Metin Erksan filmleri hem Yeşilçam’dır hem değildir. Benim seçkiye aldığım “Susuz Yaz”, “Sevmek Zamanı” ve “Kuyu” Yeşilçam’ın tümünden de değişik olan filmlerdir. Bu filmlerdeki o ölümcül tutku, saplantı teması Yeşilçam’da pek yok... Yeşilçam’ın aşkları bakmayın hoştur, sempatiktir ama sıradandır genelde; hepimizin yaşayabileceği aşklardır. Ama Metin Erksan’da o aşklar başka türlü yaşanıyor. Hepsi birer tutkuya, saplantıya dönüşmüş halde. Bu, Metin Erksan’ı diğerlerinden ayıran ve yücelten bir yan.
 
Erksan’ın başka hangi yönünü özel bulursunuz?
 
Biçimselliğini... “Sevmek Zamanı”ndaki devasa bir fotoğraf gibi aslında kitsch öğeyi alıp ondan inanılmaz bir aşk filmi çıkarmak ya da “Kuyu”da olduğu gibi sevdiği kadına, sevgisini ne kadar işkence ederse o kadar iyi gösterebileceğini düşünen vahşi bir erkek karakteri çizmek... Daha başlangıca gidersek “Susuz Yaz” filminde zavallı Erol Taş’ın sonra tüm kariyeri boyunca sırtında taşıyacağı o kötü adam imajını yaratan karakter, sinema tarihinde az görülmüş bir biçimde büyük bir etki gücü yaratır.
 
“Susuz Yaz”ı tekrar izlediğinizde, zamana direnebilmiş bir film olduğunu söylüyorsunuz. Tekrar izlediğinizde sizi şaşırtan başka hangi filmler oldu?
 
Hemen hemen hepsi şaşırttı. Mesela Ertem Göreç’in “Karanlıkta Uyananlar”ı ve Duygu Sağıroğlu’nun yönettiği “Bitmeyen Yol”... Yine ‘60’ların o birdenbire hızlanan üretimi içinden çıkan tipik olmayan Yeşilçam filmleri... Bu ikisi, Yeni Anayasa’nın getirdiği hakların da çevresine sığınarak çekilmiş, emekçi haklarını savunan, cesur ve doğru filmler. “Karanlıkta Uyananlar” adeta işçinin grev hakkını savunmak için yapılmış. O dönemden beri böyle bir film yapılmadı. Yılmaz Güney bile sırf grev hakkına dayalı bir film yapmadı. 
 
İki filmine “Anayurt Oteli” ve “Gizli Yüz”le yer verdiğiniz Ömer Kavur’un da yeri sinemamızda çok özel.
 
İlk okullu yönetmenimiz. Gitmiş, Fransa’da kapı gibi diplomasını almış. Böyle bir yönetmen gelmedi Türkiye’ye. Çünkü bizde hep usta-çırak ilişkisi vardır. O da fena bir ilişki değildir aslında, setlerde öğrenirsiniz. Ama okullarda öğrenmenin de zararı olmaz yani... Edebiyatla ilişkisini hep korumuş. Mesela “Anayurt Oteli”, belki dünyanın sinemalaştırılması en zor romanlarından biri, kalın olmamasına rağmen, çok girift, çok yoğun bir kitap. Ben okuduğumda başım dönmüştü ve “Bu nasıl film olur?” demiştim hatırlıyorum. Sonra karşımıza neredeyse roman kadar, hatta belki romanı aşan bir film çıktı. Tabii “Gizli Yüz” de önemli. Fotoğrafta gördüğü bir kadın yüzüne âşık olup onun peşinden koşan bir adam aslında Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı” ile bir yerde buluşuyor tabii. 
 
Diğer çok önem verdiğiniz yönetmen Yavuz Turgul, seçkinizde “Eşkıya”, “Muhsin Bey” ve “Av Mevsimi” ile kendisine yer buluyor. 
 
Kitapta üç filmiyle var ama aslında “Züğürt Ağa” da o olağanüstü senaryosu nedeniyle ona mal edilebilir. Yavuz Turgul, klasik Yeşilçam’ın en parlak döneminde Arzu Film’de senaryo yazarlığı yaptı. Bütün o ünlü Arzu Film komedilerinde onun hamuru var, hamurunda mayası var. Dolayısıyla o dönemle, çağdaş, bugünkü Türk sineması arasında bir köprü oluşturuyor. Hem o dönemin duyarlılıklarını aldı, hem de onlara çok çağdaş, çok modern bir takım tatlar, soslar ekledi.
 
Bir yandan sinemaya sanat olarak yaklaşan saydığınız isimler kariyerlerini sürdürürken, gişede popüler filmler çok iyi rakamlar elde ediliyor.
 
