Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Diğer » ‘Yayın Akışı’ndaki çatlaklar dinmiyor

‘Yayın Akışı’ndaki çatlaklar dinmiyor

‘Yayın Akışı’ndaki çatlaklar dinmiyor24 Ekim 2023 - 05:10
Ressam Altan Çelem, pandemi sonrası üç yılın yaşattıklarını sosyal, medyatik, siyasal ve psikolojik yansımalarıyla ‘Yayın Akışı’nda buluşturdu. Briefly Art’ta 12 Kasım’a dek izlenecek sergisi hakkında konuştuğumuz sanatçı, eserlerindeki bitimsiz ‘çatlak’ları anlatırken, “İnsanlarda ‘Bu olmasa, başka bir şey olacak’ gibi bir algı oluştu. Bizi yine derinden sarsacak, derinden temellerini oynatacak bir şeyler, düzenli olarak oluyor diye bir ritim oluştu,” şeklinde konuşuyor.
 
EVRİM ALTUĞ evrimaltug@gmail.com
 
Ressam Altan Çelem’in hayatın ‘Yayın Akışı’na yönelik yorumlarını son üç-dört yıllık emeğiyle harmanlayan aynı adlı sergisi, İstanbul Gümüşsuyu’ndaki Alman Konsolosluğu karşısında hizmet veren Briefly Sanat Galerisi’nde ziyarete açıldı. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, eski adıyla ‘Tatbiki’ çatısında Ergin İnan atölyesinden yetişen Çelem, sergide dikkatli gözler ve hafızalar için kültür, sanat, siyaset ve coğrafyadan tanıdık sima ile manzaraları kesiştiriyor. 
 
MSÜGSF Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Burcu Pelvanoğlu, Çelem ile ilgili kaleme aldığı metinde sanatçının ürettiği ve farkında olduğu ‘zaman algısı çelişkisi’ne şöyle atıfta bulunuyor: “Fotoğraf için poz vermek, günümüzde Instagram vb. gibi hesaplarla bunları bir anlamda arşivlemek, insanın kalıcılık arzusuyla bağlantılıyken, Yayın Akışı’nda durağan bir zaman ve hayatın vurgusu, bu kalıcılık arzusunun da yitip yitmediğini sorgulatıyor.” 
 
Çelem’le, galeri duvarlarına serptiği dünyanın kendisine çağrıştırdırdığı imgeleri üzerine konuştuk. Çelem, sanat pratiğinde gerek metafor gerekse biçim olarak önemli bir unsur halini alan ‘çatlak’ların bu sergide de kendini belli ettiğini, ancak sergi geneline yayılan bu gerçekçi yorumu yine de yaşam ve geleceğin insanî unsurlarıyla karşıladığını vurguluyor. 
 
Son üç - dört yıllık bu çalışmalarınıza ‘Yayın Akışı’ adını vermiş olsanız da, yayın akışı bugünlerde problemli. Sürekli son dakika haberleri, öngörülmez durumlar karşımıza çıkarıyor ve hepimiz ciddi bir uyum problemine maruz kalıyoruz. Ama aslında sizin neredeyse kariyerinizin tamamı bu meseleler ile iç içe oldu. Eserlerinizin genellikle tamamı, bu ‘çatlaklar’la ilgiliydi. Bu sizin çalışmalarınızda değerli bir metafor oldu. Çatlak zamanlar, mekânlar, ilişkiler ve insanlar… Ama bunun da yarattığı bir psikolojik okuma var. Gerisini siz anlatır mısınız?
 
Altan Çelem: Ben bunu yine bir önceki sergimle bağlantısından yola çıkarak anlatmak isterim. Zaten dediğiniz gibi, şehir insanın gündelik hayatı anlatan zamanla kurduğu ilişki, benim resimlerimin omurgasını oluşturuyor. Pandemi süreciyle gelen dönemde yaşanan bu kapanma hali, bu yayın akışını sorunlu olarak yaşayan insan için de tamamen devre dışı kaldı. Kısıtlandı. Çoğunluğumuz ekran başına kilitlendi. İş, eğitim hayatından tutun, en basit anlamda eğlenme, keyif ve zaman öldürme noktasında evlerimizdeki insanın ruh hali daha da değişik biçime büründü. Bu metaforu vurgulamak istedim. Burada zaman döngüsü biraz daha kırılgan, insanlar üzerindeki etkisi daha farklı bir noktaya dönüştü. Zamanın ruhuna yönelik yakaladığım yalın etkileri kullanmaya çalıştım. 
 
