Milliyet Sanat
Milliyet Sanat » Haberler » Diğer » "Sanat, insanın hayal kurabilme kapasitesidir"

"Sanat, insanın hayal kurabilme kapasitesidir"

"Sanat, insanın hayal kurabilme kapasitesidir"09 Nisan 2019 - 09:04
Refik Anadol, yeni medya sanatının öncü isimlerinden biri. San Francisco, Los Angeles, İstanbul gibi kentlerde ürettikleriyle gündemde olan Refik Anadol ile çalışmaları ve yeni medyanın geleceği üzerine konuştuk.

İhsan Dindar - İstanbul

 

Kişisel olarak eserlerinizle tanışmam San Francisco’daki belediye binasına yaptığınız parametrik veri heykeli çalışmanızla olmuştu. Bu yepyeni sanata adım atmanız nasıl gerçekleşti? Nelerden ilham aldınız?

2011 yılında İstanbul’daki yüksek lisans çalışmalarım sırasında hayal ettiğim gerçeklik zaten buna yakın bir şeydi. Verilerden bir şekilde heykel yapabilen, resim çizebilen, stüdyoya sahip bir sanatçı olabilmeyi hep hayal ediyordum. Bu çok rastlantısal, aklıma sonradan gelen bir durum değildi. Fakat o yıllarda bilgisayarların gücü, olanaklar o kadar da yeterli değildi. Vizyon sahibi kişilerin, sanatçılara verebilecekleri kanvaslar yoktu. Bu dönemde, 2011 yılında İstanbul’da aslında ilk projemi yapmıştım. İstiklal Caddesi’nin sesini kaydedip bir veri heykeli yapmıştım ve o heykel aslında hem alanında ilkti hem de ülkemiz için de bir ilkti. O proje kariyerime çok büyük bir ivme kazandırdı. Sonrasında Amerika Birleşik Devletleri’ndeki eğitim sırasında bu işi kalıcı olarak yapabilmenin ne demek olduğunu anladım. San Francisco’daki o çalışmamam da kamusal bir veriyle kamusal alanda veri heykel yapma heyecanıydı. Malum San Francisco teknoloji devlerinin şehri. Dolayısıyla öğlen saatlerinde kahve içmek için dışarıya çıkan biri için de ilham kaynağı olabiliyorsunuz, teknoloji devlerinin bir sonraki yazılımı için de ilham olabiliyorsunuz. Sorumluluğu yüksek bir projeydi. Bir algoritmayı, bir veriyi çerçeve içine alma fikri 2011’de başladı ve 2014’te böyle bir kalıcı projeye dönüştü. Tabii Amerika’da çok ses getirdi.

 

Veri heykeli konusuna biraz girelim. Bir konuşmanızda üzerinde durduğunuz üç nokta vardı. Duygular, şiirsellik ve farkındalık. Bu üç kavramı ürettiğiniz işlerde en çok dikkat ettiğiniz noktalar olarak belirtiyorsunuz. Bu üç kavramı seçme nedeninizi ve elbette sizdeki mevcut karşılıklarını merak ediyorum…

Çok güzel bir soru! Şöyle bir kaygım hep vardı; Makineler, yazılımlar ilgimi çeken araçlardı. Ama hep bir araç olarak kaldılar. İnsanı makineleştirmek değil, makineyi insanlaştırmak ilgimi çekti. Bunun insanlığa çok daha fazla katkısı ve faydası olabileceğini düşündüğüm için bu taraf ilgimi çekiyordu. Ama bir makinenin insanlaşabilmesi için bir insanın bir insanı anlayabilmesi gerekir. Yani bizi biz yapan şeyler duygularımız, hatıralarımız ve daha bir sürü sebebi olan bilişsel yeteneğimiz ve saire…  Dolayısıyla bu kaygılarım hep vardı. Her zaman öncelikli kaygım insan duygusu ve hatıraları üzerine odaklanmaktı. Veri de aslında matematiksel bir gerçeklik. Yani içinde bir “acabası” olan bir şey yok. Sıfır ve bir. Çok keskin ve garanti bir süreç. Fakat insan duygu ve hatıraları o kadar keskin ve köşeli deneyim değil. Dolayısıyla algoritmalar kullanarak büyük veriden daha şiirsel bir çıktı alabilmek için önce duygulara odaklanmaya karar verdim. Bu da aslında daha çok etkilediği noktanın değişmesini sağladı.