Ulusal bir sinemanın iki yanlı bir gidişi olmalı. Biri kendi seyircisini bol bol salonlara çekecek iş filmleri, popüler filmler. Bir de sinema sanatını ayakta tutacak yaratıcı yönetmen filmleri. Şu anda Türk sinemasında bu ikisi de var. Popüler sinemanın ortalama düzeyi artıyor. Bir komediyi bayağı bulabilirsin ama sinemasal ögeleri, çekimleri, mekan kullanışı gayet iyi. Bugünkü popüler filmler belli bir kaliteye de ulaşıyor. Gişe için aldığım bir film var kitaba: “Fetih 1453”. 6,5 milyon izleyiciye ulaştı, şimdi bu geçildi “Düğün Dernek” tarafından ama kitabı teslim ettiğimde o yoktu. Dedim ki bu rakama ulaşan bir filmi daha ciddiye almam lazım ve yeniden izledim. Yazıda da şunu söyledim, bu film Türk halkının çağdaş kimlik arayışı dediğim şey içinde kendi tarihine yeniden uyanan ilgisinin de bir simgesi. Tarihimizi yeniden tanıyor, benimsiyor ve ilgi duyuyoruz. Burada filmin öz sanatsal değeri ikinci plana düşüyor. 
 
En sevdiğiniz on yıl hangisi?
 
İki tane söyleyeyim. 1960’lar ve 2010’lar. 2010’ların daha başındayız ama kabaca beş yılda çok güzel filmler izledik. 
 
 
"Kemal Sunal'ı almadan Yeşilçam anlatılamaz"
 
Yer verdiğiniz filmlerle popüler sinemayı da ihmal etmiyorsunuz. 
 
Bu kitapta ‘60’lı yıllardan Ertem Eğilmez’in ilk iki “Hababam Sınıfı” filmi var: “Hababam Sınıfı” ve “Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı”. O zaman yazdığım eleştiriyi elden geçirdim, filmlerden her ikisini de seyrettikten sonra. Ayrıca Kemal Sunal’ı da çok önemsediğim için onun Zeki Ökten’in çektiği iki filmini “Kapıcılar Kralı” ve “Çöpçüler Kralı” ikilemesini de aldım. Kemal Sunal’ı almadan, Kemal Sunal’ı işin içine katmadan Yeşilçam’ı anlamak ve anlatmak mümkün değil. İnanılmaz bir sevgi bağı oluştu kitleyle arasında. ‘70’lere gelmişken, o dönemden aldığım diğer bir film ise politik bir film sayılabilecek Yücel Çakmaklı’nın “Memleketim”i. Bu film, 1974’teki ünlü Milli Selamet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi koalisyonuna denk düşüyor. Yani Ecevit ile Erbakan’ın kurduğu ve Kıbrıs çıkartmasını da içeren o ünlü dönem. O yıllarda gerçekten de İslami kesimle sosyal demokrasi arasında bir diyalog arayışı var. Yücel Çakmaklı gibi bence sağ kesimin bugüne kadar sunduğu en iyi yönetmen “Memleketim”i çekiyor ve Atatürkçülükle, Mustafa Kemalcilerle İslami kesimin pekâlâ diyalog kurabileceğini, anlaşabileceğini savunuyor. Ayrıca sinemasal değerleri de var. Burada tabii ikişer, üçer, dörder filmleriyle alınan yönetmenler var ama işte “Memleketim” gibi tek filmiyle giren yönetmenler de oldu. Mesela Tunç Okan’ın “Otobüs”ü, Nesli Çölgeçen’in “Züğürt Ağa”sı, sonraki yıllarda Başar Sabuncu’nun “Asılacak Kadın”ı, Zülfü Livaneli’nin “Ses” adlı filmi ve Tunç Başaran’ın “Uçurtmayı Vurmasınlar”ı... 
 
"Yılmaz Güney gibi bir kişilik yok dünyada"
 
Yılmaz Güney’e gelirsek, her filmi önemli; senaristliğini yaptığı filmler de kendi yönettikleri de... Seçerken zorlandınız mı?
 
Evet. Buraya en azından Şerif Gören’in çektiği “Endişe”yi, ”Ağıt”ı hatta senaryosunu yazdığı ama yönetemediği “Düşman”ı da almak istedim ama olmadı. Sonuç olarak bir yönetmene çok fazla eğilmek ve onu bu kitabın starı haline getirmek istemedim. Ondan seçerek aldığım filmler sadece “Umut”, ki sinemamızda bir dönüm noktasıdır; bazıları sevmese de çok önemsediğim “Arkadaş”, senaryosunu yazdığı iki film “Sürü” ve “Yol” oldu. 
 