 
İlginç bir şekilde kuşku da sizin için değerli bir psikolojik ve plastik materyal. Kuşku ve işleriniz arasındaki, izleyiciyle irtibat kurma noktasında işlerinizle aranızda bir enstrümana dönüşüyor diyebilir miyiz?  
 
Kesinlikle. Daha önce de ele aldığım bir meseleydi bu. Pandemi sonrası bununla biraz daha net yüzleşmiş olduk. İnsanın zaman ve onun hızıyla kurduğu veya kuramadığı bağ, bence çok güçlü bir malzeme ve benim plastik dilime de uygun olduğunu düşünüyorum. Beslenme kaynaklarımın başında bu geliyor. 
 
Sizi bir tuvalin başına geçiren veya o malzemeyi ‘bu bitmiştir’ diyerek terk etmenize vesile olan nedir?
 
Bu çok spontane bir şekilde hissedebildiğim bir şey. Yani, o demin bahsettiğimiz çatlağı fark ettiğim anda, bazen bir duygu durumu, bazen bir enstantane bazen anlık bir atmosfer beni tetikleyebiliyor. İnsana dair, o çelişkili, çapraşık halini algıladığım herhangi bir şey beni etkiliyor ve harekete geçiriyor.
 
Tuvali bir tür göstergebilimci defter gibi tutuyor olmalısınız.
 
Evet, zaten daha önceki günlük sergilerimde de çıkışı böyle oluyor. Meseleye gün be gün yaklaşıp, bir gün değişen, gündemi bir anda alt üst eden ve bir şekilde her birimizin hayatına da dokunan bu gelişimler karşısındaki durumumuz. Bazen çaresizliğimiz, bazen uyumlanmaya yönelik çabamız ve içine düştüğümüz hal.
 
 
Çalışırken eserden bir ötekine sektiğiniz oluyor mu?
 
Aslında burada birkaç grup var. Bazıları daha önceki dönemlerle ilişkili iken, burada pandemi ile ilgili bir durum oluştu. İç mekânlar ve ekran karşısındaki insanlar bunlara eklendi. ‘Yayın Akışı’ndaki, ekranda gördüğümüz meseleler de buna kontrast yaratmak için dahil oldu, meselâ bu sergide gördüğümüz bir tartışma programı, ya da bir futbol programı sahnesi yanı sıra, durağan, ekran başında, koltuğunda zaman öldüren insanlar. Zamanla, akışla ilgili bir tezatı vurgulamaya çalıştım.  Yine önceki sergilerde ezelden beri var olan bu ‘anı fotoğrafı’ fikri; günümüzde daha da dijital ortamda kolaylaşması ile insanların o anı yaşamaktan çok, anı yaşadıklarına dair kanıtların peşine düşmesi, ölümsüzleştirme kaygısı meselesi var. Bunu çok güçlü bir ironi kaynağı olarak görüyorum. 
 
Kayda değmeyenler, sıradan olanların da iade-i itibar adına peşine düşüyor musunuz?
 
Kesinlikle. Özellikle bazen onları arayıp bulduğum, fark ettiğim söylenebilir. Kolay olmayan, sıradan olmayan, hayatımızda rutin olan, yaparken farkında olmadığımız ama onları yaparken hallerimiz beni besliyor. 
 
Kendinizi biriktirmenizin dibinde sanat tarihsel göndermeler oluyor mu? Dışavurumculuk gibi?
 
