Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Diğer » 'Zaman karşısında en kuvvetli araç sadelik'

'Zaman karşısında en kuvvetli araç sadelik'

'Zaman karşısında en kuvvetli araç sadelik'05 Aralık 2022 - 10:12
Murathan Mungan’ın sinema yazılarından oluşan yeni kitabı “Işığına Tavşan Olduğum Filmler” film analizleriyle birlikte hayata ve sanata dair bir okuma alanı açıyor. Mungan, “Seni herhangi bir sinema yazısı yazmaktan çıkaran şey imzandan bekleneni karşılamandır. Varlığı anlamlandırmak, kendinden bir hayat yaratmak, kendinden bir başkasının seyrettiği filmi yapmak önemli,” diyor.

SERAY ŞAHINLER

seray.sahinler@milliyet.com.tr

Fotoğraflar: ERCAN ARSLAN

Murathan Mungan sinema yazılarından oluşan yeni kitabı “Işığına Tavşan Olduğum Filmler”de yeni bir film şeridi inşa ediyor okurları için. “Işığına Tavşan Olduğum Filmler” 2007’de yayımlanan “Kullanılmış Biletler”in ardından yazarın sinema yazılarını bir araya getirdiği ikinci kitabı. Mungan, Kurosawa, Antonioni, Coppola, Haneke, Parajanov, Yorgos Lanthimos, Denis Villeneuve gibi yönetmenlerin başyapıtlarını analiz ederken hayatın ve sanatın da panoramasını çıkarıyor. Kitaptaki her deneme, görme biçimlerinizi yeniden inşa edecek bir öğreti aynı zamanda. Sizi karşılayan ilk deneme “Geleceğe Açılan Üç Kapı” ise hayatınızın bundan sonraki kısmında açmaya meyledeceğiniz yeni kapıların habercisi. Yapmanız gereken Murathan Mungan’ın sorduğu, “Neyi görmek, neyi duymak ve hangi hikâyeye inanmak istiyoruz?” sorularının peşine düşmek.

Sinemaya dair görüşlerinizi, film kritiklerinizi ve bu filmlerin hayatınızla kurduğu bağı bugüne dek farklı denemelerinizde okuduk. Şimdi “Işığına Tavşan Olduğum Filmler” ile baş başayız. Murathan Mungan arkeolojisinde nerede duruyor bu yazılar? Sinema yazılarınızın bu kitap vesilesiyle bir aradalığı ne ifade ediyor sizin için?

Senin terimlendirmenle başlayacak olursak Mungan arkeolojisinde sinemayla ve hayatla ilişkimi belgeleyen bir kitap bu. Deneme yazarlığım içinde de bir yeri var diyebilirim. Şair, hikâyeci, romancı ve oyun yazarı olarak daha hızlı ve daha çok görülme imkânınız var. Ama insanımızın düşünceye duyduğu ihtiyaç daha sınırlı ne yazık ki. Deneme ise daha çok düşünceyle, saptamalarla, gözlemler ve izlenimlerle ilgili olduğu için bu kitap benim aynı zamanda deneme yazarlığındaki istikrarımı da gösteriyor. Bir başka boyutu ise ne yazarsam yazayım aslında bir görme biçimini okurlara paylaştırmayı önemsiyorum. Beni merak böceği ısırmış, hayata karşı çok iştahlıyım, çok meraklıyım, zengin ilgi alanlarım var ve okuruma bunu ulaştırmayı seviyorum. Bunun iyi yollarından birinin de deneme olduğunu düşünüyorum. Hepsini aynı kitabın harcına koyarak ise şunu söylemek istiyorum: Hayatın zenginliğini ancak antenlerimizi açarsak kucaklayabiliriz. Okurun metal müziğe ilgisi yoktur ama üç tane not onun ilgisini uyandırır. Bu yayımcılık olarak belki doğru olmayan ama beni doğru tarif eden bir şey. Sinemayı öne çekmemin nedenlerinden biri, yaptığım sınırlı sayıda dinleyiciyle kalan söyleşileri daha geniş kitlelere ulaştırırken, hayatı seyretmekle filmleri seyretmek arasındaki bağlantıya dikkat çekmek. Deneme yazarlığımın iki temel aksı var: Biri farkındalık, ikincisi ise görme biçimi geliştirmek. Bunlar benim saptamalarım, doğrudur anlamı taşımaz. Tartışmaya açıyorum. İyi deneme kitaplarının okuru profesyonelleştirmeye katkı sağladığını düşünüyorum. İyi kitaplar profesyonel okurlara ihtiyaç duyar. Yazar gelişirken okurun da gelişmesi gerekir.