Yılmaz Güney’in uluslararası alandaki önemini sizce hangi nedene dayanıyor?
 
Şimdilik Cannes’dan Altın Palmiye’yi sadece “Yol”la aldık. “Yol”un büyüklüğü nereden geliyor? İnanılmaz sinema duygusundan... Her sahnesi sinema duygusu taşır. Güney’in 1960 sonlarında henüz “Umut”u bile çekmeden yapıtığı bazı filmlerde bile çok sağlam sinemasal bir duygu vardır. Onun yanı sıra çok iyi bir yazardı malum. Senaryoları dört başı mamur, hatta biraz fazla dört başı mamur, biraz fazla çalışılmış senaryolar. Ama bunların ötesinde öylesine otantik bir kişilik ki... Dünya biraz da ona hayran oldu. Ülkesinde başı bu kadar adaletle derde girmiş, yıllarca hapis yatmış, hep aranmış, kovalanmış, gözaltına alınmış veya doğrudan doğruya içeriye atılmış, hapishaneden kaçıp, Türkiye’den Fransa’ya sığınmış ve adeta yaşadığı gibi film yapmış, film yaptığı gibi yaşamış biri yok. Bir dönemde gece hayatının kralı, bir tür şehir gangsteri; başka bir dönemde hapishanede oturup senaryosunu sakin sakin yazan bir adam; başka bir dönemde bir politik görüşün, komünizmin, Türkiye’deki popüler liderlerinden biri... Böyle bir kişilik yok dünyada. 
 
Yılmaz Güney’in en önemli takipçilerinden biri de Erden Kıral. 
 
Üç filmi var bu kitapta. “Bereketli Topraklar Üzerinde” ve “Hakkari’de Bir Mevsim”, ‘80'li yılların başında gelir ve o yılların Yeşilçam sonrası gerçekçi anlayışının birer zirvesi olarak yer alır. Yakın tarihten ise benim çok beğendiğim “Vicdan”ı da aldım. O alevli ve ateşli bir melodram. Diğerleriyle bir ilgisi yok; ama ben o türü de çok başarılı buldum.  
 
 
"Zeki Demirkubuz daha bizden"
 
1990’larla birlikte yepyeni bir nesil de geliyor: Zeki Demirkubuz, Reha Erdem, Semih Kaplanoğlu ve Nuri Bilge Ceylan’ın da yer aldığı nesil.
 
Zeki Demirkubuz ve Reha Erdem’den dört film aldım, halbuki Nuri Bilge Ceylan’dan üç film var kitapta. Dediğim gibi yönetmenlerin çapıyla hiç ilgisi yok. Ceylan’ı dört başı mamur şekilde “Uzak”la sevmeye başladım ben. “Mayıs Sıkıntısı” bence kusurları olan bir filmdi, kendi de kabul ediyor, montajında hataları vardı. “İklimler”i de kendime yakın bulmadım. Ama “Uzak”tan itibaren benim anladığım şekilde bir deha, bir çağdaş usta olduğunu gösterdi. “Uzak”, “Üç Maymun” ve “Bir Zamanlar Anadolu’da”, kitapta yer alıyor. Reha Erdem hayatın gerçek ritmini, mekanın ritmini ve güzelliğini yakalamada ve özgün karakterler ile atmosfer yaratmada benzersiz bir yönetmen. Zeki Demirkubuz ise daha bizden. Gösterime girdiklerinde “Yazgı” ve “İtiraf”ı ele alan bir yazı yazmıştım, o yazıyı gözden çıkaramadım. Ayrıca tabii “Masumiyet” var. Onü da yeniden görüp bir yazı yazdım.  Onun da son filmi “Yeraltı”, o Dostoyevskiyen filmini de kitaba aldım. Bunlar önemli ustalar, Derviş Zaim, Semih Kaplanoğlu ve Yeşim Ustaoğlu’nu da katmak isterim. Zaim’in ünlü üçlemesi “Cenneti Beklerken”, “Nokta” ve “Gölgeler ve Suretler”e yer verdim. “Gölgeler ve Suretler”i almayabilirdim ama birbirinden ayıramadım. Bunları tek bir tema birleştiriyor, Türk Sanatları Üçlemesi. Ki çok zor böyle bir şey. Kaplanoğlu’nun “Yumurta”, “Süt” ve “Bal”dan oluşan üçlemesi kitapta var. Aynı kahramanı alıyorsun, çocukluktan olgunluğa değil, tersini yapıp en son çocukluğa iniyorsun. Farklı oyuncular, ortak temalar var. Müthiş bir yönetmen. Bir iç dünyası, inançlı bir hayat görüşü olan çok kendine özgü bir yönetmen. Bu bahsettiklerimin hepsi dünya çapında yönetmenler.