 

Yüzyıllara uzanan süreçte Da Vinci’nin bir tablosu önümüzde duruyor ya da Beethoven’in bir bestesi. Günümüzde artık yeni medya dediğimiz bir gerçek var. Siz de bunun öncülerindensiniz. Siz bu işin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim ki insanlık tarih boyunca geliştirdiği teknolojileri sanata adapte etmiştir. Yani ateşi bulduğumda, yazıyı bulduğumuzda başımıza ne geldiyse yapay zekayı bulduğumuzda, bilgisayarı bulduğumuzda o sanata dönüşüyor. Aslında sanat insanın hayal kurabilme kapasitesidir. Örneğin Monet, “atmosferi resmediyorum” dediği zaman hiç kimse “ne kadar acayip!” diye bir tepki vermedi. Aynı şekilde yapay zeka kullanan bir sanatçı olarak ben de bu fırçayı yapa zekanın içine batırıp bu kanvası yapabiliyorum. Aslında bunlar çok ilişkili benzer kalıplar. Dolayısıyla nasıl ki ateşi kullanmaya başladıktan sonra yemek yapabildiysek sonrasında da barut bulunduysa  veri, bilgisayar ve yapay zeka da kanserin çaresini bulabilir.

 

 

“Hepimiz gelecek hakkında kaygı duymalıyız”

Ben de tam yapay zeka bahsini açmak üzereydim. Bir başka söyleşinizde “yapay zekayı pesimist bir havadan çıkarmak”tan bahsediyordunuz.  Sizce yapay zekadan korkmalı mıyız? Çünkü bilinmezliklerle dolu bir evren. Üstelik sinema ve edebiyattaki distopik yapımlar da bu korkuyu güçlendiren etkenler…

Korkudan çok kaygı daha doğru kelime. Hepimizin gideceği yer gelecek ve hepimiz gelecek hakkında kaygı duymalıyız. Bence bu herkes için çok normal bir şey.  Bunun içinde yapay zeka da var, teknolojinin herhangi bir boyutu da var ya da küresel ısınma da var.  Yapay zeka kullanım alanı bakımından insanlığa çok büyük fayda sağlayabildiği gibi spektrumun diğer tarafındaysa onu yok edebilecek bir şey. Aynı malzemeyle nükleer enerji de elde edildi atom bombası da kullanıldı. Buna benzer bir şey var elimizde. Benim burada heyecan duyduğum sadece iyimser kalabilmek. Çünkü karamsar düşüncenin bu araçlar için yeteri kadar zeka ve bilişim gücünü bize getirmediğini düşünüyorum. Ne zaman ki iyimser düşünmeye başlarız o zaman yaratıcılığımızı açığa çıkarabilir ve belki de sorulmayı aslında sorabileceğimizi düşünüyorum. O yüzden sanatın da soru sorabilme gücünü hayal edersek ve insanlığı değiştirme gücüne bakarsak bu iyimser düşüncenin yepyeni bir düşünce sistemi olarak bu teknolojilerin asla kötüye evrilme ihtimali olmadığını hayal ediyorum.

 

Şimdi yavaş yavaş Nike için yaptığınız çalışmaya gelmek istiyorum. Şu an bulunduğumuz mekanın içinde ve vitrininde çalışmalarınız yer alıyor. İstinyePark’ta gerçekleştirdiğiniz bu çalışmanın hikayesini sizden öğrenebilir miyiz?

