Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Diğer » Sen en büyük tutkusun sinema

Sen en büyük tutkusun sinema

Sen en büyük tutkusun sinema20 Ocak 2023 - 10:01
Damien Chazelle, yıldız kadrolu filmi “Babylon/Babil”de sinemanın 1920’lerde sessizden sesliye geçişini, ona emek verenler ve hayatı onun yüzünden heder olanlar üzerinden anlatıyor.
MÜJDE IŞIL - Yönetmen Oscarı kazandığı “La La Land/Âşıklar Şehri”nde Damien Chazelle’in müzikaller merkezinde sinema nostaljisine, sinema salonlarına ve caza aşkına tanıklık etmiştik. Chazelle yeni filmi “Babylon/Babil”de çıtayı yükseltiyor; sinemanın yaklaşık 100 yıl önceki tarihine bakarken yedinci sanatın emekçilerini ve sönen yıldızlarını saygıyla selamlıyor. Yine o dönemde geçen Michel Hazanavicius’un “The Artist”teki nahif bakış açısının aksine, üç saati aşkın epik bir yapımla, görkemli bir ağıt yakıyor.
 
“Babil”, uzun süresinin avantajıyla çok karakterli bir hikâyeye sahip. Diego Calva’nın canlandırdığı “Manny” Torres ile kamera arkası emekçilerine, Margot Robbie’nin canlandırdığı Nellie LaRoy ile yeni bir yıldızın doğuşuna, Brad Pitt’in canlandırdığı Jack Conrad karakteriyle de sönen bir yıldıza odaklanıyor. Bu üç karakter vesilesiyle sessizden sesli çekime geçen sinemanın ve Hollywood’un başlıca kırılma anına tanıklık ediyoruz. Onlar kadar olmasa da öne çıkan bir karakter daha var: Caz sanatçısı Sidney Palmer. Bu kahramanların yaşadıkları her deneyim, ses kullanmaya başlayan sinemanın emekleme çağının basamaklarını simgeliyor. Birebir olmasa da bazı karakterlerde gerçek yıldızlardan esinlenildiği belli oluyor. Örneğin Nellie LaRoy; Clara Bow, Alma Rubens ve Joan Crawford karışımı gibi görünüyor. MGM’in yıldızı Jack Conrad karakteri ise John Gilbert’tan ilham alınmış.
 
Damien Chazelle “Babil”de yönetmenlik açısından filmografisinin en çarpıcı, en gösterişli yapımına imza atmış. Filmin isminin görünmesine kadar geçen yarım saatlik çılgın parti bölümü gerçekten inanılmaz. Ama sinemaseverlerin gözdesi, ‘20’lerin set sahneleri olacaktır. Westernden savaş filmine kadar her bir köşede başka bir filmin çekildiği o bölümler hem çok gerçekçi hem de trajikomik. Sessiz dönemi ve sesliye geçildiği süreci daha mizahi ve alaycı bir tonda anlatmayı tercih emiş Chazelle. Senaristlik açısından ise Chazelle’in en iyi filmi değil “Babil”. Çoklu karakterlerin birbirinden kopukluğu, sanki zorla birbirine iliştirilmiş hikâye kurgusu özellikle ikinci yarıda filmin aleyhine işliyor. İkinci yarıda yoğun bir melodram atmosferi hâkim. Dolayısıyla iki ayrı film izliyormuş hissi yaratıyor. Chazelle melankoliyi, hüznü, mutsuz sonları sever biliriz ama uzun süreli ve çok karakterli filmde kalemindeki hüner de dağılmış gibi.
 
Filmin sinemaya adanmış bir aşk mektubu olduğu şeklindeki genel kanaat ise tartışmaya açık. Evet film, “Caz Şarkıcı”sından “Avatar”a kadar uzanan yolculukta sesiyle, dansıyla, fikirleriyle, teknolojisiyle sinemanın gelişmesine katkıda bulunmuş herkese bir nevi minnet borcunu ödüyor ama bir yandan da sinema yüzünden heder olan hayatlara da vurgu yapıyor. “Babil”in ‘20’lerden ‘50’lere gelindiğinde “sağ kurtulabilmiş” kahramanlarının ortak özelliklerinin, sinema sektöründen uzaklaşmak olduğunu görüyoruz. Perdede yansıyan o düşlerin arkasında hem büyük emek hem de büyük kopuşlar var, demeye getiriyor Chazelle. Pandemiyle boşalan salonların ağzına kadar dolu olduğu sahneleri ve finaliyle, özelikle sinemayı tutkuyla kucaklayanları duygulandıracak filmde Margot Robbie ve Brad Pitt’in performansları öne çıkıyor. Filmin yapımcılarından Tobey Maguire’ın sürprizi de dikkate değer.
 
Diana’dan önce Sissi vardı
 
Önce imparator ile evliliğini, sonrasında gösterişli kıyafetleri içinde kraliyet ailesine uyum sürecini anlatan üç filmlik “Sissi” serisi, hafızalarda Romy Schneider’ın yaşam enerjisi dolu ışıl ışıl yüzüyle yer etmişti. Marie Kreutzer’in yazıp yönettiği “Corsage/Korsaj”da ise aynı karakter, Lady Diana’nın yaşadıklarını neredeyse 100 yıl önce tecrübe etmiş bir imparatoriçe.
Marie Kreutzer, İmparatoriçe Elisabeth’in korse içinde boğulan bedenini ve saray duvarları arasında kısıtlanmış ruhunu seyirciye yansıtma konusunda hayli hünerli. Pablo Larraín’in “Spencer”daki renkli cehenneminin tersine kahramanının içindeki karanlığı, bıkkınlığın tonunda perdeye getiriyor. O zamanın kocamış gözüyle bakılan 40 yaşında sinemaya ilgi duyan, ata binen, hayatı kişisel olarak deneyimlemekten çekinmeyen imparatoriçenin içinde kopan fırtınalara aynı bir günlük okur gibi biz de hüzünle ortak oluyoruz. Gerçek bir karakteri anlatsa da yapılan bariz değişiklikler, ülkesinde ne kadar itiraz aldı bilinmez ama kurmacanın gerçekten çok daha etkili olabildiğini ispatlıyor, özellikle finalinde. Vicky Krieps’ten harika bir hapis imparatoriçe performansı izlediğimiz film, Avusturya’nın Oscar temsilcisi.