Kitapta “Film izleyicisi kendisini yetiştirir,” tespitiniz önemli. Bu denemelerle okurun da kendisini yetiştireceği, geliştireceği aşikâr. Çünkü benim için bir yönüyle öğretiler kitabı oldu “Işığına Tavşan Olduğum Filmler”. Tıpkı diğer kitaplarınız gibi. Küçük bir detaydan hayata dair her şey...

Sanatla ilişkide ne olursa olsun iki temel şey vardır. Bir saf olmak; tamamen pür seyretmek, pür okumak. Ben filmlerin çoğunun ne yönetmenine ne oyuncusuna bakarım. Seyrederken keşfederim, bu da beni saf kılar. Seyretmek istediğim filmler olduğunda onunla ilgili yazılmış hiçbir eleştiriyi okumam. Bu saflık aynı zamanda seni yanlış öğrenmelerin, yanlış filtrelendirmelerin etkisinden de kurtarır. Çünkü onun dediğine, bunun baktığına göre ister istemez kilitlenirsin. Bir yandan hiçbir şey bilmiyormuş gibi yapmak; bir yandan okuma, seyretme, izleme terbiyesinden ve görgüsünden geçmiş olarak seyretmek var. Son yıllarda dünya seyir geleneğinde gördüğüm bir şey var ve kitaptaki dertlerimden birisi de bu: Paketlenmiş zihniyetlere göre yapılmış filmler. Netflix formatı gibi… Belli bir hızda, ritimde, her planın, sekansın ayarlandığı bir seyir hâli. Daha ağır tempolu, hayata benzeyen filmlerin, tırnak içinde ‘auteur’ sinemanın bir zorunluluğu olarak önemsenmesi onun sahte ürünlerini de ortaya çıkarıyor. Her ağır tempolu film seni Angelopulos ya da Tarkovski yapmıyor. Sadece onlara özenmiş biri olarak kalıyorsun.

Belleğinizde sinemanın önemli bir yeri olmalı. “Paranın Cinleri” kitabınızda çocuklukta sinemayla kurduğunuz ilişkiye tanık olmuştuk. Halit Refiğ’i gördüğünüz ânın heyecanını hiç unutamam. Bu kitapta ise 'Beyazperdeden geçerek çıktığım sokaklar' atfınız çok etkileyici. İlk gençlik yıllarınızda sinemayla ilişkiniz yine çok belirgin. Tezinizi Yılmaz Güney üzerine yapıyorsunuz mesela. Sinema hayatınızın her döneminde, her ânında var gibi görünüyor…

Evet. İnsanların çocukluktan itibaren ilk hayallerinin oluşmaya başlamasında birtakım duraklar vardır. Cinsiyetine göre ya şarkıcı ya futbolcu olmak istersin. Ya da artist olmak istersin. Bunlar aslında her çocuğun ilk bulduğu oyuncaklarla kurduğu hayallerdir. Şöhret olmanın kendine ait bir büyüsü var. Kişiyi kısa zamanda emeksiz kimliklendiren bir şey. Günümüz Türkiye’sinde ve dünyasında bunun çok kötü örneklerini görüyoruz. Taşradaki sınırlı hayat ise insanlara farklı hayaller kurdurur. Benim çocukluğumun geçtiği Mardin’den bakacak olursam İstanbul ve dünya, bizim hayatı gerçekleştireceğimizi vadeden yerlerdi. O sinema salonundan çıktığın zamanki sınırlı hayatınla sinemanın sana kurdurduğu hayaller arasında zihinsel uçuşlar yaşardın. Ben de sırayla bir şeyler olmak isterdim, babamı bunaltırdım, birtakım makineler çizerdim ama temelde her zaman yazıyla ve sanatla ilişkim vardı. Bir de görsel algım ve hafızam çok kuvvetlidir. O ister istemez seni bu alanlarda düşünmeye ve hayal kurmaya yönlendiriyor. Dikkat edilirse romanlarımda da öykülerimde de sinematografiye yatkın bir anlatımım vardır. Onu dile yüklenerek dengelerim. Dil dengesini asla kaybetmemek ve yazdıklarını bir fotoğrafın alt yazısı hâline getirmemek önemlidir edebiyatta. Artist olmaktan çabuk vazgeçtim ama yönetmen olmak hep hayalimdi. “Bir gün mutlaka film çekeceğim,” derdim hep röportajlarımda.

Hâlâ hayalini kuruyor musunuz peki? Sizi yönetmen olarak görecek miyiz bir filmde?

Evde bir sürü ne olduğunu bilmediğim planlar, sahneler var. Sahne yazıyorum sürekli. Belki bir gün onlar bir araya gelir…

Söyleşinin devamını Milliyet Sanat aralık sayısında okuyabilirsiniz.