Çok heyecan verici bir çalışma. Nike’ın AirMax 720 için ortaya koyduğu vizyonu ile kendim arasında çok yakın bulduğum bir yön vardı. Unimaginable yani Türkçeye çevirdiğimiz zaman “hayal edilemez”  bir kavram var işin aslında. Benim yaptığım her sanat eseri de çok da aklınıza hemen gelebilen bir malzeme ya da ortaya çıkan fikirler değildi. Projenin ilk başında adı geçen Air yani havayla bir veri heykeli yapabilme fikri zaten yeteri kadar heyecan verici bir fikirdi. Yani “havadan nasıl bir heykel yapabiliriz?” başlı başına yeterince zorlu bir soruyken bir de üzerine “720 kişinin ayakkabıyı deneyimlerken başına gelenlerden, hissettiklerinden bir şey yapabilir miyiz?” diye düşünmeye başlayınca ortaya böyle biricik sentez bir heykel serisi ortaya çıktı. 720 kişiden alınan beyin sinyalleri, veri havuzu önce bana ulaştı. Özellikle katılımcıların her birine ait biricik veri yapay zeka ağlarından geçerek öncelikle hissettiklerinin ne olduğunu anlamaya çalıştım. Burada da aslında heyecan ve odak noktalarının, insanların ortak ve kapsayıcı bir verisi olduğu ortaya çıktı.Sonrasında sinir hücrelerimizi sembolize eden bir heykel hayal ettim. Bu heykel aslında hem bizim bilişim gücümüzü, duygularımızı sembolize ediyor hem de hava gibi imkansız bir materyali veriyle hareket ettirerek bir heykel ortaya çıkardı. 720 kişinin duyguları, düşünceleri, hissettikleri bu zahiri heykelde bir araya geldi.

 

Peki bu projenin başka yerlerde bir devamı ya da benzeri olacak mı?

720 kişinin verileriyle oluşan heykel farklı yerlerde farklı kanvaslarla sergilenecek. Her mağaza için farklı boyutta kanvas olacak. Örneğin Beyoğlu’nda dört metreye dört metrelik bir büyüklükte olacak. Beni şu an bu noktada en çok heyecanlandıran şey bir mağazanın galeriye dönüşmesi. Bu çok gurur veren bir şey.

 

“Sorduğumuz soruların cevaplardan daha önemli olduğu bir devirdeyiz”

Yıllar önce Newsweek dergisi “Cool İstanbul” başlıklı bir dosya haber yayımlamıştı. Orada İstanbul’un sanat hayatı ve farklı sanatçılarına dair bir bölüm de yer alıyordu. Siz de günümüzde kentin bu kimliğinin bir parçası olup sadece İstiklal değil başka yerlerde kanvaslarla kentin bu imajına katkı sağlamayı düşünür müsünüz?

Çok isterim. Şunu çok iyi anladım ki sorduğumuz soruların cevaplardan daha önemli olduğu bir devirdeyiz.  Dolayısıyla başınıza nerede, ne zaman ve ne geleceğini pek bilmediğimiz bir dünyada yaşıyoruz. İstanbul yüzlerce yıllık tarihiyle farklı kültürleri barındıran dünyanın en çok sesli şehirlerinden biridir. Kendisi içinde bu kadar çok potansiyeli olan bir şehrin  içinde sanat tabii ki tam kalbinde olması gereken bir şey. Bunun gibi projelerin umuyorum ki o rastlantısal karşılaşmaların bir parçası olabilir.

 

Buradan biraz geçtiğimiz günlerde öğrendiğimiz NASA ile yapacağınız projeye gelmek istiyorum. İlk duyduğumda çok heyecanlandığım ama bir yandan da “nasıl yani?” dediğim bir şey oldu. Anladığım kadarıyla Nike için gerçekleştirdiğiniz çalışmayla benzerlikleri olan bir proje. Detaylarını öğrenebilir miyiz?