Var tabii. Hatta ben kendimi bazen gelenekselci bile görüyorum. Pazen ‘Pop-Art’ olarak düşünen, algılayanlar da var. Ben de bazen öyle hissediyorum. Çünkü güncel bir durumla ilgili insanın kurduğu bağ, vereceği reaksiyon, kendi dahi bilmediği halde oluşan çelişkisi, bunların hepsi beni çeken meseleler. 
 
 
Resimlerinizde heykeltıraşlık duygusunu da hissettiriyorsunuz. Çünkü ‘levha’lar bulunuyor bu resimlerde. Bu katmanlar için neler söylenebilir?
 
Aynen, ben onlara katman diyorum. Gün be gün, katman katman ilerliyorum. Bu duygular da mutlaka etki yaratıyordur.  Bazen oluşturup sonra bozma süreci, bazen kademe kademe oluşturma süreci, aslında bu benim üretim biçimimi de etkiliyor; birçok işi aynı anda çalışıp bitirebiliyorum. Sekiz-on iş bir anda bitmiş olabiliyor. Bir işi başlayıp sonlandırmak çoğunlukla benimsediğim yöntem olmuyor. İşin içine zamanı da katarak, katmanlarla yoğurarak oluşturmayı tercih ediyorum. 
 
Çalışmalarınızda herhangi bir kelime veya simgeye de yer vermiyorsunuz. İzleyicinin dikkatini herhangi bir metne, kelimeye yönelterek kendisini iş içinde körleştirmemek gibi bir gayeniz olduğunu, amiyane tabirli ‘gönderme’ ucuzluğuna kapılmadığınızı düşünüyorum. 
 
Evet, kesinlikle, çünkü direkt olarak şöyle okunsun, şöyle algılansın gibi bir kaygım asla yok.  Daha çok, belki bir kılavuz verebilirim ama izleyicinin o bağlantıları bulması daha doğru buluyorum.
 
Ama siyaset var bu resimlerde. Kravatlılar, yoksullar, zenginler, üniformalılar...
 
Hayata dair olan her şey. Toplum içinde yaşayan herkes bir şekilde siyasî bir filtreden, toplumsal algıdan geçiyor. Bende de var, hele son dönemde, gündemin bu kadar hızla değiştiği, siyasetin çok da yön verdiği toplumlarda bunun olmaması, zaten düşünülemez.
 
 
Bu sergide kaygı da var, yan yana iken birbirinden uzaklaşma haline girmiş klostrofobik bireyler, bizim ekranlaştığımız bir görsellikte bize baktığını zanneden bireyler var. Bu mecra ve medya eleştirisi üzerine sözleriniz nelerdir?
 
Zaten herkeste olduğu gibi, kendini eksik hissetme halini ben de kendimde hissediyorum. Zamanı bir türlü değerli, verimli kullanamama duygusu, yetişememe hali, yaşamdan tatmin olamama ve edilgen olma hali zaten güçlüydü. Pandemi sonrası kendimizi bir şekilde orada bulduk ve bu tarz, ekrana bağımlı bir beslenme haline çok kolay bir geçiş yaptık. Biraz o duyguyu anlatmak istiyorum; o çatlağın insanda yarattığı etkileri okumaya, oluşturmaya çalışıyorum.
 
Tabii çatlakla, depremin de bizdeki dışavurumu hepimizi birçok şeyle yüzleştiriyor.
 
Yine benzer bir süreç var; insanlarda ‘Bu olmasa, başka bir şey olacak,’ gibi bir algı oluştu. Adeta bizi yine derinden sarsacak, derinden temellerini oynatacak bir şeyler düzenli olarak oluyor diye bir ritim oluştu.
 
Aykırı renkleri ölü anlara sevk etmek gibi bir huyunuz da var.
 
Belki bir umut ışığı olarak düşünülebilir. Bazen plastik bir ifade, bazen renk veya bu sergideki gibi çocuk naifliği ile bu gelebiliyor. Tema olarak umut noktasında, o çatlakların çok karamsar bir noktaya evrilmesinden çok, bir umut noktası barındırması konusunda ona inanmak istiyorum sanıyorum.