Sonuçta Nike projesinde yaptığımız kişilerin bilinçli olarak duygularını havuza dönüştürülmesiydi. NASA projesindeyse aktif olarak görevde olan makinelerin, uzaydaki sensörlerin verilerinden yapılan bir çalışma. Sonuçta her makine bu veriyi kullanmak zorundadır. Bu işi California’da, NASA’nın ana üssünde yapıyoruz. Burası pek çok uzay projesinin kodlandığı bir yer.

 

 

 

“Öğrenmeni öğrenmemiz gerektiğini anladık”

Kodlama demişken biraz da o konuya gelmek istiyorum. Son dönemde bir motto haline gelen “geleceğin dili kodlama” söylemini sıklıkla duyar olduk. Siz de bu noktada bu işin öncülerinden biri olarak Türkiye’de bu işi heves etmiş gençlere ne tavsiye edersiniz?

Bu konuda son dönemde yüzlerce mesaj alıyorum. Her hafta da yüzlerce insana zamanım yettiği kadar cevap vermeye çalışıyorum. Şu bir gerçek ki eğitim sistemleri değişiyor. Öğrenmeyi öğrenmemiz gerektiğini anladık. O zaman herkesin kendilerine ait biricik ilgi alanlarının bir nevi de kendilerinin öğretmeni olmaya başlıyor. Makineler bu noktada bir araç. Belki bir öğretmen olabilir. Ama bu noktada onlara sormanız gerekiyor. Aksi takdirde size bir şey söylemiyor.  Dolayısıyla kod da bilgisayarların kendileri arasındaki dili. Eğer o dünyanın parçası olmak istiyorsak o dili öğrenmek zorundayız. İngilizce gibi aslında. Bir farkı yok. Kod, öğrencilerin dünyada soru sorabilecekleri tek dil. Bizim bildiğimiz soru sorma tabanlı kurulan tek alfabe bu. Dolayısıyla o dili öğrenmekten başka pek de bir çaremiz yok.  Bu kaçınılmaz bir gerçek. Eğitim sistemlerinin bu hıza yetişmesi mümkün değil. O halde kişilerin kendilerinin öğretmeni olduklarının bilincinde olması gerekiyor.  Bunu yaptıktan sonra her şeyin çok daha kolay olacağını düşünüyorum.

 

Acaba günün birinde yeni medya başat bir sanat mecrası haline gelecek mi?

Yüzde yüz. Şu anda kendi adıma konuşuyorum, sadece yapay zekayla ilgili onlarca koleksiyonda işim var. Ciddi oranda koleksiyonerler ve vizyoner insanlar zaten bu alandaki hareketliliği ve geleceği gören kişiler. Bu, herkes için bir sinyal olmalı. Elbette ki alanda öncü olmanın getirdiği çok büyük avantajlardan biri de işin nerelere varabileceğini tahmin edebilmeniz.  Böyle bir artısı var. Ki bu her alan için de geçerli aslında.

 

Dolayısıyla bu noktada aslında bir yön veren kişi de oluyorsunuz…
Tabii, bunun sorumluluğuyla da birlikte aslında düşündüğümüz zaman ortaya çıkacak çok daha parlak bir geleceğin olacağı muhtemeldir.  Önemli olan bu trene ne kadar çabuk binebileceğimiz. Bir yerde söylemiştim yanlış anlaşıldı; resim günüm birinde nostalji olacak. Bunu yermek amacıyla söylemiyorum. Sadece her mecranın bir sonraki mecranın meşalesi olduğunu düşünürsek durum budur. O yüzden Nike projesinde de aslında geleceğe dair görülemeyeni gördüren, dokunulamayanı dokunduran, gerçekliğe ilham veren bir proje yapmaya çalıştım.

 

ihsan.dindar@milliyet.com.tr
http://instagram.com/ihsandinovski